Ercüment Tunçalp
AVM’lerde bitmeyen kira sorunu
AVM’lerin yıllardır süren kronik sorunlarının başında; plansız yatırımlar ve dövize endeksli kiralar geliyordu. Bu konularda 15 yıldır görüş belirten bir kişiyim. O gün neredeysem bu gün de oradayım. “Yan yana bakkal açılamazken, bitişik nizam AVM’ler nasıl açılabiliyor?” diye defalarca sormuş ve yine en başından beri “Gün gelecek dövize endeksli kiralar ödenemeyecek” demişim.
Dolayısıyla, yatırımcı tarafında da, markalar tarafında da, hatta hükümetin aldığı bazı gecikmiş kararlarda da müşterek yapılmış hataların payı vardır.
Özetleyecek olursak;
- AVM yatırımcıları Avrupa’da göremedikleri serbestliği burada görünce; şehirlerin merkezlerine 4-5 tane AVM’yi yan yana kondurmaktan çekinmediler.
- Bir gün doyuma ulaşılacağını düşünmedikleri gibi satın alma gücü bizden 4-5 kat fazla olan müşteriye sahip Avrupalının satış alanı ile bizimkini kıyasladılar ve “daha gidilecek çok yol olduğu” sonucuna vardılar.
- Yatırımcılar, o gün sıraya giren markalardan alacakları dövize endeksli kiralara güvenerek, bankalardan döviz kredileri aldılar. TL geliri olan kiracının bir gün kurdaki ani değişimlerle döviz borcunu ödeyemeyeceğini göremediler, yanıldılar ve risk aldılar. Kuru sabitlemeleri bile ilaç olmadı!
- Markalar, her yerde bulunmak ve rakibe de yer bırakmamak uğruna istenen dövize endeksli yüksek kiraların sözleşmeye yazılmasına hiç itiraz etmediler.
- “Gelir hangi para cinsinden ise borç o para cinsinden olmalıdır” temel kuralını hiçe saydılar ve o gün nispeten yatay seyreden kura güvenerek onlar da risk aldılar.
- 2018’e kadar dövize endeksli kiraları dikkate almayan hükümet o gün maç oynanırken kuralı değiştirdi ve kiralar TL’ye dönüştürüldü. Elbette baştan beri doğrusu buydu ama çok geç kalınmıştı…
Bugüne gelindiğinde ise; yatırımcı açısından kur artışı ile eriyen kiralar karşısında, AVM yönetimi ile perakendeciler arasındaki kira krizinin yeniden alevlenmesi de beklenen bir şeydi ama artık bunun geriye dönüşü yoktu.
Bu anlamda; Alışveriş Merkezleri ve Yatırımcıları Derneği (AYD) Başkanı Nuri Şapkacı’nın, “Bazı perakende STK temsilcilerinin basından takip ettiğimiz negatif söylemlerinin, yakın zamanda yapılacak yatırımlara ve perakende sektörünün bu süreçteki planlarına zarar vereceğini düşünüyorum” beyanını flu görüyorum. Daha net açıklama yapmasını beklerdim.
Örneğin, BMD Başkanı Sinan Öncel’in bahsettiği, “10 uzama yılını dolduran kontratlarda 6-7 kata varan kira artış talepleri” negatif yaklaşım mı oluyor?
Kira, perakendecinin en büyük maliyet kalemidir ve ciro içindeki payının üst sınırı bellidir. Ve bu sebeple ya ciro artışı ile paralel gitmelidir ya da dükkan boşaltılmalıdır.
Nitekim buraya kadar ki görüşlerimi teyit eden sektör içinden kıymetli görüşler ve bilgiler de gelmektedir. Örneğin, AVM’lerde ortalama doluluk oranının yüzde 85 olduğu; 14 milyon metrekarelik kiralanabilir alanın 2 milyon metrekaresinin boş olduğu bildiriliyor. (Kaynak: Murat İzci)
Bu oran ortalama olduğuna göre birçok AVM’de yüzde 20’nin üzerinde boşluk olduğunu da kabul etmek gerekir. Ve bu durumda da en azından mevcut kiracıyı elde tutmak için biraz daha uzlaşmacı yaklaşım gerektiği çok açıktır…
Bir diğer görüş, Kurun Alışveriş Merkezleri Danışmanlık ve Proje Yönetimi Başkanı Hakan Kurun’dan geliyor. “Gayrimenkulün bu kadar değerlendiği ülkemizde; şehrin en kıymetli alanında geliştirilen bu yatırımların beklenen getiriyi sürdürülebilir olarak perakendecilerden elde etmesi mümkün değildir. Perakende sektörü dünyadaki konjenktürden kaynaklanan ve bölgemizdeki gelişmeler sebebiyle beklediği kârlılık ve ciro oranlarını yakalayamamaktadır. AVM yatırımcılarının hızla proaktif kararlar alıp dönüşüm planlarını yapmaları gerekmektedir. Perakendeciler bu getiriyi sağlayabilecek durumda değiller ve olamayacaklardır” diyor. O kadar doğru bir teşhis ki…
Alışveriş Merkezi Danışmanı Avi Alkaş’ın ise biraz farklı tespitleri var…
“Yasal müdahalelerle kira artışlarının frenlendiği, kira artışları olmadığı için AVM yatırımlarının cazibesini yitirdiğini” söylüyor. Hemen arkasından da, “Şimdi bu durumda tekrar AVM yatırımları başlayacak. Yavaşlayan, yarım kalan işlerin hızlanarak tamamlandığını göreceğiz” diye de devam ediyor…
Burada kendisine sormam gereken birkaç soru bulunuyor…
- AVM yatırımları sadece kira artışları frenlendiği için mi cazibesini yitirdi?
- Plansız yatırımların veya şu anda boş olan şehirler hariç, bazı bölgelere aşırı yoğunlaşmanın yavaşlamada hiç etkisi olmadı mı?
- AVM yatırımları cazibesini yitirdiyse tekrar nasıl başlayacak?
- AVM yatırımcısı mutlu değilse bu yatırım iştahı nasıl oluşacak?
- Bahsedilen düşük kiralara rağmen boş olan 2 milyon metrekarelik satış alanının neden dolmadığı üzerinde hiç durulmayacak mı?
Sonuç olarak; tarafların özeleştiri ve empati yapmadan gerçek iş ortaklığını tesis etmesi oldukça zordur. Bizim ülkemizin şartlarını dikkate almadan da batı ülkeleri ile yapılan kıyaslamaların sonuç vermeyeceğini görmek gerekiyor. Halk arasında sık kullanılan “nalıncı keseri” tek taraflı yontma işlemi yapar. Yani ticaretin bir tarafın arzusuna göre şekillendiği durumdur. Ve sürdürülebilme şansı olmadığı için bundan kaçınmak gerekir. Nitekim 90’lı yılların başlarından itibaren bu ticaretin daha kazançlı olan tek tarafı vardı ve hakem geç de olsa duruma el koydu.
Bu da dengeyi sağlayamadığına göre çözüm; hâlâ döviz kredi borcu olan yatırımcılar varsa TL’ye dönme imkanını zorlamalılar, hatta bu konuda siyasi otoriteden de destek görmelidirler.
Diğer kalıcı çözüm ise; gerçek iş ortağı gibi ciro üzerinden pay almaktır ki, bugünün kriz ortamında taşın altına elini koymayan kimse kalmasın…
Elbette bütün bunlara rağmen son çare de bazı yatırımlar için daha fazla gecikmeden dönüşüm kararı almaktır.
Ercüment Tunçalp
Dezenflasyon var mı, yok mu?
En yetkili ağızlardan “Dezenflasyon süreci devam ediyor” sözlerini duydukça, ben de bir an ‘acaba aynı ülkede mi yaşıyoruz?’ diye şüpheye düşüyorum. Dolayısıyla olmayan bir şeyin devamından bahsedilemeyeceği için konuyu sizlerle paylaşmak istedim.
Şimdi önce dezenflasyon tanımına, sonra da son 4 aylık verilere bakalım…
Dezenflasyon; fiyat artış hızının, yani enflasyon oranının zaman içinde azalması anlamına gelir. Kısaca yüksek enflasyondan düşen enflasyona geçişi ifade eder. Tekrar edelim; dezenflasyon sürecinde enflasyon oranı düşer.
Bakalım böyle bir durum var mı?
Evet Ekim ayı verileri de geldi ve tablo yine değişmedi. Yani düşüş söz konusu değil. Üstelik Mahfi Eğilmez TÜİK’in Ekim ayı enflasyon verisini açıklamasından hemen sonra Sherlock Holmes göndermesi yaptı.
Hocanın X hesabından yaptığı paylaşım şöyle:
“Sherlock Holmes: Kişinin verileri dikkate almadan teori oluşturması ciddi bir hatadır. Bunu yapan kişi, teorisini gerçeklere uydurmak yerine, gerçekleri eğip bükerek teorisine uydurmaya çalışır. ‘Enflasyon ve Türkiye konulu çalışmaya giriş’” şeklinde bir değerlendirme yaptı. Aynen katılmakla birlikte ben değerlendirmemi yine de resmi enflasyona göre yapacağım.
İşte son 4 ayın verileri:
| Temmuz | Ağustos | Eylül | Ekim | |
| TÜFE (yıllık % değişim) | %33,52 | %32,95 | %33,29 | %32,87 |
| TÜFE (aylık % değişim) | %2,06 | %2,04 | %3,23 | %2,55 |
Burada dezenflasyon nerede?
Yıllık enflasyonda 0,42 puanlık düşüşü ‘gerileme’ sayacağız ama aylık enflasyonda temmuz ve ağustos’a göre yarım puanlık artışı görmezden geleceğiz, öyle mi?
Hem de İTO’nun aylık yüzde 3,3’lük enflasyonunu hiç dikkate almadan; TÜİK’in yüzde 2,55’lik aylık oranının ise, birçok ülkede yıllık olarak yaşandığını da pas geçerek…
Şimdi de dezenflasyon için en fazla ihtiyaç duyulan tedbirlere bakalım…
- Enflasyonu düşürmek üzere öncelikle belirsizlikleri azaltarak güveni artırmak ve vatandaşın enflasyon beklentisini düşürmek gerekiyor. Vatandaş kendi yaşadığına bakarak resmi enflasyon oranlarına inanmadığı için bu mümkün olamıyor. Nitekim ekim ayı MB açıklamasına göre, 12 ay sonrası için hane halkı enflasyon beklentisinin yüzde 54,39’a yükselmesi bundandır. Bu durum negatif faizle de birleşince hane halkını tüketime yöneltiyor ve talebin canlı kalmasını sağlayarak fiyat artış hızının düşüşünü sınırlıyor.
- Merkez Bankası ekonomideki aşırı ısınmayı önlemek için faizleri artırabilir, para arzını sınırlayabilir. Bu sıkılaştırıcı önlemler talebi azaltarak enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki enflasyon düşüşü 4 aydır kesintiye uğramasına rağmen yukardaki önlem alınmış mı? Hayır tam tersi yapılarak faiz indirilmiş…
- Kamu harcamalarının azaltılması, bütçe disiplininin sağlanması da enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki böyle bir önlem de var mı? Gerçekleşmediği ortada…
- Verimlilik artışı için teknolojik yenilikler maliyetleri düşürür. Dolayısıyla düşük üretim giderleri fiyatların daha yavaş artmasını ve bu da enflasyonla mücadeleye katkı sağlar. Peki böyle bir iyileşme görüyor muyuz?
Tam tersine maliyetlerin yüksekliği için en çok verimsizlik şikayet konusu oluyor.
- Yolunda giden tek husus döviz kurundaki yatay seyirdir. İthalat maliyetini azaltır, fiyatların yukarı yönlü baskısını düşürür. Ancak bu başarı rezerv yakma pahasına gerçekleştiği için sürdürülebilir değildir.
Sonuç olarak; ekim ayında politika faizini en azından sabit tutmak gerektiğini boşuna söylemiyorduk. İndirim 100 baz puan olsa bile süreci zora sokacağını, bizim gibi düşünenlerle birlikte ifade ediyorduk. Zira yüzde 44’lerden yüzde 33’lere inen ama 4 aydır kıpırdamayarak orada sabitlenen bir enflasyon, dezenflasyonun kesintiye uğradığını ve yapışkan hale geldiğini anlatıyor. Üstelik Sayın Şimşek’in 2.5 yıl önce devraldığı enflasyonla (%39) bugünkü enflasyon (%33) arasında sadece 6 puan fark varken, ne kadar zorlansa da buradan başarı hikayesi çıkmaz.
Kaldı ki Eylül 2025’te Türkiye’nin aylık tüketici enflasyonu yüzde 3,23 ile G20 ülkeleri arasında en yüksek oran olmuştur. Yıllık bazda da Türkiye, Arjantin’i geride bırakarak OECD ülkeleri içinde en yüksek enflasyona sahip ülke konumuna yükselmiştir. (TEPAV)
Kaldı ki TCMB’nın son faiz indirimi ile karar metni de uyumlu değildir. Zira “Başta gıda olmak üzere son dönem fiyat gelişmelerinin enflasyon beklentileri ve fiyatlama davranışları kanalıyla dezenflasyon süreci üzerinde oluşturduğu riskler belirginleşmiştir” dedikten sonra yapılan faiz indirimi çelişki oluşturmuştur. Biz farklı bir şey söylemiyoruz. ‘Bu yapışkan enflasyon idari hatalar dışında açgözlü fiyatlama davranışlarının da sonucudur’ diyoruz.
Eylem ve söylem birliği güven artırıcı asli unsurdur. Enflasyonla mücadelede ilk sıraya alınacak kadar da büyük bir ihtiyaçtır.
Ercüment Tunçalp
Fiyatlandırmada kaos var!
Kaos; bir kargaşa ortamının, daha doğrusu kontrol edilemeyen istikrarsız bir durumun ifadesidir. Konu fiyatlandırma olunca da bir ürünün belli bir perakende fiyat seviyesi yerine “tutturabildiğine” usulünün piyasaya hakim olduğuna işaret eder.
Yüksek enflasyonun fırsatçılara sunduğu bu ortam kendi açılarından çok iyi değerlendirilmektedir. “Nasıl olsa her hafta fiyat değişikliği var, benim payım da araya kaynasın” anlayışını şimdiye kadar sayısız örnekle göstermeye çalıştım.
Bunlara tekrar göz atalım…
- Yer yüzünün en pahalı yeme içme yerlerinin bizim havaalanlarımızda bulunduğunu artık herkes biliyor.
- Market fiyatlarımızın da dolar ve euro bazında en yüksek fiyat seviyesine ulaştığını 30’a yakın ülkeyle yaptığımız kıyaslamalar gösteriyor.
- Elbette bu kadar da değil. Ülke içinde raf fiyatları arasındaki kaos daha büyüktür. Sakın yanlış anlaşılmasın aylık alışverişin fiş tutarından bahsetmiyorum. Onlar birbirine yakın çıkabilir. Bahse konu olan birebir aynı markaların bir markette 100 TL, diğer markette 200 TL olan fiyatlarıdır. Bunlara dair de bolca örnek gösterdim.
- Meyve sebzede kalite farkı da işin içine girdiğinden daha da şaşırtan fiyatlara rastlamak sıradanlaştı. Ekim ayının ortalarında bir market kaliteli mandalinayı 36 liraya satarken diğer market çıkmasını iki katı fiyata satabiliyor. Büyük perakendeci ölçek avantajı sebebiyle daha ucuz satması gereken karnıbaharı 140 liraya satmaya uğraşırken (satamadığı için kalite kaybı vardı), rakip yerel market 80 liraya satıyordu. Kalite farkını da dikkate alırsak fark yüzde yüzden fazladır.
- Dünyanın hiçbir yerinde, arada bu kadar büyük makas ve haksız kazanç tespit edilebilmiş değildir. Esas şaşırtıcı olan; zaten küresel ölçekte en pahalı olan şehir merkezindeki fiyatlarımızla havaalanı fiyatlarımız arasındaki anormal durum da küçük bir azınlık dışında kimsenin fazla ilgisini çekmiyor.
- İşte aşağıda bulunan listede, Budapeşte şehir merkezi ile havaalanı fiyatları arasındaki makul farkları ve ikinci bölümünde de Budapeşte ile İstanbul havaalanları arasındaki yüzde 100’ü aşan fiyat farkları oldukça ilgi çekicidir.
- Budapeşte – İstanbul şehir merkezleri arasındaki fiyat farkı da daha önce yaptığımız iki ayrı kıyaslamadan görülebilir. Kıyaslamaların ilkinde %28 pahalı iken ikincisinde %33 pahalı çıkmıştık. Yani aradaki fark daha da açılmaktadır.
- Dengesizlik bununla da sınırlı değildir. Avrupa’da ve Amerika’da discount market zincirleri ile süpermarket zincirleri arasında ezelden beri yüzde 10-15’lik bir fiyat makası vardır. Bizde bu formatların ilk yıllarında da böyleydi. Ne zamanki yüksek enflasyon hayatımıza girdi, bu denge bozuldu. Elbette bunu kabul etmeyenler çıkacaktır. Bunun en kolay tarafı 2 ayrı kıyaslama yapılmasıdır. Yani birincisi piyasanın tanınmış markalarının yer aldığı fiyatların karşılaştırılması, ikincisi de sadece market markalı ürünlerin kıyaslanması olmalıdır. Biz ikisini de yaptık ve sonuçlarını yayımladık.
- Tedarikçilerin veya meslek temsilcilerinin matematiğe ve istatistiğe uymayan fiyat artış talepleri de güncel konularımızdandır. Et ve süt ürünlerinde dolar ve euro bazında en yüksek fiyatlara sahip ülke durumunda bulunmamıza rağmen buna verilen cevap, “maliyetlerimiz yetmiyor, girdilerimizin çoğu ithal” oluyor. Girdilerin tamamı ithal olsa bile, hiç olmazsa raf fiyatlarının küresel seviyeye yaklaşması gerekmez mi?
- Son yılların en büyük alışkanlığı sadece yukarı yönlü fiyatlama (tek yönlü) davranışlarıdır. Örneğin 2023 yılında iklim değişikliği sebebiyle kakao arzında bir düşüş varsa çikolata fiyatlarının artması doğal sayılabilir değil mi?
Peki rekolte artar ve kakao fiyatları düşerse çikolata fiyatları neden düşmez?
Dedim ya fiyatta belli bir seviye yakalandığında, o nokta kazanılmış hak oluyor. Oradan geriye dönüş mümkün olmuyor (indirim dönemlerindeki geçici düşüşler hariç). Aynı olay ayçiçek yağında ve çam balında da geçerlidir. Hele ayçiçek yağı daha özel ilgiyi hak ediyor. 2022 yılındaki Ukrayna- Rusya savaşı ile oluşan kriz giderilmesine, küresel rekoltede artış olmasına rağmen bizde nedense durum değişmiyor. “Ama biz yarısını üretiyoruz, diğer yarısını ithal ediyoruz” diyenler var. Ben tamamını ithal ettiğimizi varsayıyorum. Ülkesinde hiç yağlık ayçiçeği üretimi olmayan, tamamen ithalatçı olan diğer ülkelerden dolar veya euro bazında yüksek seviyeyi nasıl hak edebiliyoruz?
Hem de fiyat farkı az buz değil. Son bir yıl içinde yaptığımız kıyaslamalarda, ayçiçek yağında dolar ve euro bazında raf fiyatlarımızın değişik ülkelerden aşağıdaki oranlarda pahalı olduğunu tespit ettik. İtalya’dan %105, Macaristan’dan %84, Hollanda’dan %103, Kazakistan’dan %95, Yunanistan’dan %74 ve Bulgaristan’dan %49 daha pahalıyız.
Çam balına gelince; sakın kimse bana ‘orman yangınları’nı neden olarak göstermesin. Zira ben bu seneki rekoltenin geçen yılın çok üstünde olduğundan bahsediyorum…
Sonuç olarak; tarımsal ürünlerde ‘var yılı’, ‘yok yılı’ arasında fark kalmamıştır. Oysa yok yılında bir ürünün rekoltesi düştüğü için fiyatı artarsa, var yılında tersi olmak zorundadır.
Hayır, öyle olmuyor. Her iki durumda da fiyat artışları sürüyor.
Kaldı ki yapılan büyük indirimler bile brüt kâr marjlarının nasıl oluştuğunu açığa çıkarıyor. Örneğin insert içinde 100 liralık bir ürünün %40 indirimle 60 liraya satıldığını görüyoruz. Bir gıda ürününde bu kadar büyük indirime rağmen hâlâ para kazanıldığına göre (aksi iddia edilemez), fiyatı yapanın hiç yorulmadan aldığı fiyatı 2 ile çarparak normal raf fiyatına ulaştığı anlaşılır.
Dolayısıyla indirim zamanında çok küçük kârla yapılan satış (stoklarla sınırlıdır) normal fiyata döndüğünde gerçek kazanç ortaya çıkar. Bu arada eş zamanlı olarak tüketicinin de gönlü alınmış olur.
İşte yüksek enflasyonun esas yıpratıcı etkisi budur. Bunun arkasına saklananların da olduğu iyi bilinmelidir.

Ercüment Tunçalp
Konkordato fırsatçıları
Beş sene önce iyi niyetli olduğu halde yapılan hata sonucu şirket sağlığını tehlikeye atanlar için “Nakit akışı ihmale gelmez” uyarısı yapmış ve çözümlerini de yazmıştım. Bir sene önce ise büyük artış gösterdiği için “Konkordato salgını önlenmelidir” tavsiyesinde bulunmuş ve kar topu gibi büyüyen yıkıcı etkisini gündeme getirmiştim.
Ancak düşündüm ki; gerçek konkordato ihtiyacı beliren şirket ile fırsatçıyı ayırmak gerekiyordu. İşte bu günkü konumuz da bu ayrımı yapmak üzerinedir.
İşin hukuki tarafı ile değil ahlaki ve ticari tarafı ile ilgili olduğumuzu da baştan belirtmeliyim. Konkordatonun en yıkıcı sonucu, bu hakkı elde eden şirketin borçlu olduğu işletmeleri de ateşe atmasıdır.
Nasıl mı?
Konkordato talebi kabul görüp onaylanan şirketler, belli bir süre devlet kontrolüne giriyorlar. Olumlu tarafı budur. Ancak bu zaman diliminde (mahkemece belirlenen), alacaklılar haciz işlemi başlatamıyorlar.
Peki kötü niyetli bir şirket bu kapıyı nasıl aralayabiliyor?
Öncelikle bu fırsatçıların empati yoksunu olduğunu ve dara düşecek tedarikçilerinin riske giren ticari yaşamları ile hiç ilgilenmediklerini kenara not edelim.
- Yukarda da belirttiğim gibi konkordato şartlarının başında nakit akışının bozulması gelir. Peki bu fırsatçılar için nakit akışını bozmak o kadar zor mu?
Hayır, alacaklıların hakkı olan parayı usulüne uygun (!) şekilde şirket dışına çıkarmakla hem istenen şartlar oluşuyor hem de o para dışarda çeşitli finansal yatırımlarla refah artırıcı araç haline gelebiliyor. İşin kötüsü yakın çevrenin gözü önünde gerçekleşen ve düşmeyen yaşam standardı da özendirici oluyor.
- Hilenin bütün çeşitlerini bilmemiz elbette mümkün değildir. Zira bunlardaki yaratıcılık bizi aşmaktadır. Ancak depoların aşırı doldurulması ve bir kısmının nakit ödeme karşılığında alış fiyatının altında elden çıkarılması bir işarettir.
Daha sonra o eldeki paranın izi sürülmelidir. Başka bir şirkete devredilmek üzere gayrimenkul yatırımı en yaygın usullerdendir. Ancak minareyi çalan kılıfını önceden hazırlayacağından, tespiti zorlaştırmak için bu işlemlerin zamana yayılması da ihtimal dahilindedir.
- Bu işletmelerden alacaklı olan her tedarikçi zincirleme olarak kendi tedarikçilerini de zora sokuyor. İşte domino etkisi dediğimiz budur.
- Bunun için sadece kamu ve finansal alacaklar yapılandırılmalıdır. Zira hem borç öteleme ile yıkılmayacak 2 muhatap bu kurumlardır hem de bu sürecin cazibesini azaltmak gerekmektedir. Çarkların düzenli işleyebilmesi için ticari borç ödemeleri kesintiye uğramamalıdır. Belki kızanlar olabilir ama bu neredeyse zorunluluk haline gelmiştir. Örneğin aile içinde ticari faaliyeti olan bir amcadan veya dayıdan vadesi belli olan bir borç alındıktan sonra “ben sana bunu ödemiyorum” denebiliyor mu? Hayır. Peki 7 kat yabancıya nasıl rahat söylenebiliyor?
- Bu bakımdan bu fırsatçıların tespiti için daha hassas bir denetim süreci gerekiyor. Böylece koruma zırhını kuşanmanın o kadar kolay olamayacağı gösterilmiş olabiliyor.
- “Hazine ve Maliye Bakanlığı, ‘çok harcayıp az gelir beyan eden veya hiç beyan etmeyenlerin’ peşine düşecek” haberi geç de olsa alınmış olumlu bir kararın ifadesidir. Ancak bu durumun katmerlisini yukarda anlatmış bulunuyorum. Aradaki önemli fark, haberde bahsi geçen grup sadece devleti zora sokarken; konkordato fırsatçıları hem devleti hem de orta ve küçük ölçekteki tedarikçileri aileleriyle birlikte sıkıntıya sokmaktadırlar. Sosyal devlet anlayışıyla bu çok geniş kitlenin mağduriyeti giderilmelidir.
Bu fırsatçıların sayısını az bulan veya cesaret gösteremeyeceklerini düşünenler için iki örnek vereceğim.
- Sivas’ta en çok vergi veren ikinci isim Sivassporlu yabancı futbolcu Charisis olmuştur. Elbette futbolcu da bu duruma şaşırmış olmalıdır.
- Bolu’da 2024 yılında en çok vergi ödeyen kişi youtuber Burcu Atik olmuştur. Atik Ailesi kamp videoları çekip yayınlayan bir vergi mükellefidir. Eminim diğer illerimizde de benzer örnekler bulunmaktadır. Bu yarışta kendilerini zorlayacak bir sanayici, üretici veya satış şirketlerinin olmaması ise düşündürücüdür.
Ödediği vergi ile övünen değil, ondan kaçışı saklayabildiği için huzura eren bir kitleye sahipseniz, konkordato hilesi bunun sadece bir sonraki adımıdır. Bizler vergi denetimlerinin yetersizliğinden bahsederken, bazı iş çevrelerinin vergi denetimlerinden şikayetçi olması ise çok normaldir. Zira alışkanlıkların devam etmesi istenmektedir.
Sonuç olarak; konkordato kulvarı bazı kötü niyetli şirketlerin vurgun yeridir.
Hilenin özeti:
‘Vadeli al, peşin sat/Borcu şirkete bırak, nakiti taşımaya bak/Şirket için konkordato kararı aldır/Sonra o borcun da önemli kısmını ortadan kaldır/Böylece küçük işletmeler birer birer batar, hileyi yapan huzur içinde yatar.’
Duyuyoruz ki; Adalet Bakanlığı’nın görüşe açtığı İcra ve İflas Kanunu’nda değişiklik sağlayan Cebri İflas Kanunu taslağı, konkordato sistemine önemli değişiklik getiriyor. 31 Ocak 2026’ya kadar görüşlerin alınacağı taslakta konkordato kurumu güçlendiriliyor.
Bana göre, konkordato başvurusu için istenen belgeler arasında en önemlileri borçlunun mali tablolarıdır. Son 3 yıla ait bilanço ve gelir tablosu, nakit akış tablosu (paranın izini sürmek için) ve sermaye yapısını gösteren belgeler ilk bakılması gerekenlerdir.
Bu sakıncalı girişimlere mutlaka engel olunmalıdır. Zira haksız konkordato kararlarının; çok sayıda işletmeyi zora sokmasının neticesi devletin de vergi kaybıdır. Bu bakımdan aciliyeti vardır.
