Ercüment Tunçalp
Enflasyon beklentileri aştı!
Doğru yapılan tahmin veya hedeflerde elbette küçük sapmalar normal sayılabilir Ancak aşırı sapmalar o tahminlerin inandırıcılığını ortadan kaldırır.
Örneğin, bu yıl sonuna dair OVP’de yer alan enflasyon tahminleri; bir sene önce %15,2’den başlayarak, yıl başında %24’e, Ağustos ayında %27’ye, geçen ay açıklanan son OVP’de ise %28,5’e revize edilmişti.
Daha sonra eylül verileri geldi. Aylık %3,23’lük enflasyon oranı ile de yıl sonunda yüzde 30’un aşılacağı neredeyse kesinleşti.
Şu sıralarda bütçelerini hazırlamakta olan iş dünyasının ve mevduat sahiplerinin 12 ay sonraki beklenen enflasyonu bilmeleri gerekiyor. Yukarda saydığım nedenlerden dolayı en sağlamı her şirketin kendi enflasyonunu dikkate almasıdır. Bu çoğu zaman resmi beklenen enflasyonun üzerinde olacaktır.
Peki küçük tasarruf sahibi ne yapabilir?
O da yaşadığı enflasyonu bildiğine göre ileriye dönük tahminini yapmalıdır.
Ben iş yaşamımda bütçe hazırlarken de şimdi kişisel planımı yaparken de hep kendi tahminlerimi esas aldım. Örneğin, benim tam 7 ay önceki (10 Mart 2025) yıl sonuna dair normal enflasyon tahminim %42 iken, resmi enflasyon tahminim ise %37 idi. Buradan görülebilir. Hâlâ aynı yerde duruyorum.
Neden 2 ayrı enflasyon tahmini yaptığıma gelince; benim enflasyonumla TÜİK enflasyonu arasında en az 5 puan oynuyor da onun için…
Ekonomi Gazetesi’nden Alaattin Aktaş arada sırada TÜİK’in açıklamadığı madde fiyatlarını kendi yöntemiyle buluyor ve duyuruyor. Eylül fiyatlarından bazıları; doktor muayenesi 52 TL, dana eti 566 TL, kuzu eti 687 TL, tavuk eti 101 TL, süt 38 TL, yumurta 5 TL, tereyağı 413 TL, margarin 118 TL’dir.
Bu fiyatların olduğu adresleri ben bulamıyorum. O zaman farklı enflasyon tahminime göre kendi tasarrufumun getirisini bulmalıyım.
Diyelim ki benim vadeli mevduatta param var. Orada devam mı etmeliyim, yoksa başka bir yatırım aracına mı yönelmeliyim?
Bunun için reel faiz hesabı yapmam ve vade sonunda paramın değer kaybına uğrayıp uğramayacağını görmem gerekir. Eğer hatalı bir tahmin yapmışsam, “kendim ettim, kendim buldum” der geçerim.
Bugün 12 ay sonrası için beklenen enflasyon tahminim %37’dir. Vadeli mevduatın nominal faizi de yüzde 39 olsun. Gelir vergisi stopajı %15 olduğuna göre önce net nominal faizi bulmamız gerekiyor.
Net nominal faiz= Nominal faiz – (Nominal faiz x stopaj oranı)
Buna göre;
Net nominal faiz= 0,39 – (0,39 x 0,15)= 0,3315 yani %33,15’dir.
Şimdi de reel faiz formülüne bunları yerleştirelim.
Reel faiz= [(1+ Net nominal faiz) / (1 + Beklenen enflasyon)] – 1
Buna göre de;
Reel faiz= [(1 + 0,3315) / (1 + 0,37)] – 1= – 0.02810 yani – %2.81’dir.
Neticede reel faiz eksidir.
Bazı iktisatçıların farklı yoldan gittiklerini ve faiz indirimine yol verecek şekilde “düşüşte olan yıllık enflasyon” ifadelerini şaşkınlık içinde izliyorum. Zira son aylarda düşen çıkan yok, yatay seyreden bir enflasyon görüyoruz. Bakalım mı?
|
|
Temmuz | Ağustos |
Eylül |
|
TÜFE (yıllık % değişim) |
%33,52 | %32,95 |
%33,39 |
| TÜFE (aylık % değişim) |
%2,06 |
%2,04 |
%3,23 |
Son üç ayda düşüş nerede?
Evet enflasyonda düşüş yok ama faiz indirimi için gerekçe lazım. MB bu ayda faiz indirimine giderse o teknik gerekçeyi çok merak etmekteyim. Sürekli ifade ediyorum; faizin düşmesini isteyen kesimler bunun enflasyonu körükleyeceğini biliyorlar ama enflasyonla mücadele onları ilgilendirmiyor. Nitekim enflasyon düşmediği halde politika faizi 250 baz puan indirildi ve buna rağmen o çevrelerce yeterli görülmedi.
Peki buradan bu ayki toplantıda da (23 Ekim 2025) faiz indirimi kararı çıkabilir mi? En azından sabit kalması gerekir ama bugüne kadar gördüklerimizden sonra ‘olmaz’ da diyemeyiz. Yukarda son üç ay yatay seyreden enflasyonu gösterdim. Ve buna rağmen MB’nın Temmuz ayı toplantısında 300 baz puan, Eylül ayı toplantısında 250 baz puanlık indirim kararı alındığını gördük.
Arkasından; Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Enflasyonun ana eğilimi dezenflasyonun süreceğine işaret ediyor” şeklinde açıklama yaptı.
Ben de soruyorum; ‘hangi dezenflasyon?’ diye…
Dezenflasyon; fiyat artış hızının, yani enflasyon oranının zaman içinde azalması anlamına gelir. Böyle bir “azalma” görülmediğine göre doğru değerlendirme, “dezenflasyon sürecinin 3 aydır kesintiye uğradığı” şeklinde olabilirdi.
Sonuç olarak; iktisadi gerçeklik, MB’nın sadece bu ay değil 11 Aralık toplantısında da faizi sabit tutmasını gerektiriyor. Zira kalıcı düşüş eğilimi görülmeden yapılacak indirimler istikrarı bozar, dövize ve altına yöneliş artar. Sonra da enflasyon başını tekrar yukarı kaldırır.
Hal böyleyken; MB Başkanı Fatih Karahan bir panelde, “Altın talebi, enflasyonla mücadeleyi zayıflatıyor” demiş. Doğrudur ama o talebi artıran sebep nedir acaba? Enflasyon düşmediği halde politika faizinin düşmesi olmasın!
Ayrıca MB politika faizini indirse de bankalar mevduat faiz oranlarını buna paralel düşüremiyorlar. Dolayısıyla MB faiz indirimine devam ederse bu makas daha da açılır. Zira bankaların hedeflerini tutabilmeleri, mevduat sahibinin de %15-17,5 stopaj düştükten sonra reel getiriyi garanti etmesi gerekiyor.
Kaldı ki; tasarruf imkanı olmayanları da bu enflasyondan çok, üretim maliyetinden daha hızlı artan ‘yaşam maliyeti’ ilgilendiriyor. Zira bu da yoksulluğu artırıyor.
Ercüment Tunçalp
Vergi yükü üzerine
Bakan Şimşek 2026 yılı bütçe sunumunda; “Vergi yükümüz uluslararası kıyaslamalara göre yüksek değil. Ülkemizde genel vergi yükü yüzde 23.5’tir” demiş.
İlk bakışta haklılık payı var. Hatta dünya üzerinde bizim vergi yükümüzden fazla orana sahip çok ülke de bulunmaktadır. Örneğin bütün İskandinav ülkeleri ile AB ülkelerinin çoğunda vergi yükü yüzde 40’ın üzerindedir…
OECD ortalaması ise yüzde 34’tür. (Kaynak: OECD, Revenue Statistics)
Ancak bunun bir önemi yok ki, zira taşıma kapasitesi aynı değil!
İşte bu günkü yazının konusu bu kıyaslamanın yetersizliği üzerinedir.
Toplam vergi yükü, bir ülkedeki yıllık dönem içerisinde ödenen toplam vergilerin yine o ülkenin GSYH’ına olan oranı olarak açıklanabilir.
İfade şekli; Toplam vergi yükü= Vergi gelirleri toplamı/GSYH
Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı ve dolaysız vergiler ile sosyal güvenlik prim ödemeleri yer alır. Bahse konu olan budur…
Toplam vergi yükümüzün kağıt üzerinde OECD ve AB ülkelerinden düşük olması yanında. aşağıdaki 10 farklı özelliği nereye koyacağız?
- Dolar ve euro bazında ülkemiz gıda kategorilerinde AB ülkelerine göre bile daha pahalıdır. Bu konuda onlarca araştırma yaptık. O ülkelerden kişi başı gelirimiz de düşük olduğuna göre satın alma gücümüz kıyaslanamaz. Dolayısıyla verginin de eklendiği yük bizim vatandaşımıza ağır gelmektedir.
- Zengin ve fakirin eşit oranda ödediği dolaylı vergilerin payı bizde fazladır.
- Türkiye’de yaklaşık olarak dolaylı vergi payı yüzde 66, dolaysız vergi payı yüzde 34 iken; AB ve OECD ülkelerinde neredeyse bunun tam tersidir.
- Bir de üstüne dolaylı vergi oranlarındaki olası yükselme, mal ve hizmetlerin üretim maliyetini artırmakta ve fiyatları yukarı çekerek dengeyi daha da bozmaktadır.
- Üstelik dolaysız vergilerin aslan payı olan gelir vergisinin de üst gelir grubu tarafından ödendiği zannedilmesin. Gelir vergisinin beyan yerine büyük kısmının emek geliri üzerinden tevkifat yoluyla sağlanması, sabit gelirlilerin yükünü ve gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmaktadır.
- Kayıt altındaki dürüst mükellefin, kayıt dışından gelemeyen vergiyi de sırtlaması dünyada bizim ayarımızda kaç ülkede gerçekleşiyor?
- Türkiye’de kayıtlarda yer almayan ve görünmeyen ‘enflasyon vergisi’ haliyle Sayın Bakan’ın belirttiği yüzde 23.5’in içinde bulunmuyor.
Enflasyonun kendisi vergi olduğuna göre, diğer ülkelerde olmaması veya yok denecek kadar az olması, bizim yükün de düşük olduğunu gösterir mi?
Dolayısıyla dolaylı verginin en haşmetlisi enflasyon vergisi olduğuna göre bunu da eklediğimizde bizim yükün ağırlığına hiçbir ülke yetişemez.
- Objektif vergi yükü yanında, bu yükün psikolojik yönünü gösteren subjektif vergi yükünün ölçülmesi de gereklidir ama bu o kadar kolay değildir.
Subjektif vergi yükü; her bireyin kendi gelirine göre ihtiyaçlarını giderebilme, zevk ve tercihlerini karşılayabilme derecesine göre hissettiği ekonomik ve psikolojik baskıdır. Tedirginlik ve vergiye karşı alerji yaratma özelliği vardır.
İşte bir önemli fark da burada oluşmaktadır. Eminim ki; eğer ölçülmesi kolay olsaydı, kanun yapıcıların birçok kararlarında geri adım atmaları ihtimal dahilinde olabilirdi.
Sonuç olarak; yapısal nedenlerden dolayı bu yükün dağılımı bozuktur. Bu sebeple baskıyı her kesim aynı hissetmez. İşte bunun için bazı ülkelerde yüzde 45 vergi yükü hissedilir olmazken, ülkemizdeki yüzde 23.5 oranı taşınamayacak kadar ağır bir yük haline gelebilir.
Hayat pahalılığı, kişilerin gelirlerinin enflasyondan daha az artması şeklinde ifade edilir. Tersine gelirleri enflasyondan hızlı artanlar için de enflasyon vardır ama onlar için pahalılık söz konusu değildir. Hatta ek kazanç bile mümkündür.
Eğer vergi ödemelerinin ardından, kişinin gelirinin kalan kısmı en temel ihtiyaçlarına bile yetmiyorsa, yüzde oranı kaç olursa olsun, vergi yükü fazlalığı şikayet konusu olur. Üstelik vergiye karşı direnç oluşur.
Örneğin, sık kullanılan bir söz var; “Fatura ve fiş almak vatandaşlık görevidir” diye. Doğrudur ama bu kadar haksızlığa uğrayan bir kesim alışverişini daha ucuza getirmek için fatura veya fişten daha kolay vazgeçmez mi?
Sadece empati yaptım!
Vergi adaletine güvenilmeyen toplumlarda, vergiden kaçınmanın yol ve yöntemleri aranır. Böylece toplumun bir kısmı vergi yükünden kurtulmanın çarelerini arar ve bulurken, çaresiz olan toplumun diğer kısmı fazladan bu yükü sırtlamış olur. Neticede geliriniz yükseldikçe, vergi yükünüz azalır. İşte bu sebeple vergi adaleti için vergi reformuna ihtiyaç vardır. Ve en önemli yapısal sorunlardan biri olduğu çok açıktır. Bu gerçekleşmeden, enflasyonun kalıcı olarak düşmesi de mümkün değildir.
Üstelik enflasyonist dönemde uygulanan maliye politikalarının hedefi; toplam talebin toplam arzdan fazla olması nedeniyle, talebi daraltıcı tedbirler almaktır. En pratik gelen çözüm de harcamalar ve tüketim üzerinden alınan dolaylı vergiler ile enflasyonla mücadelenin tercih edilmesidir. Kaldı ki dolaylı verginin artırılması, fiyatın içine dahil edildiğinden hem tahsilatı kolaylaştırır hem de toplam talepte daralma sağlar. Pratiktir ama adaletsizliği daha da artırır.
Dolayısıyla reel olarak bizimki kadar ağır vergi yükü kolay rastlanacak bir durum olmadığından küresel kıyaslama yapmanın anlamsızlığı ortadadır.
Ercüment Tunçalp
Dezenflasyon var mı, yok mu?
En yetkili ağızlardan “Dezenflasyon süreci devam ediyor” sözlerini duydukça, ben de bir an ‘acaba aynı ülkede mi yaşıyoruz?’ diye şüpheye düşüyorum. Dolayısıyla olmayan bir şeyin devamından bahsedilemeyeceği için konuyu sizlerle paylaşmak istedim.
Şimdi önce dezenflasyon tanımına, sonra da son 4 aylık verilere bakalım…
Dezenflasyon; fiyat artış hızının, yani enflasyon oranının zaman içinde azalması anlamına gelir. Kısaca yüksek enflasyondan düşen enflasyona geçişi ifade eder. Tekrar edelim; dezenflasyon sürecinde enflasyon oranı düşer.
Bakalım böyle bir durum var mı?
Evet Ekim ayı verileri de geldi ve tablo yine değişmedi. Yani düşüş söz konusu değil. Üstelik Mahfi Eğilmez TÜİK’in Ekim ayı enflasyon verisini açıklamasından hemen sonra Sherlock Holmes göndermesi yaptı.
Hocanın X hesabından yaptığı paylaşım şöyle:
“Sherlock Holmes: Kişinin verileri dikkate almadan teori oluşturması ciddi bir hatadır. Bunu yapan kişi, teorisini gerçeklere uydurmak yerine, gerçekleri eğip bükerek teorisine uydurmaya çalışır. ‘Enflasyon ve Türkiye konulu çalışmaya giriş’” şeklinde bir değerlendirme yaptı. Aynen katılmakla birlikte ben değerlendirmemi yine de resmi enflasyona göre yapacağım.
İşte son 4 ayın verileri:
| Temmuz | Ağustos | Eylül | Ekim | |
| TÜFE (yıllık % değişim) | %33,52 | %32,95 | %33,29 | %32,87 |
| TÜFE (aylık % değişim) | %2,06 | %2,04 | %3,23 | %2,55 |
Burada dezenflasyon nerede?
Yıllık enflasyonda 0,42 puanlık düşüşü ‘gerileme’ sayacağız ama aylık enflasyonda temmuz ve ağustos’a göre yarım puanlık artışı görmezden geleceğiz, öyle mi?
Hem de İTO’nun aylık yüzde 3,3’lük enflasyonunu hiç dikkate almadan; TÜİK’in yüzde 2,55’lik aylık oranının ise, birçok ülkede yıllık olarak yaşandığını da pas geçerek…
Şimdi de dezenflasyon için en fazla ihtiyaç duyulan tedbirlere bakalım…
- Enflasyonu düşürmek üzere öncelikle belirsizlikleri azaltarak güveni artırmak ve vatandaşın enflasyon beklentisini düşürmek gerekiyor. Vatandaş kendi yaşadığına bakarak resmi enflasyon oranlarına inanmadığı için bu mümkün olamıyor. Nitekim ekim ayı MB açıklamasına göre, 12 ay sonrası için hane halkı enflasyon beklentisinin yüzde 54,39’a yükselmesi bundandır. Bu durum negatif faizle de birleşince hane halkını tüketime yöneltiyor ve talebin canlı kalmasını sağlayarak fiyat artış hızının düşüşünü sınırlıyor.
- Merkez Bankası ekonomideki aşırı ısınmayı önlemek için faizleri artırabilir, para arzını sınırlayabilir. Bu sıkılaştırıcı önlemler talebi azaltarak enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki enflasyon düşüşü 4 aydır kesintiye uğramasına rağmen yukardaki önlem alınmış mı? Hayır tam tersi yapılarak faiz indirilmiş…
- Kamu harcamalarının azaltılması, bütçe disiplininin sağlanması da enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki böyle bir önlem de var mı? Gerçekleşmediği ortada…
- Verimlilik artışı için teknolojik yenilikler maliyetleri düşürür. Dolayısıyla düşük üretim giderleri fiyatların daha yavaş artmasını ve bu da enflasyonla mücadeleye katkı sağlar. Peki böyle bir iyileşme görüyor muyuz?
Tam tersine maliyetlerin yüksekliği için en çok verimsizlik şikayet konusu oluyor.
- Yolunda giden tek husus döviz kurundaki yatay seyirdir. İthalat maliyetini azaltır, fiyatların yukarı yönlü baskısını düşürür. Ancak bu başarı rezerv yakma pahasına gerçekleştiği için sürdürülebilir değildir.
Sonuç olarak; ekim ayında politika faizini en azından sabit tutmak gerektiğini boşuna söylemiyorduk. İndirim 100 baz puan olsa bile süreci zora sokacağını, bizim gibi düşünenlerle birlikte ifade ediyorduk. Zira yüzde 44’lerden yüzde 33’lere inen ama 4 aydır kıpırdamayarak orada sabitlenen bir enflasyon, dezenflasyonun kesintiye uğradığını ve yapışkan hale geldiğini anlatıyor. Üstelik Sayın Şimşek’in 2.5 yıl önce devraldığı enflasyonla (%39) bugünkü enflasyon (%33) arasında sadece 6 puan fark varken, ne kadar zorlansa da buradan başarı hikayesi çıkmaz.
Kaldı ki Eylül 2025’te Türkiye’nin aylık tüketici enflasyonu yüzde 3,23 ile G20 ülkeleri arasında en yüksek oran olmuştur. Yıllık bazda da Türkiye, Arjantin’i geride bırakarak OECD ülkeleri içinde en yüksek enflasyona sahip ülke konumuna yükselmiştir. (TEPAV)
Kaldı ki TCMB’nın son faiz indirimi ile karar metni de uyumlu değildir. Zira “Başta gıda olmak üzere son dönem fiyat gelişmelerinin enflasyon beklentileri ve fiyatlama davranışları kanalıyla dezenflasyon süreci üzerinde oluşturduğu riskler belirginleşmiştir” dedikten sonra yapılan faiz indirimi çelişki oluşturmuştur. Biz farklı bir şey söylemiyoruz. ‘Bu yapışkan enflasyon idari hatalar dışında açgözlü fiyatlama davranışlarının da sonucudur’ diyoruz.
Eylem ve söylem birliği güven artırıcı asli unsurdur. Enflasyonla mücadelede ilk sıraya alınacak kadar da büyük bir ihtiyaçtır.
Ercüment Tunçalp
Fiyatlandırmada kaos var!
Kaos; bir kargaşa ortamının, daha doğrusu kontrol edilemeyen istikrarsız bir durumun ifadesidir. Konu fiyatlandırma olunca da bir ürünün belli bir perakende fiyat seviyesi yerine “tutturabildiğine” usulünün piyasaya hakim olduğuna işaret eder.
Yüksek enflasyonun fırsatçılara sunduğu bu ortam kendi açılarından çok iyi değerlendirilmektedir. “Nasıl olsa her hafta fiyat değişikliği var, benim payım da araya kaynasın” anlayışını şimdiye kadar sayısız örnekle göstermeye çalıştım.
Bunlara tekrar göz atalım…
- Yer yüzünün en pahalı yeme içme yerlerinin bizim havaalanlarımızda bulunduğunu artık herkes biliyor.
- Market fiyatlarımızın da dolar ve euro bazında en yüksek fiyat seviyesine ulaştığını 30’a yakın ülkeyle yaptığımız kıyaslamalar gösteriyor.
- Elbette bu kadar da değil. Ülke içinde raf fiyatları arasındaki kaos daha büyüktür. Sakın yanlış anlaşılmasın aylık alışverişin fiş tutarından bahsetmiyorum. Onlar birbirine yakın çıkabilir. Bahse konu olan birebir aynı markaların bir markette 100 TL, diğer markette 200 TL olan fiyatlarıdır. Bunlara dair de bolca örnek gösterdim.
- Meyve sebzede kalite farkı da işin içine girdiğinden daha da şaşırtan fiyatlara rastlamak sıradanlaştı. Ekim ayının ortalarında bir market kaliteli mandalinayı 36 liraya satarken diğer market çıkmasını iki katı fiyata satabiliyor. Büyük perakendeci ölçek avantajı sebebiyle daha ucuz satması gereken karnıbaharı 140 liraya satmaya uğraşırken (satamadığı için kalite kaybı vardı), rakip yerel market 80 liraya satıyordu. Kalite farkını da dikkate alırsak fark yüzde yüzden fazladır.
- Dünyanın hiçbir yerinde, arada bu kadar büyük makas ve haksız kazanç tespit edilebilmiş değildir. Esas şaşırtıcı olan; zaten küresel ölçekte en pahalı olan şehir merkezindeki fiyatlarımızla havaalanı fiyatlarımız arasındaki anormal durum da küçük bir azınlık dışında kimsenin fazla ilgisini çekmiyor.
- İşte aşağıda bulunan listede, Budapeşte şehir merkezi ile havaalanı fiyatları arasındaki makul farkları ve ikinci bölümünde de Budapeşte ile İstanbul havaalanları arasındaki yüzde 100’ü aşan fiyat farkları oldukça ilgi çekicidir.
- Budapeşte – İstanbul şehir merkezleri arasındaki fiyat farkı da daha önce yaptığımız iki ayrı kıyaslamadan görülebilir. Kıyaslamaların ilkinde %28 pahalı iken ikincisinde %33 pahalı çıkmıştık. Yani aradaki fark daha da açılmaktadır.
- Dengesizlik bununla da sınırlı değildir. Avrupa’da ve Amerika’da discount market zincirleri ile süpermarket zincirleri arasında ezelden beri yüzde 10-15’lik bir fiyat makası vardır. Bizde bu formatların ilk yıllarında da böyleydi. Ne zamanki yüksek enflasyon hayatımıza girdi, bu denge bozuldu. Elbette bunu kabul etmeyenler çıkacaktır. Bunun en kolay tarafı 2 ayrı kıyaslama yapılmasıdır. Yani birincisi piyasanın tanınmış markalarının yer aldığı fiyatların karşılaştırılması, ikincisi de sadece market markalı ürünlerin kıyaslanması olmalıdır. Biz ikisini de yaptık ve sonuçlarını yayımladık.
- Tedarikçilerin veya meslek temsilcilerinin matematiğe ve istatistiğe uymayan fiyat artış talepleri de güncel konularımızdandır. Et ve süt ürünlerinde dolar ve euro bazında en yüksek fiyatlara sahip ülke durumunda bulunmamıza rağmen buna verilen cevap, “maliyetlerimiz yetmiyor, girdilerimizin çoğu ithal” oluyor. Girdilerin tamamı ithal olsa bile, hiç olmazsa raf fiyatlarının küresel seviyeye yaklaşması gerekmez mi?
- Son yılların en büyük alışkanlığı sadece yukarı yönlü fiyatlama (tek yönlü) davranışlarıdır. Örneğin 2023 yılında iklim değişikliği sebebiyle kakao arzında bir düşüş varsa çikolata fiyatlarının artması doğal sayılabilir değil mi?
Peki rekolte artar ve kakao fiyatları düşerse çikolata fiyatları neden düşmez?
Dedim ya fiyatta belli bir seviye yakalandığında, o nokta kazanılmış hak oluyor. Oradan geriye dönüş mümkün olmuyor (indirim dönemlerindeki geçici düşüşler hariç). Aynı olay ayçiçek yağında ve çam balında da geçerlidir. Hele ayçiçek yağı daha özel ilgiyi hak ediyor. 2022 yılındaki Ukrayna- Rusya savaşı ile oluşan kriz giderilmesine, küresel rekoltede artış olmasına rağmen bizde nedense durum değişmiyor. “Ama biz yarısını üretiyoruz, diğer yarısını ithal ediyoruz” diyenler var. Ben tamamını ithal ettiğimizi varsayıyorum. Ülkesinde hiç yağlık ayçiçeği üretimi olmayan, tamamen ithalatçı olan diğer ülkelerden dolar veya euro bazında yüksek seviyeyi nasıl hak edebiliyoruz?
Hem de fiyat farkı az buz değil. Son bir yıl içinde yaptığımız kıyaslamalarda, ayçiçek yağında dolar ve euro bazında raf fiyatlarımızın değişik ülkelerden aşağıdaki oranlarda pahalı olduğunu tespit ettik. İtalya’dan %105, Macaristan’dan %84, Hollanda’dan %103, Kazakistan’dan %95, Yunanistan’dan %74 ve Bulgaristan’dan %49 daha pahalıyız.
Çam balına gelince; sakın kimse bana ‘orman yangınları’nı neden olarak göstermesin. Zira ben bu seneki rekoltenin geçen yılın çok üstünde olduğundan bahsediyorum…
Sonuç olarak; tarımsal ürünlerde ‘var yılı’, ‘yok yılı’ arasında fark kalmamıştır. Oysa yok yılında bir ürünün rekoltesi düştüğü için fiyatı artarsa, var yılında tersi olmak zorundadır.
Hayır, öyle olmuyor. Her iki durumda da fiyat artışları sürüyor.
Kaldı ki yapılan büyük indirimler bile brüt kâr marjlarının nasıl oluştuğunu açığa çıkarıyor. Örneğin insert içinde 100 liralık bir ürünün %40 indirimle 60 liraya satıldığını görüyoruz. Bir gıda ürününde bu kadar büyük indirime rağmen hâlâ para kazanıldığına göre (aksi iddia edilemez), fiyatı yapanın hiç yorulmadan aldığı fiyatı 2 ile çarparak normal raf fiyatına ulaştığı anlaşılır.
Dolayısıyla indirim zamanında çok küçük kârla yapılan satış (stoklarla sınırlıdır) normal fiyata döndüğünde gerçek kazanç ortaya çıkar. Bu arada eş zamanlı olarak tüketicinin de gönlü alınmış olur.
İşte yüksek enflasyonun esas yıpratıcı etkisi budur. Bunun arkasına saklananların da olduğu iyi bilinmelidir.

