Ercüment Tunçalp
Akaryakıt zammı hayatı zorlaştırıyor
En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Bu hızlı fiyat artışları, tüketicinin küçük tasarruflarını banka yerine mala yatırmasını (stoktan tüketim) daha kârlı hale getirmiştir. Zira enflasyonun tırmanışında akaryakıt zamları dışında vergi artışının, kur artışının, negatif reel faizin ve en az 7 ay sürecek seçim ekonomisinin de etkili olduğunu biliyoruz. Bu şartların daha uzunca bir süre devamı yanında, Mart 2024 sonrasında seçim ekonomisi biterken, IMF tarzı şartların hüküm süreceği yeni bir dönemin başlayacağı da bir başka gerçektir.
Şimdi gelelim bu yazının esas konusuna, yani daha da kronikleşen derdimize…
Akaryakıta gelen sürekli ve ölçüsüz zamların büyük fiyat artışlarına neden olduğunu izliyoruz. Halkımızın bir kısmı, her akaryakıt zammından sonra; “Arabası olan düşünsün” şeklinde teselli buluyor. Bazıları da “Domates tarlada 8 lirayken, markette nasıl 28 lira oluyor?” diyerek yanlış adreslere fatura kesebiliyor. En temiz duygularla kenara çekilmeyi arzu edenler ise “Dolar kurundan bize ne, bizim paramız TL’dir” diyebiliyor. Neden sürekli dayak yediğimizi ve bize bu hasarı kimin verdiğini sorgulayanlar ise azınlıkta kalıyorlar. Elbette bu da yönetenlerin en büyük şansı oluyor…
Oysa her akaryakıt zammı sonrası taşıma maliyetlerinde gerçekleşen artışın; gıdadan beyaz eşyaya, giydiğimiz ve kullandığımız her şeyin fiyatını artıracağını peşinen kabul edelim. Domatesi Fethiye’den bedava alanın, İstanbul’daki maliyeti 12 liradır. Yani akaryakıt, ambalaj işçiliği, şoför, köprü geçiş, otoyol geçiş, boş sandık taşıma bedelleri üzerine, hal rüsumu, şehir içi nakliye, hamaliye, market kirası, personel gideri, elektrik, doğal gaz, su giderleri ve fire payı ilavesiyle, aracıların ve perakendecinin kâr payı da eklenince, 3-4 katına çıkan etiketlerle karşılaşabiliyoruz.
TL’den sonra dolaşımda en çok kullandığımız ikinci para birimimiz dolardır. Türkiye iç piyasada TL bazında üretmiş olduğu her değeri dış ticaretinde döviz olarak değerlendirmek, cari açığı da dolar olarak karşılamak zorundadır. Hatta ihracata gidecek ürünlerimizin bile yüzde 60’ını dolar ödeyerek, hammadde ve ara malı olarak yurtdışından getirmek zorundayız. Yani turizm geliri de gideri de; ihracat ve petrol, doğal gaz başta olmak üzere ithalat da hep döviz iledir. Kendi paramızın değerini korumak için bile dolara ihtiyaç duyuyoruz. USD/TL paritesi enflasyona da faize de yön verirken hep ekonomik hayatımızı belirleyici konumda oluyor. Dış borç stoğumuzun 475 milyar dolar olduğu bir dönemde de, “Dolar kurundan bize ne” diyemeyiz.
Önümüzdeki dönemde kur artışlarına bağlı akaryakıt zamlarının süreceği kesin olduğuna göre topyekun ülke fiyat seviyesinin yükseleceğini bilmek için de falcı olmaya gerek yoktur. Henüz bu tahminin içinde dünya petrol fiyatlarındaki değişime ait bir öngörümüz bulunmuyor. O da ayrı bir risk faktörüdür.
Önümüzdeki en az 4 sene boyunca tek haneli enflasyon hayaldir. Bunun temel sebebi de sorunlara doğru teşhis konamamasıdır. Hâlâ söze “Tüm dünya ile birlikte olumsuz etkilerine bizim de maruz kaldığımız ekonomik zorluklar…” diye başlamak çözümü engelliyor. Zira bizdeki ekonomik zorlukların dünya ile en küçük bir benzerliği yoktur. İspatı da batı ülkelerinin yıllık enflasyon oranlarına yakın aylık enflasyon yaşıyor olmamızdır. Yani aradaki fark 10 kattan fazladır. Dünyada gıda fiyatları düşerken, bizde artmaya devam etmektedir. Bu yılın ilk 6 ayında gıdada dış ticaret dengemiz açık vermiştir. Yani geçen seneye kadar fazla veren ihracatımız ithalatın gerisinde kalmıştır. Böylece “Tarım ülkesiyiz” iddiamız da boşa düşmüştür…
Mesele sadece Antalya-İstanbul taşıma bedelinin 14 bin liradan 35 bin liraya yükselmesi de değildir. Tarımsal ürünün ekildiği andan hasat zamanına kadar geçen sürede tarım araçlarında kullanılan mazotun da çorbada tuzu vardır. Bu bakımdan ucuz bir sebzenin üretici fiyatı, diğer giderler de dikkate alınınca markette 3- 4 kata ulaşması çok normaldir. Örneğin lojistik sektörünün hâlâ akaryakıt alımlarında ÖTV (Özel Tüketim Vergisi) ödemesi normal mi?
Nitekim TIRPORT Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Akın Arslan, “Avrupa’da hükümetler lojistik sektörünün yakıt giderlerini fonlamaya başlamışlar” diyor.
Sonuç olarak; başta petrol fiyatlarının gıda fiyatları üzerinde bu kadar etkili olmasını sınırlamak için birçok gelişmiş ülkenin yaptığı gibi gıda üreticilerine ucuz enerji, ucuz gübre, girdilerde düşük vergi, düşük faizli kredi gibi desteklerin şart olduğu gözüküyor. “Bizde de destek var” diyenleri duyar gibiyim. Evet var; Tarım Kanunu’na göre çiftçiye bütçeden verilmesi gereken desteğin milli gelirin yüzde 1’i yerine maksimum binde 3’ü seviyesinde kaldığını da bu vesileyle hatırlayalım.
Bu destekler sağlanmazsa; üretici ve lojistik sektör zarar ettiğinden, tüketicinin de alım gücünü aştığından sıkıntılar artarak devam edecektir. Zor görünmesine rağmen, tarım arazilerinin başka amaçlarla kullanımının da önlenmesi gerekiyor. Zira nüfus artışı yanında, tarım ürünleri arzının da yetersiz kalması; akaryakıt fiyatlarındaki artışlarla birleşince sonuçları çok acımasız olabilecektir. Örneğin dünya kiraz üretiminde birinci sırada olmamıza rağmen 80 lirayı aşan ve ulaşılamayan fiyatlarla, tüketici tezgahtaki ürünü sadece seyretmektedir. Kayısıda ve yaz ortasında 90 lirayı aşan taze fasulyede de durum aynıdır…
Mazotun aylık fiyat artış oranı yüzde 52’dir. Dikkat yıllık değil aylık…
Hem de sadece 27 Haziran ile 31 Temmuz arasında. Bu tarihlerden sonra da aynı hızla devam eden artışlar hesaba dahil edilmemiştir. Geldiğimiz noktada; yetersiz beslenme bugünün en önemli sorunu haline gelmiştir. Bu aşamada da ‘gıda güvenliği’ tamamen gündem olmaktan çıkmış, adeta “Karnını doyuracak ürünü bul, gerisini sorgulama” görüşü piyasaya hakim olmuştur. Kaldı ki, en son gıda denetim sonuçlarını görmemiz üzerinden tam 1,5 yıl geçmiştir.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın ‘Taklit ve tağşiş listeleri’ en son 1 Mart 2022 tarihinde yayımlanmıştı. Aksamanın sebebini çok sorduk ama henüz cevap almayı başaramadık.
Ercüment Tunçalp
İki ülkede iki alışveriş (18)

Bu günkü durağımız Kazakistan…
Şimdiye kadar batıdaki ülkelerle kıyaslamalar yaptık. Biraz da doğudaki ülkelere bakalım istedik.
İlişikteki listede, birinci sütunda Kazakistan’ın Galmart zincirinden alınan fiyatlar Tenge cinsinden yer alıyor. İkinci sütunda ise Kazakistan fiyatlarının TL’ye çevrilerek, üçüncü sütundaki Türkiye fiyatları ile kıyaslanması sağlanıyor.
Türkiye fiyatları ülkemizin en büyük 2 zincirine aittir. Zira bütün ürünleri tek yerde bulmak mümkün olamadı. Hatta bir ürünün fiyatını da 2 zincirde bulamayarak bir yerel zincirden aldım.
- Kazakistan fiyatlarını bizzat süpermarket içinden alan ve faydalanmamızı sağlayan (Batuhaniche) kardeşimize teşekkür ediyorum. Bu marketten et ve tavuk fiyatı alınmadığı için bu önemli eksiği de direkt Galmart kaynaklarından elde ettim.
- Listenin birinci sırasında yer alan ürün, Kazakistan’ın Sri Lanka’dan ithal ettiği siyah çaydır. Türkiye tarafında da o ülkeye komşu, Hindistan menşeli ithal siyah çayın (Ahmad Tea) fiyatını esas aldım.
- Döviz kuru olarak alışveriş tarihindeki ‘1 TL= 13,03 Tenge’ dikkate alınmıştır. 1 Euro 607 Tenge, 1 Dolar 518 Tenge karşılığıdır.
- Ürün bazında fiyat yuvarlamaları sebebiyle kurda küçük oynamalar olabilir. Ancak TOPLAM kısmına kurun tam olarak yansıdığı görülecektir.
- Listede 26 ürün yer almaktadır. Döviz bazında 13 üründe pahalıyız.
8 üründe ucuzuz, 5 üründe de ya aynıyız ya da çok küçük farklarla yakınız. Dolara endeksli de baksak netice değişmiyor.
Bu sanal alışverişin Kazakistan tarafında tutarı 45.664 Tenge, karşılığı ise 3.502 TL iken; Türkiye tarafında tutarı 4.821 TL’dir. Neticede bu ülkenin genel fiyatlarına göre de yüzde 38 pahalıyız.
- Kıyaslamaya dahil etmediğim alkollü içecek (viski, rakı, votka, şarap, bira) fiyatlarını da dikkate alsaydım, aradaki farkın daha da açılması kaçınılmazdı.
- Listede görüleceği üzere dünya genelinde pahalı olduğumuz ürünler burada da aynı sonucu vermiştir. Dana eti, tavuk eti, muz, yumurta, süt, dondurma, ayçiçeği yağı rekor kırdığımız ürünler olarak yine karşımıza çıkmıştır.
- Bir müddet önce ABD’de, Türk markalarının daha düşük fiyatlarla satıldığını gündeme getirmiştim. Yine listede görüleceği üzere bir yerli ürünümüz (Pınar labne sarımsaklı) 5500 kilometre uzakta daha düşük fiyata satılabilmektedir. Elbette büyük lojistik maliyete (Nakliye, depolama ve stok yönetimi maliyeti başta olmak üzere) rağmen bu sahne izaha muhtaçtır.
- Kazakistan, yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük dokuzuncu ülkesidir. Müslüman çoğunluklu ülkelerin ve Türk devletlerinin de en büyüğü ve doğal kaynaklar bakımından da en zenginidir.
- Türkiye’nin 3,5 katı büyüklüğündeki bu ülkenin nüfusu sadece 20 milyondur. Ülkede nüfus yoğunluğunun düşük olmasının nedeni dışarıya göçlerdir. Nüfusun çoğunluğu, ülkenin kuzey ve güney doğusunda yaşamaktadır. Ülkenin batı ve orta kısımlarında nüfus seyrektir.
- Topraklarının yüzde 77,5’i tarım arazisidir. Dünyanın en büyük yedinci buğday ihracatçısıdır.
- Daha az kamu borcu bulunmaktadır.
- Yüzde 5’i geçmeyen işsizlik oranı ve tek haneli enflasyonu en avantajlı taraflarıdır.
- Ülkenin kişi başına düşen milli geliri IMF tahminine göre 2025 yılı için 514 dolar çıkacaktır. Bu ortalama gelir bizden düşük olmasına rağmen, yukarda saydığım avantajlar sebebiyle tüketici geleceğinden hiç endişeli değildir.
Kaldı ki, ülkemizin gini katsayısı 0,420 iken, Kazakistan’ınki 0,270’dir. Bu aleyhimize çok büyük farktır. Zira gini katsayısı 0 ile 1 arasında bir değere sahip olurken ve 1’e yaklaştıkça ülkede gelir dağılımı adaletsizliğine işaret ederken, adaletin sağlanması için gini katsayısının sıfıra yaklaşması gerekmektedir. Aldıkları bu sonuç, yoksulluk sınırının altında yaşayan vatandaşlarının nüfusa oranını da sadece yüzde 2,6’da tutmaktadır.
Yani ülkelerin kişi başı milli geliri tek başına bir şey ifade etmez. Aynı zamanda gelir dağılımı adaleti var mı, ona da bakmak gerekir.
Sonuç olarak; bu farklılıkların dışında bir ülkede perakende ticaretin yapısını ve ne kadar sağlıklı işlediğini öğrenmek için de önce dağıtım kanalı çeşitliliğine bakmak iyi olur.
Kazakistan’da süpermarket zincirleri (yerli ve yabancı) dışında özellikle büyük şehirlerde, çiftçiler ve üreticiler tarafından doğrudan tüketicilere satış yapılan yerel pazarlar yaygındır. Çiftçiler ve üreticiler aynı ürünleri e-ticaret kanalıyla da doğrudan tüketicilere ulaştırmaktadırlar. Eğer fiyatların önemli kısmını süpermarket yerine bu kanallardan alsaydım, fark daha da açılırdı.
Ülke genelinde bu gelişmelerin nedeni, makul ve rekabetçi fiyatları iyi takip eden bilinçli tüketiciye sahip olmalarıdır. Dolayısıyla fiyatlandırma stratejisinin sadece ürün kalitesine göre değil, hedef kitleye göre de farklılaştığı görülmektedir. Yani perakendecilik açısından hangi satın alma gücüne sahip tüketiciye satış yapıldığına göre de kâr marjını ayarlamanın önceliği olmalıdır. Fiyatlama davranışlarının da hedeflerin de buna göre planlanması isabetli olur. Yoksa yerli ürünlerimizde bile yabancılara göre dolar ve euro bazında pahalı kalıyorsak, sözün bittiği yerde olduğumuzu artık kabul etmemiz gerekir.
Ercüment Tunçalp
Ham bal en doğalıdır!
Tüketicinin bal konusundaki kafa karışıklığı çok normaldir. Zira yanlış bilginin düzeltilmesi ve müşterinin aydınlatılması değil ticari fayda sağlanması öncelenmektedir. Dolayısıyla birçok gıda kategorisinde; küresel markalar bile ülkemizde rahatlıkla batı ülkelerinden farklı içerik kullanabilmektedirler.
Bugünkü konumuza geçecek olursak; Avrupa’da ayrı bir ham bal müşterisinin varlığından bahsetmek mümkünken, bizde görünüşü itibariyle daha çarpıcı olan cam gibi berrak işlenmiş bal tercih edilmektedir.
Oysa bilinmelidir ki; doğal olan ham baldır.
Bu bal, kovandan elde edildikten kısa bir süre sonra katılaşabilir, yani halk dilindeki şekliyle donar. Güya ilk olumsuzluk da(!) burada ortaya çıkar. Zira tüketici nezdinde bu durumun “şekerlenme” şeklinde değerlendirilmesi ve bala şeker ilave edildiğine inanılması yanlış algının kaynağıdır.
Oysa bu balın doğal halidir ve katılaşmış şekilde de tüketilebilir. Şimdi bundan sonrasına da bakalım. Tüketiciyi aydınlatmak için uğraşmak yerine, balı onun beğeneceği forma sokmak çok daha kestirme bir yoldur. Dolayısıyla ürün benmari ve filtrasyon işleminden geçirildikten sonra market raflarında gördüğümüz şekliyle albenisi olan berrak bir yapıya kavuşur. Ballara uygulanması çok gerekli olmayan bu durum tamamen tüketici tercihidir. Oysa Avrupa’da ham bala olan talep sürekli artmaktadır. Zira bilinçli tüketici, ısıl işlem ve filtrasyon esnasında az veya çok besin değerinde kayıplar yaşanacağını bilir. Pastorizasyon, balın içinde bulunan enzimleri ve vitaminleri; filtrasyon ise polenleri azaltabilir. Ham balı doğal yapan işlemden geçmemiş olmasıdır.
Bu bakımdan tüketici için bir ham bal vardır, bir de işlem görmüş bal vardır. İşlem görenler de; standartlara uygun olan bal ve gerçek olmayan bal (çeşitli karışım veya arının yapmadığı bal) şeklinde ikiye ayrılır. Elbette hiçbir üretici “yoğurdum ekşi” demeyeceği için bu ayrımı yapmak tüketiciye düşmektedir. Bakarak anlamak mümkün olmadığı için de ya etiketinde ‘ham bal’ yazılı ürünü ya da kötü şöhreti olmayan (tağşiş listelerinde yer almayan) güvenilir markaları tercih etmek en uygunu olacaktır.
Uzmanların da tavsiyesi; “balın şifasından yararlanmak için ham haliyle tüketilmelidir” şeklindedir. (Taylan Samancı – Ziraat Yüksek Mühendisi).
Ham balın önemli bir üretim süreci yoktur. Kovan peteklerinden süzülen bal, balmumu ve ölü arı gibi yabancı maddelerden ayrılması için bir ağ veya bez üzerine dökülerek süzüldükten sonra kavanozlanır. Bu kadar!
Pastorizasyon ve filtrasyon gibi adımları içermez. Basitçe söylemek gerekirse; ham, çiğ, doğal, saf, işlenmemiş, ısıtılmamış, filtrelenmemiş ve en gerçek bal ifadelerinin tümü balın bu şeklini tanıtmak için yeterlidir. Bu balı satışa hazırlamak için mutlaka fabrikaya ihtiyaç yoktur. Doğrudan petek balından elde edildiği için içeriğinde polen taneleri, balmumu ve propolis bulunma olasılığı yüksektir. Bu da onu bulanık ve sevimsiz görünüme sahip kılabilir. Olsun, bunlar ürünün önemli özelliği ve doğal görünümüdür.
Güvenli ticari ballar ise saf balın (ham bal) rafine edilmiş halidir. Bunun dışında raflarda maalesef sahte ballara, hatta arı ile hiç tanışmamış ballara da her an rastlamak mümkündür.
Ham bal, bir bal çeşidi değildir. Doğal yapısı bozulmadığı için balın tam da kendisidir. Her çeşit balın ham olanı mevcuttur. Örneğin ham çiçek balı, ham çam balı, ham kestane balı gibi…
Yani tamamının ortak özelliği kovandan çıktığı şekilde doğal yapısını koruyor olmasıdır. Bizde 1-2 marka dışında ham bal satışı pek yoktur.
Dünyada ise “Raw Honey” ham balın ismidir. Ve batı ülkelerindeki market raflarında bu bal donuk görünümünü muhafaza eder, bilinçli tüketici için de bu durum sorun olmaz, tam tersine tercih nedeni olur.
Türk Gıda Kodeksi Bal Tebliği’nde ham bal tarifi; “45 dereceden yüksek ısıl işlem görmemiş ve 0.3 mm den daha büyük filtreler ile filtre edilmiş ballar ‘ham bal’ olarak tanımlanabilir” şeklindedir. Sınırlarımız dışına çıkıldığında ise bu bakışın değiştiğini izliyoruz. Zira küresel anlayış, hiçbir şekilde filtre edilmemiş ve hiçbir derecede ısıtılmamış balları ham bal sayıyor. Nitekim Avrupa’da çoğu ham bal ambalajı üzerinde “filtre edilmemiş ve ısıtılmamış” ibareleri yer alıyor. Dolayısıyla Gıda Kodeksi’nde ham balın neden yukardaki şekilde ifade edildiğini anlayabilmiş değilim. Öğrenmeyi çok isterim.
İşte bal gurmesi Ahmet Bağran Aksoy’un tanımı: “Ham bal, arı kovanından sofralara doğrudan gelen ısıtma gibi endüstriyel hiçbir işlemden geçmeyen, tabiatta bulunabilecek en doğal baldır.” Aynı fikirdeyim…
Almanya, AB’nin en büyük bal ithalatçısıdır, aynı zamanda AB içinde de en büyük bal üreticisidir. Bitmedi, başta bal olmak üzere organik gıda ürünleri için de Avrupa’nın en büyük pazarıdır.
Sağlık bilincine sahip Alman tüketici, sağlık yararları olduğu bilinen yiyecekleri özellikle takip eder. İşte tam da bu arayışın sonucu onlar için ‘tıbbi bal’ı önemli hale getirmiştir. Bu konuda en başarılı örnek, Yeni Zelanda’dan gelen manuka balıdır. Manuka bitkisinin çiçeklerini tozlaştıran arılar tarafından üretilen bir çiğ (ham) baldır.
Sonuç olarak; Avrupa’nın en büyük organik pazarına belki sahte balı göndermek mümkündür ama bunu tüketicisine yedirmek o kadar kolay değildir.
Not: Geçtiğimiz haftalarda Yunanistan- Türkiye fiyat kıyaslaması yapmıştım.
“Biz tarım ülkesiyiz, daha geniş meyve sebze kıyaslaması yapın” talebi geldi.
Aşağıdaki listede görüleceği üzere bu isteği de yerine getirdim. Fark daha da açıldı. Euro bazında yüzde 54 daha pahalı çıktık. Üstelik komşuda bazı ürünlerin organik olmasını da hesaba katmadım. Yani oradakinin organik olması yanında bizdeki normal üründen ucuz olması da fiyat farkını artıracaktır.
Don olayının nasıl fırsata çevrildiğini de daha önce açıklamıştım.
Fiyatlar 2 Temmuz 2025 tarihine aittir. Euro kuru da 47.- TL olarak aynı gün için dikkate alınmıştır.
Ercüment Tunçalp
Ekonomik büyüme mi, kalkınma mı?
Başlıktaki sorunun cevabı, ‘her ikisi de’ olmalıdır. Zira yeterli büyüme olmadan kalkınma olmaz, kalkınma olmadan ise büyüme gerçekleşebilir ama o da vatandaşa ilaç olmaz.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye ekonomisi 2025’in ilk çeyreğinde yıllık bazda yüzde 2 büyüme kaydetmiş.
Kalkınma olmadan büyüme, toplumun çoğunluğu tarafından hissedilemiyorsa sadece bir veri olarak kenarda durur. Zira gelir dağılımında adaletsizlik sürdükçe, ülkede çalışmaya hazır nüfusun üçte biri işsiz ise (geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 32,2) rakamsal artış kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Yani halkı ilgilendiren kalkınma tarafıdır. Bu da sadece üretimin artması ile değil gelir adaletinin sağlanması, kurumsal yapının güçlenmesi, eğitim ve sağlık sistemlerinin genişlemesi ve de refahın yaygınlaşması ile ölçülür. Kısaca kalkınma ekonomik büyümeden çok daha fazlasını ifade eder.
Kaldı ki büyüme tarafında da sorunlarımız var…
Üretici tarafına baktığımızda; tarımda yüzde 2, sanayide ise yüzde 1,8 küçülme gerçekleştiğini görüyoruz.
Peki büyümeyi yukarı çeken nedir?
Büyümenin lokomotifi deprem konutları ve kentsel dönüşüm etkisiyle gelen inşaat sektöründeki yüzde 7,3’lük, bilgi ve iletişim faaliyetlerindeki yüzde 6,1’lik büyümedir.
Bu güne kadar hep ‘tüketime dayalı büyüme’ diyorduk, şimdi o da sadece dayanıksız tüketim harcamasından gelen yüzde 2,05’lik büyüme ile sınırlı kaldı. Dayanıklı tüketim malları harcamasındaki dramatik küçülme oranı ise yüzde 6,52 dir.
2025 ilk çeyrekte GSYH, geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 2 büyüse de, bu oranın ülke büyüme potansiyelinin çok altında kaldığını söylemeye bile gerek yoktur. Yüzde 4’ün altındaki her oran kalkınmadan biraz daha uzaklaşıldığını ifade eder.
Ekonomik büyümenin nasıl kullanıldığı da önemlidir.
Birleşmiş Milletler Üniversitesi Dünya Kalkınma Ekonomisi Araştırma Enstitüsü tarafından yürütülen bir çalışmada, “Yoksulluğu azaltma ve kamu mallarına erişimi artırma konusunda başarı gösteren ülkelerin çoğu, bu ilerlemeyi güçlü ekonomik büyümeye dayandırdı” deniyor.
Enstitü, ancak faydaların yalnızca seçkin bir gruba akması durumunda büyümenin sürdürülemeyeceğini de belirtiyor.
Dolayısıyla Türkiye örneğinde olduğu gibi sıcak para girişleri ile finanse edilen tüketim iştahı, sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin garantisi olamadı.
OECD raporunda, Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 2,9 ve gelecek yıl yüzde 3,1 büyüyeceği tahmin ediliyor. Rapora göre, daha sıkı finansal koşullar ve mali konsolidasyon hane halkı tüketimini sınırlandırırken, bu yıl zayıf dış ticaret nedeniyle özel sektör yatırımları ve ihracattaki büyümenin yavaşlaması ancak 2026’da kademeli şekilde toparlanmayı işaret ediyor.
İşte ekonomimize dışardan bakan iki ayrı gözün tespitleri bunlar…
Sonuç olarak; bizde büyüme adına daha çok tüketim ve daha az tasarruf tercihi sürdükçe, ‘üretimde verimlik’ ihmale uğradıkça, ne enflasyonla mücadele kazanılır ne de refah gelebilir. Büyümede üretime ağırlık vermek (tarım ve sanayi başta olmak üzere) bize bir türlü uymuyor.
Oysa üretimde gerileme en kötüsüdür. Zira geniş halk kitlesinin yoksullaşmasına sebep olur. Sağlıksız büyüme dediğimiz de budur.
Forbes’un küresel dolar milyarderleri listesindeki 35 Türk’ün toplam serveti 79,5 milyar dolar çıkmış. Bunun “bir rekor” olduğu, Forbes Türkiye’nin yayımlanmaya başladığı 2005’ten bu yana milyarderlerin toplam servetlerinin hiç bu kadar yüksek olmadığı da açıklanmıştır. Bu rekorun, ekonomik sıkıntıların arttığı bir durgunluk dönemine tesadüf etmesi de dikkat çekicidir.
TÜİK verilerine göre Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesim, toplam gelirin yaklaşık yüzde 48’1’ini alırken, en yoksul yüzde 20’lik kesim sadece yüzde 6,3’ünü alabilmektedir. Bu zengin ile yoksulun arasındaki makasın oldukça açık olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla Türkiye gini katsayısına göre de Avrupa’da gelir dağılımı eşitsizliğinde ilk sıradadır. Dünyadaki 130 ülke içinde ise 28. sıradadır. (Bianet)
Kaldı ki, önümüze gelen her veriyi birbiriyle de kıyaslamak zorundayız. 2024 yılı fert başına gelirimizin 15.463 dolara yükseldiğini görüyoruz. Ancak bu durumda 4 kişilik bir ailenin 62 bin dolara varan yıllık gelirinin karşılığı 2.5 milyon lira ve bu da aylık 208 bin lira demektir. Böyle bir gelir nüfusun çoğunluğunu acı acı gülümsetir. Çünkü ayda 208 bin lirayı yan yana hiç görmeyen büyük bir kitle vardır. Elbette açıklanan fert başı gelir ortalama bir değerdir ve ülkede bir yıl içinde yaratılan toplam katma değerin (GSYH’nin) nüfusa bölünmesi ile bulunur. Ancak yukarda da belirttiğimiz gibi pramitin üst kısmında birikme yapmaktadır. İşte esas sorun da zaten buradadır…
-
Ercüment Tunçalp5 ay önce
Fahiş fiyat nedir, nasıl anlaşılır?
-
Genel Haberler5 ay önce
“Gerekçeli karar tarafımıza tebliğ edildiğinde karara karşı derhal tüm yasal yollara başvurulacaktır.”
-
Ercüment Tunçalp6 ay önce
Fırsatçı enflasyonu nedir, nasıl gelişir?
-
Genel Haberler6 ay önce
İstanbul PERDER üyeleri, Yerelist değerlendirmesi yaptılar