Ercüment Tunçalp
Güçlü marka olmak yeter mi?
Gerek küresel, gerekse yerel anlamda çok değerli markaları hayranlıkla izliyoruz. Mutlaka bu başarıların arkasında haklı performanslar olduğunu da biliyoruz. Ancak asıl sorun tepe noktaya ulaştıktan sonraki rahatlıktır.
Dünyada çok rastlanan bir durum değildir ama bizde örnekleri hayli fazladır. Geçmişte ayçiçek yağı ile özdeşleşleşmiş bir markamız vardı ve bu kategorinin açık ara lideriydi. O marka hâlâ var ama düşük pazar payı ile çok gerilerdedir. Ülkemizde, içinde en az marka barındıran ürün kategorisi ‘bal’dır. Sebebi; güvene dayalı bir müşteri ilişkisini gerektirdiği için güçlü pazar payına sahip marka sayısının minumum düzeyde kalmasıdır.
Türkiye’de kategori lideri uzunca bir süre raflarda yalnız kalmışken, bu gün dünya ölçeğinde yatırımıyla ve alt yapısıyla ikinci bir markamız daha var.
Her ikisinin toplam pazar payı yaklaşık olarak yüzde 65’dir. Diğer en yakın markaların pazar payları ise yüzde 1-2 seviyelerindedir. Oysa ülkemizde yaklaşık 500 paketleyici bal firması daha var. Lider marka, üretimdeki gücünü sahaya yansıtamadığı için ürün kendi kendini satar haldedir. Ancak sonsuza kadar otomatik pilotta ilerlemesi beklenemez. Kaptanın bir an önce manuel kullanıma geçmesi gerekir. Bir ürün stratejisi her marka için gereklidir. Ürün portföyünü hazırlarken; en pahalı ürünü sadece büyük ambalaja koymak önemli hatadır. Muhtelif ambalaj boyutları arasında ise büyük ambalajın yeterince ekonomik olması en basit kuraldır.
Hedef kitleye ve satış noktasına uygun ürün bir başka kural değil midir? Perakendecinin kategori yönetimi zayıfsa onu uyarmak marka sahibine düşer. Rafta eksilen ürünü farkedip tedbir alması gereken de sadece tezgahtar değildir.
En pahalı çeşit öncelikle zengin müşterinin olduğu mağazada bulunmalıdır. Gurme konseptinde bulunamayan pahalı ürün yok satarken, normal mağazada ise rafı beklemektedir. Buna itiraz etmesi gereken öncelikle marka sahibidir.
Yarışta rakibini kollamayan bir sporcu gördünüz mü? Arkadan kimin geldiğine ve mesafesine bakmayan, fiyat avantajını dikkate almayan, çeşit üstünlüğünü görmeyen bir liderlik sürdürülebilir olabilir mi?
Konumlamanın masada yapılması yetmez. Perakendeciyle bu bilgilerin paylaşılması da yeterli olmayabilir. Mutlaka sahaya yansıtılması gerekir. İstediğiniz kadar hedef kitle analizini iyi yapın, pazarın beklentilerini iyi tespit edin, rafta bu görülmüyorsa bir şey ifade etmez. Ben bunu kadroyu en iyi şekilde kuran ve soyunma odasında en iyi maç taktiğini veren ama futbol sahasında söylediklerini uygulatamayan teknik direktöre benzetiyorum.
Lider marka ölçek ekonomisinden dolayı maliyetlerini bütün rakiplerinden daha aşağıya çekme imkanına sahiptir zaten. Bu avantajı kullanarak en azından aşırı pahalı gözükmemek ve yine de rakipten fazla kazanmak doğru bir fiyatlandırma stratejisi ile mümkün olabilir. Hem daha düşük maliyet, hem de oldukça farklı yüksek fiyat liderliğin hakkı olamaz.
Yeni rekabet koşullarında güç müşteriye geçmiştir. Zira ürünler gittikçe birbirlerine benzemeye başlamış, farkların azalması kıyaslamayı sadeleştirerek müşteri tercihini kolaylaştırmıştır. Her kategoride en azından ilk 3 marka için hal böyledir.
Bazı büyük markaların hantal kalmaları, büyük ve modern tesislerine rağmen pazar kaybetmeleri çok rastlanan bir durumdur.
Müşterisini seven ve bunu belli eden markalar ise uzun vadeli beraberliği ilmek ilmek örerler. En büyük tehlike markasını seven patronlardır. Bu yaklaşım müşteri tarafından çok kolay farkedildiği için her an yerine konacak alternatif taze tutulur. Marka olarak kalmak, marka yaratmak kadar zordur. İşte bizde en anlaşılmayan tarafı da budur.
Perakendeciye düşen; her iki marka da rafın vazgeçilmezleri olduğuna göre, daha aktif olana fazla imkan sunmak ve mağaza verimliliğini artırmaktır. Private label üretim konusunda da güç bu iki markada olduğuna göre daha ticari yaklaşana yönelmek bir başka kural olmalıdır. Elbette bu günkü sahne de değişecektir. Değiştiği anda yukardaki markalara yeni ilaveler olacaktır. Ancak bu iki markadan birisinin olmadığı rafa üçüncü bir markanın gelmesi matematiğe ve istatistiğe uygun düşmez.
Perakendeci hakemdir, performansı artana yol vermek de aynı zamanda kendi çıkarına hizmettir.
Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Haziran 2018 – 112. sayısında yayınlanmıştır.
Ercüment Tunçalp
Aynı alışveriş 20 ay sonra ucuzlar mı?
Son senelerde dünyada düşen gıda fiyatlarının bizim ülkemize uğramadığını sık sık konu ettik. Dolar bazında bile dünyanın en pahalı ülkelerinden biri haline geldiğimizi kıyaslamalı örnekler üzerinden ortaya koyduk.
Şimdi de ilişikteki listede, ABD’de bire bir aynı alışverişin 2 seneye yakın zaman dilimi sonunda yüzde 2,5 ucuzladığını göreceksiniz. Atlanta’ya yerleşmiş olan tiyatro oyuncusu Erdem Baş, 20 ay ara ile aynı alışverişi Costco Hipermarket’ten tekrarladı ve aşağıda ayrıntısını anlatacağım sonuca ulaştı.
27 çeşit üründen oluşan alışveriş listesi Mart 2023’te 256,34 dolar tutarken, Kasım 2024’te yapılan alışveriş 249,92 dolar tutmuş.
Görüleceği üzere;
- 20 ay ara ile 10 çeşit ürünün fiyatı değişmemiş, 8 ürünün fiyatı düşmüş, 9 ürünün fiyatı ise artmıştır.
- İkinci alışverişin tutarı 20 ay sonra 6,42 dolar düşük çıkmıştır. Bu da gıda fiyatları bizde artış rekorları kırarken, ABD’de nasıl gerilediğine işarettir.
- Kıyaslamalarda indirimli fiyatlar dikkate alınmamıştır. Örneğin Nutella’nın 13,89 dolarlık fiyatı yerine, 9,89 dolarlık indirimli fiyatını dikkate alsaydım, ikinci alışverişin tutarı daha da eksilecek ve fark 10,42 dolara çıkacaktı.
- Bizim yerli markalarımızın bile ABD marketlerinde daha ucuza satıldığını bir müddet önce bilgilerinize sunmuştum. Bu günkü kıyaslama ile de bizim fiyatlar 5. viteste ilerlerken, oradaki geri vitesin nasıl çalıştığını görmüş olacağız.
- Bizdeki enflasyonun yüzde 20’lere düşmesi bile yukarda belirttiğim farkın daha da açılmasını önleyemez. Zira enflasyonu yüzde 20’lerde yaşadığımız Ocak 2020 ve 2021 tarihleri arasında da Kanada’da yapılan benzer iki alışverişin ikincisinde fiş tutarı bir miktar düşüş göstermişti.
- Bu kıyaslamaları bize daha yakın gibi gözüken Macaristan, Bulgaristan ve Romanya ile de gerçekleştirsek, yakın tarihte yaptığımız çalışmalar bize çok benzer sonuçlara ulaşacağımızı gösteriyor.
- İlişikte 2 sene boyunca değişmeyen alışveriş giderinin bir asgari ücretli ABD vatandaşına ait olduğunu varsayalım. Ortalama 2.420 dolarlık gelirle (84.240 TL), maaş arttıkça refah da artmaktadır. Bizde ise maaş ne oranda artarsa artsın, fiyat artışlarına yetişilemediği için alım gücündeki düşüş garanti olmaktadır.
- ABD’de saatlik asgari ücret eyaletlere göre değişiklik göstermektedir.
- ABD’de ağırlık ölçü birimi olarak Libre (Lb) kullanılmaktadır. Yarım kilograma yakın (453 gr) bir ağırlığı ifade eder. ABD’de sıvı ölçümlerinde kullanılan 1 OZ karşılığı yaklaşık olarak 29,57 mililitredir (ml). Sıvılar için kullanılsa da gram karşılığı da vardır. 1 OZ karşılığı yaklaşık 28,35 gramdır (gr).
Sonuç olarak; batı ülkelerinde 1-2 puanlık enflasyon oranlarını yok etmek için alınan tedbirler bizim ülkemizde o kadar önemsenmiyor. Esas problem aradaki büyük fark değil bu anlaşılmaz rahatlıktır. Yukardaki son sahnenin bize dönük en önemli neticesi; dış güçlerin (Dünya Bankası ve IMF) yazdığı Satınalma Gücü Paritesi (SAGP) masalının rakamsal olarak nasıl çöpe gitmesi gerektiğini göstermesidir. “İki ülkede iki alışveriş 13” başlıklı yazımda Türkiye alışverişinin tutarı, dolar bazında ABD alışverişinden yüzde 25 pahalı çıkmıştı. “İki ülkede iki alışveriş 14” başlıklı yazımda Türkiye alışverişi tutarı, dolar bazında ABD alışverişinden yüzde 28 daha pahalı çıkmıştı. “Yerli mallara uzaktan bakış” başlıklı yazımda; hem de yerli markalarımızın bile Türkiye’deki alışveriş tutarının, ABD alışverişinden yüzde 15 daha pahalı olduğu görülmüştü. Buraya kadarı vatandaşımızın cebinden fazla çıkan dolar bazındaki gider farkıdır.
Şimdi de her iki tarafın gelir farkına bakalım.
ABD’de 2023 yılında kişi başına düşen GSYH 81.630 dolar iken, Türkiye’nin kişi başına düşen GSYH’si ise 13.110 dolardır.
Kişi başı geliri 6 kat fazla olan ABD vatandaşı, aynı alışveriş sepetini dolar bazında Türk vatandaşından daha ucuza elde ederken, nasıl oluyor da uydurma SAGP hesabına göre kişi başı gelir farkı yaklaşık 2 kata iniyor?
Çünkü bu hesaplamalarda ortak para birimi olarak ABD doları kullanıldığı için ABD’nin hem cari fiyatlarla hem de SAGP’ye göre geliri aynı kalıyor. Türkiye’nin geliri ise 42.921 dolara çıkıyor. Güya bu illüzyon ile de ABD vatandaşı ile Türk vatandaşı arasındaki gelir farkı 1,9 kata iniyor. Hani sıkılmasalar rahatça durumu eşitleyecekler. Bu hesap gelişmekte olan ülkeleri uyutma projesidir. Bu küresel kurumlar gerçek gelir seviyesini dikkate almadan sadece fiyat seviyeleri üzerinden (ki onun da doğruluğu tartışılır) satın alma gücü yaratmanın peşindedirler. Oysa eski yıllarda ‘fiyat düzeyi endeksi’nde Türkiye ucuz ülkeler arasındayken, son iki yıldır böyle değil ki…
Yazıyı tam bitirecekken, televizyonda bir sabah programına rastladım. Mesleği gazetecilik olan bir muhterem; sırf düşük oranlı asgari ücret artışını savunmak üzere, halkın da okumadığına ve araştırmadığına güvenerek, “Macaristan, Bulgaristan ve Romanya’da euro bazında net asgari ücret bizden düşüktür” yalanını söylemekten çekinmiyordu. Gerçeğini defalarca yazdım, tekrar ediyorum. Bizim 17.002 TL’lik asgari ücretimiz 465 euro karşılığıdır ve neredeyse ortalama ücret yerine geçer. Macaristan asgari ücreti 675.27 EUR/ay’dır (Kaynak: Eurostat). Üstelik bu ülkede asgari ücretli çalışan yok denecek kadar azdır. En düşük ücret 1.200 Euro karşılığıdır. Bulgaristan asgari ücreti 477,04 EUR/ay’dır (Eurostat). Bu sembolik bir azınlığın ücretidir.
Romanya asgari ücreti 743,37 EUR/ay’dır (Eurostat).
Bütün bunların yanında bizim asgari ücretlimizin gıda alışveriş tutarı dolar bazında yukardaki ülkelerin hepsinden pahalıdır.
TÜİK’in en taze verisi ile bitirelim. Kasım 2024’te TÜFE kapsamındaki ana harcama grupları içinde aylık bazda en yüksek artışı yüzde 5,10 ile gıda ve alkolsüz içeceklerde gördük. Yukarda saydığım ülkeler arasında; aylık değil, yıllık bile bu oranı yaşayan ülke yoktur. Aksine 20 ayı aşan zaman diliminde bazı şanslı ülke vatandaşlarının eksilen fiş tutarları vardır.
İşte sözün bittiği yer de burasıdır.
Ercüment Tunçalp
Gıda hileleri önlenemiyor!
Taklit ve tağşiş olayları uzunca bir süre (31 ay) açıklanmayınca zannedildi ki; bu iş yoluna girdi ve sağlıklı beslenmeye başladık. Ancak Tarım ve Orman Bakanlığı 2 Ekim 2024 tarihinde ani bir kararla ifşa mekanizmasını çalıştırmaya başlayınca; hilelerin artmış ve hayli birikmiş olarak karşımıza çıktığını gördük. O tarihten beri de açıklamalar güncel olarak devam ediyor. Buraya kadarı çok önemli bir gelişmedir. Yetkilileri kutlamak gerekir…
Fakat bu açıklamalar sonunda bazı büyük perakendeciler gereken işlemi (raftan çıkartma) yapmadılar. Hileyi cezalandırmak yerine o markalara kalkan olmayı seçtiler. Savunmaları da hayli ilginçti, tüketici olarak sordum ve cevap verdiler.
“Sattığımız çeşitlerde hile yok”, “Bunlar tağşişli partiler değil”. Güya hileyi yapan, çeşide veya partiye göre iş ahlakını değişik uygulayacak. İnandırıcı mı?
Bal ve zeytinyağında aynı üreticilerin onlarca markası var ve hepsi hileli…
Marka değiştikçe, normal şekilde iş ortaklığı sürdürülüyor. Bu büyük bir sorumsuzluktur ve mutlaka cezai karşılığı olmalıdır. Bu riski alan perakendecinin de; sonraki denetimlerde aynı üreticiye ait raftaki ürünün tağşişli çıkması halinde en azından ‘kapatma’ ile cezalandırılması şarttır. Yoksa bu eylemlerin sonu alınamaz!
Maliyet hesabını çok iyi bilmesi gereken kategori yöneticilerinin, hilesiz 1 kg sızma zeytinyağın 200 liraya, 1 kg hilesiz balın 150 liraya satılamayacağını da bilmeleri gerekir. Tüketiciden bile beklenen bu düşünce yapısı işin uzmanından haydi haydi beklenir. Daha da önemlisi; sabıka kaydı (adli sicil kaydı) sadece işe girişte aranmaz, rafa girişte de aranır ve gereği yapılır. İlgili Bakanlığın tağşiş listeleri sabıka kaydıdır. Gereğini yapmak yerine bahane üretmek tüketiciye saygısızlıktır. Üretici tarafında ise; hileli marka darbe alınca, yeni markalar bu kadar kolay devreye sokulamamalıdır. Tağşiş eyleminin tekrarı halinde bu hileli markanın sahibine ömür boyu gıda üretimi yasağı ve Avrupa’daki gibi kısa bir adli sürecin sonunda tutuklama şartı getirilmelidir.
Wal Mart’ta çalışan bir yöneticiyle konuştum; benzer olayların cezai karşılığını sordum. Her eyalette değişik uygulama olmakla beraber büyük para cezalarının gündeme geldiğini ve hileli markanın anında raf dışında kaldığını, zira tüketicinin zaten o ürünü almayacağının kesin olduğunu belirtti.
Yani ABD’de yetkili mercilere desteğin tam olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla tüketici bilinci de yüksek olduğundan mücadeleden sonuç almak kolay oluyor…
Niyeti bozuk olan işletme sahibi iş hayatından siliniyor. Bizde öyle mi?
Eğer marka bir risk almışsa, perakendeci ona ortak veya destek olmak zorunda değildir. Kalan sağlarla yola devam etmek durumundadır. Zira satıcı için marka değerini değil, dürüst satıcı imajını korumak ilk görevdir.
Şimdi daha da önemli bir konuya geçiyoruz.
Ülkemizde her gün zehire batırılmış (ilaç kalıntılı) sebze meyve tüketiyoruz. Yüksek oranda pestisit ve toksik madde yüklü kuru meyve ve kuruyemiş de evimize giriyor. Şimdiye kadar bu önemli sağlık riskinde sorumluluğu üstlenen, bunun hesabını soran veya üreticiyi disiplin altına almayı başaran bir merciye tanık olmadım. Mutlaka bilemediğimiz gayretler vardır ama netice alınamamasından bahsediyorum. Bunu nereden anlıyoruz!?
İhracata seçilerek gönderilen tonlarca ürünümüzün, her gün o ülkelerden iade edildiğini küresel kurumlardan öğrenmekteyiz. Peki seçilmiş ürünlerden geriye kalan iç piyasaya sevk edilmiş kısmını tahmin etmek o kadar zor mudur?
Kaldı ki işin ayarı o kadar kaçmıştır ki; güvenli limitin 85 katı pestisit kullanımı sıradan hale gelmiştir. Halk sağlığının düşünülmemesi bir yana, bu zehirlerin bedava bulunmuş gibi bu kadar kolay çevreye saçılması da ayrıca şaşırtıcıdır.
Tarladan ve bahçeden direkt alım yapan perakendecilerin tüketiciye vereceği en önemli garanti; limitler içinde ilaç uygulandığıdır.
Ticaret Bakanlığı’da bu kategorilerin zehir tacirlerini açıklamalıdır. Sadece tarlada bahçede değil, sebze meyve hallerinde de bu tahlillerin yapılarak satıştan men ve cezai işlem uygulanması şarttır…
Alanya’da gıda ticareti ile uğraşan Mustafa Ezici adlı vatandaşımız bu denetimleri kendisine iş edinmiş ve cebinden 150 bin lira harcayarak, değişik akredite laboratuvarlara ait 73 adet raporda limitleri aşan pestisit tespiti yaptırmıştır. Numuneler manavdan, tanınmış süpermarketten ve tanınmış gross marketten alınmış olup ürünlerin yüzde 40’ı uygunsuz çıkmıştır. Görüleceği üzere perakendecinin de sorumluluğu vardır. Senede 1 defa analiz yaptırmakla görev yerine getirilmiş olamaz. Ruhsatsız ilaç kullanımı da önemli bir gerçektir. Yurt dışından dönen problemli ürünler imha edilse bile bu bizi yurt içinde zehir yemekten kurtarmaz. (Raporlar Gıda Dedektifi hesabındadır).
Sonuç olarak; bu bozulmanın en önemli nedeni yüksek enflasyonun yarattığı alım gücünün düşüklüğüdür. Bu vesileyle hileli gıdalar iyice yaygınlaşmış, görece düşük fiyatları sebebiyle de bazı çevreler sessizliğe bürünmüştür. Dolayısıyla sorunlu gıdaların çoğunluğu denetimlerden kurtulmayı başarmaktadırlar. Bunun en önemli delili de ihraç edilen gıda ürünlerindeki manzaradır. Belki denetim görevi olanlar kızabilirler ama halen açıkta satılan gıdalara bile engel olunamıyor. Mevzuatta buna yer var mı?
Et ve süt ürününü soğuk zincir dışında taşımak ve satmak serbest mi?
Bu konularda pazarlardan, hatta marketlerden yüzlerce örnek göstermek mümkündür. Etiketlerdeki yanıltıcı beyanlara henüz sıra gelemiyor. Üretici ambalajın üzerine “Salep” yazıyor, içerik kısmında ise %0,1(binde 1) salep tozu oranı yer almasına rağmen kendisine “dur” diyen olmuyor. Perakendeci de yeni ürün teklifine, “bunun içinde salep yok, ambalajı değiştir öyle gel” diyemiyor. Palm yağı ve glikoz şurubu gibi sağlığa uygun olmayan içeriklerin yaygın kullanımına ise bir engel bulunmuyor.
Eskiden bir markette son kullanım tarihi geçen ürün bulunduğunda, çalışanlarda bir mahcubiyet oluşurdu. Bugünlerde ise bırakınız hatanın kabullenilmesini veya raftan kaldırılmasını, indirimli satışı organize edilmektedir. Artık işin bu boyutlara ulaşması karşısında, ben de söyleneceklerin tesiri konusunda o kadar emin olamıyorum. Üreticiye güvenemeyeceksek, markete güvenemeyeceksek, hastaneye güvenemeyeceksek kime güveneceğiz?
Geriye “Allah hepimizi bu kötülüklerden korusun” demekten başka da bir çare kalmıyor.
Ercüment Tunçalp
Turist ile empati yapılmıyor!
Yaz turizm sezonunun sona erdiği bugünlerde önce turist ile empati yapıp bu olumsuz sonucu hakettiğimizi kabul etmeliyiz. Sakın turist dediğimde sadece yabancılar anlaşılmasın. Esas yerli turist senelerdir aynı otele yabancıdan daha fazla para ödemektedir. Trajikomik olan da; bu sene ilk defa bir vatandaşımızın faturasına “milliyet farkı” açıklaması konduğu için ilgili bakanlığa şikayetin ardından “fazla alınan paranın iadesi” gerçekleşti. Oysa bu olayın aslı; haksız alınan fiyat farkının iadesi değil, ırkçı söylem için kesilen cezaydı. Zira eğer öyle olsaydı yıllardır onbinlerce müşteriden alınan fazlalığın da iadesi gerekirdi. Bir kere önce bunu bir kenara not edelim.
Yabancı turist “her şey dahil fiyat”ı tatil öncesinde görüyor, fiyatı uygun bulduysa satın alıyor. Ülkemizde kaldığı sürece otelden dışarı çıkmıyor, beş kuruş ilave para da harcamıyor. Böylece sürprizlere karşı önlemini alıyor!
Haksız mı? Yerden göğe kadar haklıdır. Yunanistan’a gidiyorsa ‘oda+kahvaltı’yı yeterli buluyor, her gün değişik yerlerde karnını doyuruyor. Öğle ve akşam yemeği için aşağı yukarı 25-30 euro ödeyeceğini, hamburger için vereceği parayı önceden tahmin edebiliyor. Bizdeki durum öyle mi?
Hamburgere 300 lira da 1500 lira da ödeme ihtimali var. Restoran için 4-5 kat sürprizlere her zaman hazırlıklı olmak zorunda. 180 liraya da 1.500 liraya da lahmacun var. İşletmeler arasında da kalite farkı yok. Benzer dondurma büfelerinde 200 TL’den 600 TL’ye kadar değişen fiyatlar var. Taksici olayını söylemeye bile gerek yok, kötü şöhret sınırlarımızı çoktan aşmış bulunuyor.
Bazı alıngan Bodrum ve Çeşme esnafı, pahalı Yunan adalarını örnek göstererek kendilerine de benzer ayrıcalık istiyorlar. Oysa durum aynı değil ki…
Mykonos ve Santorini, eğlence ve romantizm için tercih edilen ve birçok plajında beach party yapılan pahalı adalardır. Ancak orada bile havlunuzu serip ücretsiz faydalanacağınız plajlar vardır. Yani bizde en fazla yokluğu çekilen bir durum olduğu açıktır. Mykonos ve Santorini müşterisinin gelir ve yaşam tarzı farklılığı yaz sezonunu tamamen dolu geçirmelerini sağlamaktadır. Pahalılık vardır ama yine de sürprizlere yer yoktur. O görece zengin müşteri de ne ödeyeceğini önceden bilmektedir. Dolayısıyla Bodrum ve Çeşme o örneklere benzer lokasyonlar değildir. Her iki tatil yöremiz de her çeşit müşteriye hizmet veren işletmelere sahiptir. Bodrum’da sıkıntı yaratanlar bahsi geçen adalardaki benzer müşteriye dönük hizmet veren lüks işletmeler değildir. Bodrum’un bu lüks mekanları da zaten tam kapasite hizmete devam ettiler ve müşterileri de fiyatlardan hiç şikayetçi olmadılar. Sorun, standart ve hatta altındaki işletmelerde uygulanan “tutturabildiğine” esnek fiyat uygulamalarıdır. Sıradan bir büfede kazıklanmak hiç tesadüf değildir. Yani arada bir benzerlik yoktur, anlayış farkı ise pik yapmış durumdadır. Tenhalaşmanın esas nedeni budur. Teşhisi yanlış koydukça bu iki güzel ilçemiz gelecek yıllarda daha da sessizliğe bürünebilir.
Yunanistan’ın, üzerinde insan yaşayan 200’ün üzerinde adası vardır. Amaç denizden faydalanmak ise yukardaki 2 adayı kenara ayırıp ülkemizden daha hesaplı tatil yeri bulmak çok kolaydır. Bu bakımdan yabancının da yerlinin de bakış açısı budur. Yabancı turist her iki ülkede de otelden dışarı çıktığında ortalama aşağıdaki tablo ile karşılaşacağını biliyor. Hatta bizim ülkemizde daha yüksek fiyatlara da zorlanabileceğini ihtimal dahilinde tutuyor.
|
Yunanistan | Türkiye |
Türk kahvesi | 2 Euro (72 TL) | 100 TL |
Pizza | 10 Euro (360 TL) | 500 TL |
Döner | 4 Euro (144 TL) | 400 TL |
Hamburger | 5 Euro (180 TL) | 400 TL |
Deniz ürünleri menüsü | 10 Euro (360 TL) | 1500 TL |
Kaldı ki, komşumuz olduğu için sürekli karşılaştırmaları Yunanistan ile yapmak da eksik kalıyor. Zira Mısır, Portekiz, İspanya ve İtalya da bizden ucuzdur.
Kış sezonu yeni başlarken, yaz sezonundan ders çıkarılması beklenmez mi?
Uludağ’da bir otel çorba fiyatını 1.000 TL (28 Euro) olarak açıklıyor. Hani bu işletmenin sıra dışı bir kaliteyi temsil ettiği de düşünülmesin. Ticaret Bakanlığı an itibariyle bu oteldeki 78 ürünle ilgili aykırılık tespit ettiği için 171 bin 600 TL ceza kestiğini açıkladı. Şimdi turist (yerli veya yabancı) Bulgaristan ve Romanya kış otellerindeki 1 günlük fiyata Uludağ’a gelip çorba içecek öyle mi?
Sonuç olarak; Amerika’da yaşayan bir vatandaş eskiden ülkemizde doları bozdurunca kraldı. Şimdi öyle değil, artık 100 dolara kendi memleketinde sahip olduğu kadar mal ve hizmete burada sahip olamadığını söylüyor. Biz de kıyaslamalarımızda görüyoruz zaten…
Turizm Bakanlığı yetkilileri yabancı turist artışındaki rekorlardan bahsediyorlar ama ne piyasa görüntüleri ne de sektör temsilcileri reel anlamda bir büyümeyi teyit etmiyorlar.
Nedenleri bellidir;
- Yeni yatırımlarla yatak sayısı artarsa turist sayısının da artması çok doğaldır.
- Bir taraftan yabancı turist sayısı artarken, sıkıntıya giren işletmelerin de artması izaha muhtaç değil mi?
- Yerli turist sayısının azalması da bu sıkıntıların nedenlerinden olamaz mı?
- Bu durumda geceleme sayısı (azalıyor) daha da öne çıkmaz mı?
- Otellerin doluluk oranları en önemlisi değil mi?
- Türkiye’ye gelen turist sayısındaki artış perakende satışlara da yansımıyor. BMD Başkanı Sinan Öncel, “Türkiye artık Avrupa’daki birçok ülkeden pahalı hale geldi. Avrupalı turist eş değer ürünü kendi ülkesinde çok daha uygun fiyata alabileceği için Türkiye’de alışverişi tercih etmiyor. Bu gerçeği BKM verilerinden izleyebiliyoruz” diyor.
- En önemlisi de bazı yabancı ülkelerle kıyaslama yapılırken aklımızla alay edilmesidir. Örneğin 49 milyon nüfuslu İspanya’nın yılda 85 milyon turist çekmesi ile 85 milyon nüfuslu Türkiye’nin 60 milyon turist sayısı yan yana gelebilir mi? Olaylara doğru açıdan bakmadığımız sürece turist ile empati yapmaya da zaten sıra gelmez ve o becerinin gösterilmesi ise hiç beklenmez.
Turizm sektörünün cari açığı azaltıcı etkisi inkar edilemez ama potansiyelin yetersiz kullanımı ve buna ait nedenler her daim sorgulanabilir.