Ercüment Tunçalp
Böyle fiyat kıyaslaması olur mu?
Bir meslek kuruluşu; her ay meyve sebze ve bakliyat üretim fiyatlarıyla raf fiyatlarını karşılaştırmaktadır. Haliyle aradaki büyük fark tüketicide şaşkınlığa ve kızgınlığa sebep olmaktadır.
Nasıl olmasın?
Örneğin, listede elmanın üretici fiyatı 1.23 TL, market fiyatı 4.86 TL, aradaki fiyat farkı oranı da yüzde 295 olarak belirtilmiş.
Buradan çıkan sonuç; 4.86 – 1.23 = 3.63 TL tutarındaki haksız kazanç imasıdır.
Yani alınan fiyatlar doğru olsa bile ifade tarzı temelden yanlıştır.
Kaldı ki üretici fiyatı ile market fiyatı da karşılaştırılabilir halde değildir. Çünkü bu üretici fiyatında KDV yoktur ama raf fiyatında KDV vardır. Önce bu farkı giderelim ve raf fiyatından da KDV’yi düşelim. Raf fiyatı 4.50 TL’ye, aradaki fark 3.27 TL’ye indi mi? Evet ama devam ediyoruz…
Sonra daldaki elma ile marketteki elma aynı değil ki. Dalda olan, karışık kalite ve kalibrajda bir ürün yığını olup, market tezgahındaki ise seçilmiş, ayıklanmış ve boylanmış üründür. Yani, renksiz olanı, kara leke bulunanı, çapı 6.5 cm altında olanı ayırınca maliyet en az 1.50 TL’ye çıkar. Bahçedeki kesim ve toplama işçiliğini ekleyince 1.55 TL olur. Daha ürünü yerinden oynatmadan maliyet bu.
Şimdi geliyoruz en önemli hataya. Bu ürün direk bahçeden gelmiyor ki…
Araştırma tarihi 29 Haziran 2018 olup, tezgahlardaki elma en az 10 ay önceye ait üründür. Çünkü elmanın en erken hasat zamanı Ağustos ayının 2. haftasıdır. Bölgelere göre Eylül ayına sarkanlar da vardır. İstisnai olarak az miktarda Temmuz ayının son haftasında toplanan ürünler olduğunu da biliyoruz.
Ancak gerçek şu ki; bu elmalar soğuk hava deposu kaynaklıdır ve en az 25 kuruş da muhafaza maliyetinden ilave gelecektir. 1.80 TL oldu mu? Oldu ama bitmedi.
Kim bir sene önce ödediği mal bedeline finansman giderini eklemez?
O taktirde ticarette kalıcı olunabilir mi?
Bu oranı da yüzde 15 olarak alalım. Maliyet 2.07 TL oldu mu? Oldu ama yine bitmedi.
Nakliyeler esnasında, depoda indir- bindir işleminde, mağazalara sevkiyat sırasındaki kayıp ve stok farkı maliyetinden gelen en az yüzde 10 fire daha var.
Maliyet 2.28 TL’ ye çıktı.
Şimdi esas para tutan maliyet kalemlerine bakalım. Şehirlerarası nakliye, kasa veya karton ambalaj gideri, hal satış komisyonu, belediye tarafından alınan işgaliye bedeli, şehir içi nakliye ve hammaliye ile market kapısına kadar geldik.
En kısa dağıtım kanalından gelinen bu aşama için minimum 50 kuruş ilave edelim. 2.78 TL oldu mu? Evet markete teslim ettik.
Bir market 2.78 TL’ye malettiği elmayı KDV’siz 4.50 TL’ye satarsa brüt kâr marjı yüzde 38 olur.
Bu marketin genel giderlerinin ciroya oranı da yüzde 23’dür.
Oh oh demek ki geriye yüzde 15 net kâr kalıyor öyle mi?
Hayır efendim. Tezgahta seçilirken sebze meyve tekrar fire vermiyor mu?
Evet ama bu kadarla kalsa iyi. Görünümü bozulan tezgahta akşam saatlerine doğru bir de fiyat indirimi yapıldığını sık sık görüyoruz.
Ayıklamanın ve fiyat indiriminin toplam karşılığı da yüzde 10 kayıptır.
İndi mi net kâr yüzde 5’e?
Ortada kazıkçı market, kazıkçı aracı, kazıkçı nakliyeci gördünüz mü?
Şu mevsimde hiçbir market fırsatçılık yapıp elmayı pahalı fiyata satamaz. Zira yaz meyveleri çıktığından kimse elmaya elini sürmez. Hem perakendeciler arasında hem de meyve çeşitleri arasındaki aşırı rekabet buna izin vermez.
Sorunlarımız;
- Dünyanın en uzun dağıtım kanalından tedarik yapıyoruz,
- Dünyanın en pahalıya mal olan yakıtı ile taşıma gerçekleştiriyoruz,
- Üretici birliklerinin kurulamaması aracı sayısını ve maliyetleri artırıyor,
- Hâlâ taşıma kaplarında tam standarda kavuşamamış olmamız fireyi ve taşıma verimliliğini azaltıyor.
İkinci örneğimizde, kurufasulyenin üretici fiyatı 3.26 TL, raf fiyatı 10.42 TL, fiyat farkı oranı da yüzde 219 olarak gösterilmiş.
Bu üründe de alış fiyatı KDV’siz, satış fiyatı KDV’lidir. Bu farkı da giderelim ve raf fiyatından KDV’yi düşelim. Yeni raf fiyatımız 9.65 TL’dir.
Bu üründe de, tarladaki kurufasulye ile marketteki kurufasulye aynı değildir. Dökme olarak karışık kalibrajlı olup, içindeki yabancı maddesi, bozuk tanesi ayıklanmamış ve temizliği yapılmamış haldedir. Örneğin raftan alınan fiyat muhtemelen 8 üstü ürünün fiyatıdır. Çünkü boylanmamış ürün pakete giremez.
En az 50 Krş. buradan gelir ve yeni maliyet 3.76 TL olur.
Raftaki ürünle aynı duruma gelebilmesi için üzerine binecek diğer maliyetler:
Depolama maliyeti, fire maliyeti, ilaçlama ve çuvallama maliyeti, toplayıcının depo gideri ve kârı, şehirlerarası nakliye maliyeti, paketleyicinin ambalaj ve işçilik gideri ile kârı ve de satış noktalarına nakliye gideri…
Tahminen yüzde 45 buradan gelir ve fiyat 5.45 TL olur.
Bitmedi!
Kurufasulye ülke genelinde Nisan-Mayıs aylarında ekimi yapılan, 100-120 gün sonra da hasat edilen bir üründür. Yani en erken hasat zamanı Ağustos-Eylül aylarıdır. Aynen elmada olduğu gibi şu anda tarladan gelen ürün değildir.
Buna yüzde 15’te finansman giderini eklemek gerekir. Fiyat 6.27 TL’ye çıkar.
Bir market 6.27 TL’ye malettiği kurufasulyeyi KDV’siz 9.65 TL’ye satarsa brüt kâr marjı yüzde 35 olur. Bu ürün ana kalem çeşitler içinde bulunduğundan sık sık insert uygulamalarıyla indirime girer ve kampanyalarda da çok sattığından yukardaki kâr marjı da kağıt üzerinde kalır.
İspatı mı?
Süpermarket zincirleri arasında yüzde 3-4 den fazla net kâr elde edeni gösteren olursa bütün sözlerimi geri alacağıma söz veriyorum!
Birilerinin haksız kazancı gösterilmek isteniyorsa, bahçe ve tarladaki fiyat bir şey ifade etmez. Maliyet fiyatı ile satış fiyatı arasındaki farka bakılır!
Ercüment Tunçalp
Gıda enflasyonunun suçlusu bulundu!
TCMB tarafından yayımlanan “Merkezin Güncesi” bloğunda, “İklim Değişikliği ve Gıda Enflasyonu” başlıklı yazıda; “Artan sıcaklıklar, kuraklık ve aşırı hava olaylarının Türkiye’de gıda enflasyonuna nasıl etki ettiği” belirtilmiş.
Katkı yapmak amacıyla görüş bildirme ihtiyacı hissettim…
Elbette iklim değişikliğinin tarımsal üretim üzerinde olumsuz etkisi vardır. Ancak bütün dünyaya etkisi ne kadarsa, bize etkisi de aşağı yukarı o kadardır. Zira görünmez bir atmosferik duvarın bizi diğer ülkelerden ayırmadığı ortadadır.
Nitekim ilgili makalede; “Yapılan çalışmalar, iklim değişikliğinin 2035 yılına kadar her yıl küresel gıda maliyetlerini ortalama yüzde 1,5 ile yüzde 1,8 puan arasında artıracağını öngörüyor” deniyor. Bu tahminin doğruluğuna hiç şüphe yoktur ama bizim gıda enflasyonu ile nasıl bir ilişki kurulduğu anlaşılamıyor.
Bizim aylık artış oranlarımız bile bu yıllık maliyet artışının üzerindedir. O zaman yukardaki küresel gerçeklik Türkiye için de nasıl geçerli olabiliyor?
Bizdeki gıda enflasyonunun benzeri dünyada kaç ülkede yaşanıyor?
Kıyaslanabileceğimiz, bizimle benzer seviyedeki hiçbir ülkede yaşanmıyor.
Kaldı ki, TÜİK verilerine göre Temmuz’da yıllık enflasyon yüzde 61,78 olarak gerçekleşirken, gıda ve alkolsüz içecek ana harcama grubunda yıllık değişim yüzde 58,91 oldu. Temmuz ayı çekirdek enflasyonu ise (enerji, gıda ve alkolsüz içecekler, alkollü içkiler ile tütün ürünleri ve altın hariç TÜFE) yıllık bazda yüzde 60,23 çıktı. Bunun anlamı; gıda ve enerjinin yer almadığı çekirdek enflasyon da gıda kadar yüksekse, bize ait önemli sebeplerin varlığına işarettir.
Bir tarım politikanız olmasın; kalabalık tarımsal dağıtım kanalları üzerine ciddi bir çalışma yapılmasın, fırsatçılık enflasyonu önemsenmesin, ucuz kredi ile yüksek kur taleplerine ve faiz indirimlerine yeşil ışık yakılsın, Türk lirasındaki değer kaybı girdi fiyatlarını artırsın, yüksek ithal girdi kullanımı azaltılamasın, yapısal sorunlar kenarda beklesin, yetersiz sulamaya çare bulunamasın, tarımsal arazileriniz tarım dışı amaçla kullanılsın, ekilemeyen tarım arazileri için daha yeni yeni harekete geçilsin, artan nüfus (düzensiz göçle birlikte) hiç sorun edilmesin, sonra da problemin ana nedeni iklim değişikliği olsun!
Bitmedi. Bir taraftan tarımsal ürün ihracatı ile öğüneceksiniz, diğer taraftan üretim eksikliğinden şikayet edeceksiniz. Üretimi eksilen bir ürün kategorisinin nüfus artışına rağmen ihracatı artabilir mi?
Kaldı ki; kavun, karpuz, domates, patates, soğan, lahana, patlıcan ve birçok ürünün tarlada kaldığını, kabak ve maydonozun hayvanlara yem olarak verildiğini, birçok ilde çiftçilerin traktörlü eylem yaptıklarını izlemiyor muyuz?
Anadolu Ajansı kaynaklı haberden özet olarak aktarıyorum:
“Tarım sektörü, ihracatta geçen yıl da rekorlarına devam etti. Sektör temsilcilerinin hem kaliteyi koruyup hem de verimi artırmaları (MB raporunda verim düşüşüne dikkat çekiliyor) ürünlerin dünya çapında talep görmesini sağladı.” AA muhabirinin Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) verilerinden derlediği bilgilere göre, Türkiye’nin tarım ihracatı 2023’te bir önceki yıla göre yüzde 2,8 artışla 35 milyar 164 milyon 253 bin dolara yükselerek rekor seviyeye ulaşmış. “Söz konusu dönemde; hububat, bakliyat, yağlı tohumlar ve mamulleri 12 milyar 378 milyon 672 bin dolar, yaş meyve ve sebze 3 milyar 492 milyon 314 bin dolar, kuru meyve ve mamulleri 1 milyar 610 milyon 304 bin dolar, fındık ve mamulleri 1 milyar 866 milyon 735 bin, zeytin ve zeytinyağı sektörü 871 milyon 666 bin dolarla tüm zamanların en yüksek ihracatına imza atılmış.”
Ayrıca listede yer aldığı üzere meyve sebze mamulleri, tütün ve süs bitkileri toplamı da 3,5 milyar dolar ihracat rakamıyla dikkat çekiyor.
Yukardaki 2023 rakamları ile yetinmedim, TİM kayıtlarından en taze bilgilere de ulaştım. 2024 yılının ilk 7 ayında tarım ihracatı; 2023 yılındaki 19 milyar 703 milyon 367 bin dolarlık satışı yüzde 3,2 aşarak, 20 milyar 330 milyon 105 bin dolara ulaşmış. Yani yeni bir rekora doğru gidildiği de anlaşılıyor.
İhracat rakamları bir önemli konuyu daha aydınlatıyor. İç piyasadaki fiyatların yüksek olmasına karşılık ihracat fiyatlarının rekabetçi ve uygun olduğunu da…
Böylece tarım ürünleri ihracatının da yurt içinde arz talep dengesini bozduğunu, bunun da gıda enflasyonuna olumsuz etki yaptığını anlıyoruz. Nitekim birebir aynı gıda markalarına ait ürünlerin ABD market raflarında, dolar bazında ülkemizden daha düşük fiyatlara sahip olduğunu da izliyoruz.
İlgili makalenin bir başka bölümünde, “Türkiye’nin önde gelen meyve ve sebze üreticisi 5 ilin (Mersin, Adana, Antalya, Hatay, Muğla) iklim özelliklerine baktığımızda, bu illerde yaşanan ciddi kuraklıkların sebze ve meyve üretimini olumsuz etkilediği görülmektedir” deniliyor.
Antalya’nın da ilgili kategorilerde 2022-2023 yılları ihracat rakamlarını karşılaştırdım. Yaş meyve ve sebze ihracatı 582 milyon 276 bin dolardan, yüzde 27 artışla 739 milyon dolara ulaşmış. Hububat, bakliyat, yağlı tohumlar ve mamulleri 44 milyon 207 bin dolardan, yüzde 33 artışla 58 milyon 785 bin dolara çıkmış. Meyve sebze mamulleri 25 milyon 948 bin dolardan, yüzde 1,8 azalışla 25 milyon 471 bin dolarla hemen hemen aynı seviyede kalmış (TİM). Görüldüğü üzere bu bölge bazında da tarımsal ürün toplam ihracatında önemli bir artış yaşanmış oluyor.
Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, Temmuz 2024 ayı başında yaptığı basın açıklamasının, buğday ve arpa rekolte tahminine dair Akdeniz Bölgesi ile ilgili kısmında, “İklimsel nedenlerle hasat bu yıl erken başladı ve ülke genelinde hasadın neredeyse yarısı tamamlandı. Çukurova’da verimde geçen yıla göre artış görülüyor” dedi.
Sonuç olarak; bizdeki yüksek enflasyonun onlarca nedenini sıralamaya tabi tutsak, iklim değişikliği belki en son sırada yer alabilir. Aynı sıralama ABD ve AB için yapılsa 2. veya 3. sırada yer bulabilmesi muhtemeldir. Zira hastalık aynı değilse nedenleri de tedavisi de birebir aynı olamaz. Küresel iklim değişikliği ile mücadelede yol gösteren her çalışma kıymetlidir ama bütün hataların faturasını tek adrese çıkartmak hem isabetli olmaz hem de dikkatleri dağıtır.
Ercüment Tunçalp
KKM ve Carry Trade maliyeti ne olacak?
Kur Korumalı Mevduat Hesabı (KKM) bu topraklarda icat edilmiş, yüksek enflasyon ortamında sadece parası olanı koruyan bir araçtır. Dolayısıyla bir kesime akan kur farkı ve faiz geliri, diğer kesimlerden servet transferine neden olur. Bitti mi? Hayır, bu yerli zengini koruma versiyonudur…
Bir de carry trade (ara kazanç ticareti) denen, adından da anlaşılacağı üzere kısa zamanda kazancı kapıp kaçmayı sağlayan bir sistem daha vardır.
Bu da yabancının kendi ülkesinde bulduğu düşük faizli döviz kredisini ülkemize getirip, TL’ye çevirerek elde ettiği yüksek faiz ile birlikte, kendisine vadedilen değişmeyecek kurdan tekrar dövize çevirerek mutlu mesut ülkesine dönmesidir. Bu da yabancı yatırımcıyı zengin etme versiyonudur. Elbette kapı yerli yatırımcıya da kapalı değildir. Dövizi olan herkesin TL’nin yüksek getirisinden döviz bazında faydalanma imkanı vardır.
Önce olaya yatırımcı açısından bakalım:
Carry trade uygulamasında tek risk vardır; kurun yükselme ihtimali…
Çünkü tahterevallinin bir ucunda düşük faizli borç alınan para birimi; diğer ucunda yatırım yapılan yüksek faizli para birimi yer alır. Temel amaç faiz farkından yararlanmaktır. Faizden kazanırken de kur farkına yenik düşmemek hedeftir.
Dolarını bozdurup bu şekilde dünyada bir benzeri olmayan yüksek kazancı cebe indirmek isteyenler için elbette güvendikleri bir şeyler olmalıdır.
- Bizim finans çevrelerinin “kur sabit kalacak” sözüne inanmış olabilirler,
- “Kur biraz artsa da faizden kazandığımı yok edemez” düşüncesi ağır basmış olabilir,
- Carry trade uygulayıcılarının ani değişikliklere izin vermeyeceklerine güvenmiş olabilirler.
Ancak her iki sistemin de aksayan tarafları vardır.
Örneğin;
- Kur Korumalı Mevduat (KKM) sisteminin amacı, Türk lirasının döviz karşısındaki değer kaybını mevduat sahiplerine hissettirmeden onlara döviz kuru artışına paralel olarak faiz farkı ödemekti. Böylece TL üzerinden yatırımı teşvik etmek de hedefti. Ancak dövizi olanı çağıran sistem, uzun vadede nüfus çoğunluğunu oluşturan büyük kesimin (alt ve orta gelir grubu) aleyhine servet transferine neden oluyordu. Kaldı ki buradan çıkanlar da yine dövize dönüyorlardı. Ve sistemin sürdürülemeyeceği görüldüğünden, geç de olsa sona erdirmeye dönük çözümler uygulamaya konuldu.
- Carry trade işleminde ise dolar gelirken çok iyi de; anapara artı faizi ile birlikte bu ekonomiden daha fazla doların çıkışı, sürecin en acıklı kısmıdır.
- Cari açığı kapatmanın yolu; yabancı yatırımcının dövizi getirip fabrika kurmasından (doğrudan yabancı yatırım) ve uzun süre ülkemizde kalmasından geçer. Yoksa sıcak para ile (carry trade) gelecek olan döviz kısa süre sonunda hediyesi ile birlikte geri döneceğinden buna bel bağlanamaz. Dolayısıyla bu sistemin girerken kazandırdığına değil çıkarken kaybettirdiğine odaklanmak daha iyi olur. Önümüzdeki günlerin iyi izlenmesini tavsiye ederim.
Moody’s’in Türkiye’nin kredi notunu iki kademe yükseltme zamanlaması hiç tesadüf değildir. Yabancıların ülkemizde kolay para kazanmaları bu kuruma ilham vermiştir. Örneğin Japonya’da bir bankadan sıfır faizle krediyi çekip, ülkemizde 3 ay TL cinsinden mevduatta tutmanın bu süredeki döviz cinsinden getirisi asgari yüzde 11’dir. Kur değişmediği durumda bu kemiksiz halidir. Diyelim ki kur biraz hareketlendi ve yarısı kur farkına gitti. İşte o yarısı da dünya genelindeki en yüksek getiridir. Elbette kur daha fazla yükselirse carry trade çöker ve misafir para evine geri döner. O zaman da başka sıkıntılar başlar ama onlar bu yazının konusu değildir. Dolayısıyla bu masadan küçük zararla kalkma ihtimali yoktur.
Sonuç olarak; madalyonun bir yüzünde küresel sermaye için cennet ortamı, diğer yüzünde ise vatandaşlar için en temel ihtiyaçları bile karşılamak üzere yüksek faizle borçlanma ortamı. Ne yaman bir çelişki değil mi?
Yanlış anlaşılmasın; sıcak paraya karşı durmak söz konusu bile olamaz. Ancak hedef hem doğrudan hem de dolaylı yabancı sermayeyi dengeli şekilde ve birlikte çekebilmek olmalıdır. Sadece ikincisine yönelmek ise çok risklidir.
Zira sıcak para istihdam yaratmadığı gibi ülkeyi hızla terkedebileceği için istikrarsızlık nedenidir (ek fatura). Ani döviz çıkışı nedeniyle döviz ihtiyacının belirmesi demektir. Neticesi kur ve enflasyon artışıdır.
Devamı da satın alma gücünde düşüş, yoksullaşma, servet transferi ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin iyice artması oluyor. Yani bu 2 uygulama günü kurtarırken geriye onarılması zor hasarlar bırakıyor. Maliyet dediğim budur.
Kur istikrarının bozulması ve güvensizliğin artması halinde ülkeden hızlı çıkışı gerçekleşebilecek sıcak para kaybının olası maliyetini ise henüz ölçemiyoruz.
Bizim ekonomi sürekli kur farkı ve/veya faiz ödüyor. Karşılığının nereden geldiğini yukarda anlatmaya çalıştım, tekrar edeyim; ülkemizde bir faiz geliri olan grup, bir de o faiz yükünü omuzlayan grup var. Yani bir grup tahsilat veznesinin önünde, diğer grup ödeme veznesinin önündedir…
Bu durumda gelir dağılımı bozulmaz mı?
Bitmedi. Ek vergilerin ve sıkılaştırma şartlarının getirdiği başka külfetler de var. Ödenemeyen kredi kartı borçları ve kar topu şeklinde büyüyen kart faizi borçları. Buradaki ayrıma dikkat; kart borcu bütün kullanıcılara, yüksek oranlı kart faizi borcu ise sadece ödeme gücü kalmayanlara aittir. Borç harcadığımızın karşılığıdır, faiz ise doları elde tutmak pahasına artırılmak zorunda kalınan yüksek orana sahiptir. Ancak yine de kur istikrarını sağlamaya yetmemektedir. Yapısal sorunları halletmeden sadece faize bel bağlanamayacağını sürekli yaşayarak görüyoruz ama hiç ders çıkartmıyoruz.
Ercüment Tunçalp
Kurt puslu havayı sever!
Son yıllarda yaşadığımız enflasyon, talep ve maliyet kaynaklı olarak meydana gelmekte, ‘fırsatçılık enflasyonu’ ile de desteklenmektedir. Dolayısıyla fırsatçı kendisine rahat hareket imkanı sağlayan yüksek enflasyon ortamını çok sever.
Dünyada örneğine az rastlanan bu seviyedeki enflasyon yönetim hatalarından kaynaklanmış olup, fırsatçı payı ise bu pastanın üzerindeki krema gibidir. Muhalefet tarafının asli konu olarak hayat pahalılığını sürekli gündemde tutması ama ikinci aşamaya ilgisiz kalması ise hiç şaşırtıcı değildir. Zira kendilerince “Tarımda çöküş” ana temasını zayıflatacak ayrıntılara girmezler. Tarlada 50 kuruş etmeyip çöp olan bazı tarımsal ürünlerin rafta fiyat rekorları kırması da bu kesim için hiç kötü niyet barındırmaz. Dolayısıyla fırsatçının, ülkedeki hatalı politikaların arkasına saklanmasına zemin hazırlarlar.
Bir başka altını çizmem gereken konu da ‘fırsatçı’ ifadesinin asla üreticilerin, tedarikçilerin, perakendecilerin ve meslek örgütlerinin genelini yansıtmadığıdır. Ancak gıda kategorisinde bütün dünyada fiyatlar gerilerken bizde hâlâ yüksek oranlı artışların sürmesinde, bazı kötü niyetli girişimlerin payı olduğu da iyi bilinmelidir.
Zira;
- Uzun zamandır küresel anlamda fiyatlarımızı birçok ülke ile birim bazında kıyaslarken, son aylarda bunu bıraktık ve döviz bazında kıyaslamalara geçtik. Bu bakımdan marketlerimizin döviz bazında ABD’den, İngiltere’den ve hatta Macaristan’dan pahalı hale gelmesi sadece enflasyonla izah edilemez.
Kaldı ki yerli mallarımızın fiyatlarını birebir İstanbul ile ihraç edildikleri New Jersey Patersan (Sultan Market) arasında kıyaslayan bir vatandaşımızın çalışmasından faydalandık. Ve gördük ki okyanus ötesine aylarca seyahat eden ve önemli bir navlun maliyeti yüklenen ürünlerimiz ABD’de daha ucuza satılabilmektedir.
Fiyat kıyaslamaları dışında ekmek ve simit gibi maliyet artışları ile orantısız fiyat artışlarını da yan yana koyduk. Kırmızı et konusunda dünyanın en pahalı fiyat düzeyine sahip olmamıza rağmen fiyatları tırmandırma gayretlerinin hiç eksik olmadığını bir çok yazımızda konu ettik. Kafe, restoran kategorisinin ve taksicilerimizin bazı hatalı girişimlerini de elbette gündemimize almıştık.
Fırsatçılar haksız kazancı 3 şekilde sağlıyorlar. Birincisinde maliyet artışından fazla fiyat artışı yaparak (greedflasyon), ikincisinde içeriği değiştirmek suretiyle kaliteyi düşürerek (skimpflasyon), üçüncüsünde ise aynı paketin içindeki miktarı azaltarak (shrinkflasyon) amaçlarına ulaşabiliyorlar.
Peki fırsatçılar enflasyonu neden seviyorlar?
- Fiyatlardaki esnemenin artması sayesinde oluşan kaotik ortamda kolay hareket imkanı bulabiliyorlar…
- Sık fiyat artışı yapmanın kendilerine haklı gerekçe yaratacağına güveniyorlar. “Ben sattığım malı aynı fiyattan yerine koyamıyorum, bu nedenle önceden artış yapıyorum” bahanesine sığınabiliyorlar. Yani gelecekte ne kadar maliyet artışı olacağını bilmeden göz kararıyla tüketiciye salma çıkartmayı (keyfi fiyatlandırma) kendilerine hak olarak görebiliyorlar. Müşterinin, “Yine mi zam geldi?” sorusuna kısacık bir cevap yeterli oluyor; “Biz de bundan memnun değiliz ama enflasyon bizi de mecbur ediyor” diyebiliyorlar.
- Müşteri maliyet artışına göre fiyat artışı yapılıp yapılmadığını kolay kıyaslayamadığından bu pişkinlik yanlarına kâr kalabiliyor.
- “Nasıl olsa enflasyonun yükü vatandaşın omuzlarında, sorumluluk da hükümetin kucağında bulunduğundan, yük biraz fazla veya biraz eksik olsa ne fark eder, hiç olmazsa biz kendimizi kurtaralım” tarzında teselli bulabiliyorlar.
- Bu fırsatçılar, “üzüm üzüme baka baka kararır” misali artan cesaretle ve kolayca enflasyon lobisinin kendiliğinden oluşmasına zemin hazırlıyorlar. Ve emin olunuz enflasyonun tek haneye düşmesini hiç arzu etmiyorlar.
- Zira o durumda normal kâr marjı ile yetinmek zorunda kalacaklar ve ilave kâr imkanları kalmayacak. Devletin kontrol mekanizmaları daha randımanlı çalışabileceğinden fazla hareket alanı bulamayacaklar.
Sonuç olarak; enflasyonla mücadelede para cezasının önleyici tedbir olmadığı sektör içinde bilinen bir gerçektir. Maliyete eklenip fiyatları daha da şişirmekten başka işlevi yoktur. Taklit tağşiş ekipleri hayatlarının en mutlu dönemini yaşamaktadırlar. Zira en büyük korkuları olan “markaların zarar görmesi” riski ortadan kalkmıştır. Diğer cezaların ise yıllık bütçesi hazırdır zaten…
Yönetmeliklerde yer almasına ve eskiden düzenli şekilde hile yapan markalar açıklanmasına rağmen listelerin son açıklandığı tarih 1 Mart 2022’dir. Bu tercih enflasyonla mücadeleyi engellemektedir. Herhalde bu 2,5 yıllık ara konusunda Tarım ve Orman Bakanlığı’nın söyleyecekleri olmalıdır.
Resmi Gazete’de yayımlanan bir karara göre; yurt dışından posta veya hızlı kargo taşımacılığı yoluyla Türkiye’de gerçek bir kişiye gelen ticari olmayan eşyalar için uygulanan 150 euro kıymet bedeli 30 euro’ya indirildi. AB’den gelen ürünlerde yüzde 18 olan gümrük vergisi yüzde 30’a, diğer ülkelerden gelen ürünlerde yüzde 30 olan gümrük vergisi yüzde 60’a çıkartılmış oldu.
Peki bu değişiklik kimlere yaradı?
İlgili Bakan açık sözlü davranmış ve hangi çevrelerin şikayetine dayanarak bu kararı aldıklarını açıklamıştır. Böylece vatandaşın kalitesiz ürün yanında, fahiş fiyat yönünden de yeterince korunamadığı açığa çıkmıştır.
Bu kararın ardından olacaklara da bir bakalım. Örneğin ülkemizde 6000 TL olan bir ürünü yurt dışından eski vergi oranları ile 4000 TL’ye mal eden ve kendi tedbirini alan tüketici artık bu imkandan mahrum kalacaktır. Yurt içi-yurt dışı fiyatlar hemen hemen vergiyle eşitleneceğinden, fırsatçının zaten fahiş olan 6000 TL fiyatı rekabet tehlikesi geçtiği için 7500 TL’ye çıkacaktır. İşte böylece aradaki fark ‘fırsatçılık enflasyonu’ nu bir üst seviyeye taşıyacaktır.
Yukardaki durumun tek mağduru sabit gelirliler olurken ve bu hazin durum sürerken, “nasıl olsa bizi ilgilendirmiyor” diyerek kayıtsız kalanlar, çok yakında kendilerini de ilgilendirdiğini görecekler. Zira o gün geldiğinde ucuz kredi de kurtarmayacak, zira ürünü satacak müşteriyi bulmak zorlaşacaktır.