Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Güven bir kere kaybedilirse…

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

‘Güven’ kelimesi TDK sözlüğünde, “Korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu, itimat” şeklinde ifade edilmiştir.

Yani her türlü ilişkinin temel unsurudur. Öncelikle de aile içi ilişkilerde…

Eğer güven bir kere kaybedilirse, eşler arasında ayrılıklar yaşanmasa da o ailede huzur kalmaz. Ve bütün aile fertleri bunun olumsuz sonuçlarından etkilenirler.

Elbette esas konumuz bu değildir. Etki alanı daha geniş, maddi sonuçları daha fazla olan ekonomik güven eksikliğinin bütün bir ülkeyi kapsaması bakımından önceliği vardır. Ekonomik güven, tüketicilerin ve şirketlerin bulundukları şartlar dahilinde; geleceğe dair ekonomik koşullar hakkındaki düşüncelerini ve beklentilerini ifade eder.

Ekonomide her şey rakamlardan ibaret değildir. Elle tutulamasa da gözle görülemese de rakamlara yön veren en önemli unsur güvendir.

Bir toplumda güven eksikliği varsa ne ekonomik krizden çıkabilmek ne de enflasyonla mücadeleden olumlu sonuç alabilmek kolay olmaz!

Zira beklentiler geleceğe dair tahminler üzerinden gelişir.

Nitekim vatandaşın enflasyon beklentisi şubat ayında yükselişe geçti ve hane halkı için 12 ay sonrası için yıllık enflasyon beklentisi yüzde 59,2 oldu. TCMB tarafından yapılan açıklamaya göre, aynı dönemde piyasa katılımcılarının enflasyon beklentisi 0,1 puan azalarak yüzde 25,3 seviyesine, reel sektör için 1,9 puan azalarak yüzde 41,9 seviyesine geriledi. Piyasa katılımcıları ile vatandaşın enflasyon beklentisi arasındaki 34 puanlık fark normal değildir ve güven eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Eğer kötümserlik bu şekilde kafalara yerleşirse; talep istikrarsızlaşır, fiyatlama davranışları değişir, yatırım ve istihdam azalır, işsizlik artar.

Ekonomide en önemli karar merci tüketicidir. Onların gelecekle ilgili beklentileri Tüketici Güven Endeksi (TGE) ile ölçülür. Bu endeksin 100’den büyük olması tüketici güveninde iyimser durumu, 100’den küçük olması tüketici güveninde kötümser durumu, yani güvensizliği ifade eder. Son 20 yıldır 100 eşik değer bir türlü aşılamamaktadır.

Karar birimlerinin ikincisi reel kesim içindeki şirketlerdir. Bu da Reel Kesim Güven Endeksi ile ölçülür. Şirketlerin gelecek ile ilgili beklentileri de bu endekse bakarak öğrenilir.

TÜİK ve TCMB iş birliği ile hazırlanan ve özetlenen Ekonomik Güven Endeksi şemsiyesi altında, yukardaki iki endeks dışında hizmet sektörü güven endeksi, perakende ticaret güven endeksi ve inşaat sektörü güven endeksi, ekonomik güvenin ölçülmesini sağlayan birleştirilmiş endekslerdir. Neticede bu endeksler sayesinde tüketicilerin ve işletmelerin ekonomiye olan güven seviyelerini öğrenmek mümkün olabiliyor.

Buradan hareketle biliyoruz ki; siyaset, hukuk, adalet, demokrasi, insan hakları düzeyleri de ekonomik yaşamı direkt etkilemektedir.

Güven eksikliğini bir ülkeye dışardan bakanlara yansıtan tabloyu da bağımsız derecelendirme kurumlarının verdikleri notlar ve CDS (Kredi Sigorta Risk Primi) göstergeleri şekillendirir ve yatırımcılar da kararlarını buna göre verirler. Nitekim CDS aylar sonra 300 baz puan seviyesini aşmış, yani borçlanma maliyeti artmıştır.

Uluslararası endeksler Türkiye’nin demokrasi ve hukuki altyapıda geri düştüğünü sürekli açıklıyorlar. Bu endeksler önemsiz gibi görülebilir. Ancak yukarda belirttiğim ülke risk primine yön veren değerlendirmelerdir ve dış borcun maliyeti ile yakından ilgilidir.

Son yıllarda ülkemize doğrudan yabancı yatırım gelmemesi bu göstergelere bağlıdır. Sıcak para dediğimiz yabancı portföy yatırımlarını bile 19 Mart operasyonları sonrasında elde tutmak o kadar kolay olmayacaktır.

19, 20, 21 Mart’ta Merkez Bankası’nın 25 milyar dolar döviz sattığı tahmin edilirken, Dolar/TL tarafında değer kaybı da yüzde 3,5 civarında olmuştur. Borsa tarafında ise çarşamba gününü yüzde 8,79 kayıpla kapatan BIST 100, perşembe gününü hafif düşüşle geçirirken cuma günü yaşanan yüzde 8,71 değer kaybıyla haftayı sonlandırmıştır.

Beş yıllık tahvil faizi yüzde 32 iken yüzde 39’lara, kısa vadeli tahvil faizleri ise yüzde yüzde 38’lerden yüzde 48’lere çıkmış bulunmaktadır.

TCMB olağanüstü toplantı yapıp, döviz talebini azaltmak üzere borçlanma faizini yüzde 46’ya çıkarmak zorunda kalmıştır. Buna rağmen kurlarda düşüş sağlanamadığına göre enflasyona katkısı kaçınılmazdır. Bu durumda Nisan ayında, değil faiz indirimine devam etmek, artırım bile gerekebilir.

Elbette kararı TCMB verecek. Ancak bilinmelidir ki; eksi reel faize neden olacak bir faiz indirimi kararı döviz talebini daha da artıracaktır.

Sonuç olarak; TCMB’nin faizleri erken ve yüksek oranlı indirmeye başlamasını hatalı bulduğumu haftalar önce belirtmiştim. Bu son yaşananların arkasından ise hiç alan kalmamıştır. Karmaşa ortamı sonlansa da yukarda saydığım istikrarsızlıkların ekonomiye tesiri az olmayacaktır.

Elbette Mehmet Şimşek’in gelmesi yabancı yatırımcıya güven vermişti. Ancak 19 Mart olayı hesapta yoktu ve yabancının zararı da büyük olmuştur. İşte bundan sonrası için bu güven kaybı da rakamlara yansıyacaktır.

Güven unsurunun ülkeler açısından önemini belirten en özverili çalışma, Daron Acemoğlu’nun Nobel ödülünü kazanma nedenidir. Çalışmanın en kısa özeti, ‘sağlam ve güvenilir kurumlar inşa edemeyen ülkelerde kalkınma olmaz, refah da gelmez.’

“Ulusların Düşüşü” adlı kitap kamu yöneticileri için rehber niteliğindedir. Keşke sindire sindire okunsa da ekonomik güveni artırmak için sadece para politikası araçlarının yeterli olamayacağı görülebilse…

Devamını Oku
1 Yorum

1 Yorum

  1. Alim Kucukpehlivan

    25 Mart 2025 saat: 11:24

    Ulusların Düşüşü
    Why Nations Fail

    Her politikacıya, imza yetkisi olan her bürokrata mutlaka okutulması gereken bir kitap.

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Vergi yükü üzerine

Ercüment Tunçalp

Bakan Şimşek 2026 yılı bütçe sunumunda; “Vergi yükümüz uluslararası kıyaslamalara göre yüksek değil. Ülkemizde genel vergi yükü yüzde 23.5’tir” demiş.

İlk bakışta haklılık payı var. Hatta dünya üzerinde bizim vergi yükümüzden fazla orana sahip çok ülke de bulunmaktadır. Örneğin bütün İskandinav ülkeleri ile AB ülkelerinin çoğunda vergi yükü yüzde 40’ın üzerindedir…

OECD ortalaması ise yüzde 34’tür. (Kaynak: OECD, Revenue Statistics)

Ancak bunun bir önemi yok ki, zira taşıma kapasitesi aynı değil!

İşte bu günkü yazının konusu bu kıyaslamanın yetersizliği üzerinedir.

Toplam vergi yükü, bir ülkedeki yıllık dönem içerisinde ödenen toplam vergilerin yine o ülkenin GSYH’ına olan oranı olarak açıklanabilir.

İfade şekli; Toplam vergi yükü= Vergi gelirleri toplamı/GSYH

Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı ve dolaysız vergiler ile sosyal güvenlik prim ödemeleri yer alır. Bahse konu olan budur…

Toplam vergi yükümüzün kağıt üzerinde OECD ve AB ülkelerinden düşük olması yanında. aşağıdaki 10 farklı özelliği nereye koyacağız?

  • Dolar ve euro bazında ülkemiz gıda kategorilerinde AB ülkelerine göre bile daha pahalıdır. Bu konuda onlarca araştırma yaptık. O ülkelerden kişi başı gelirimiz de düşük olduğuna göre satın alma gücümüz kıyaslanamaz. Dolayısıyla verginin de eklendiği yük bizim vatandaşımıza ağır gelmektedir.
  • Zengin ve fakirin eşit oranda ödediği dolaylı vergilerin payı bizde fazladır.
  • Türkiye’de yaklaşık olarak dolaylı vergi payı yüzde 66, dolaysız vergi payı yüzde 34 iken; AB ve OECD ülkelerinde neredeyse bunun tam tersidir.
  • Bir de üstüne dolaylı vergi oranlarındaki olası yükselme, mal ve hizmetlerin üretim maliyetini artırmakta ve fiyatları yukarı çekerek dengeyi daha da bozmaktadır.
  • Üstelik dolaysız vergilerin aslan payı olan gelir vergisinin de üst gelir grubu tarafından ödendiği zannedilmesin. Gelir vergisinin beyan yerine büyük kısmının emek geliri üzerinden tevkifat yoluyla sağlanması, sabit gelirlilerin yükünü ve gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmaktadır.
  • Kayıt altındaki dürüst mükellefin, kayıt dışından gelemeyen vergiyi de sırtlaması dünyada bizim ayarımızda kaç ülkede gerçekleşiyor?
  • Türkiye’de kayıtlarda yer almayan ve görünmeyenenflasyon vergisi’ haliyle Sayın Bakan’ın belirttiği yüzde 23.5’in içinde bulunmuyor.

Enflasyonun kendisi vergi olduğuna göre, diğer ülkelerde olmaması veya yok denecek kadar az olması, bizim yükün de düşük olduğunu gösterir mi?

Dolayısıyla dolaylı verginin en haşmetlisi enflasyon vergisi olduğuna göre bunu da eklediğimizde bizim yükün ağırlığına hiçbir ülke yetişemez.

  • Objektif vergi yükü yanında, bu yükün psikolojik yönünü gösteren subjektif vergi yükünün ölçülmesi de gereklidir ama bu o kadar kolay değildir.

Subjektif vergi yükü; her bireyin kendi gelirine göre ihtiyaçlarını giderebilme, zevk ve tercihlerini karşılayabilme derecesine göre hissettiği ekonomik ve psikolojik baskıdır. Tedirginlik ve vergiye karşı alerji yaratma özelliği vardır.

İşte bir önemli fark da burada oluşmaktadır. Eminim ki; eğer ölçülmesi kolay olsaydı, kanun yapıcıların birçok kararlarında geri adım atmaları ihtimal dahilinde olabilirdi.

Sonuç olarak; yapısal nedenlerden dolayı bu yükün dağılımı bozuktur. Bu sebeple baskıyı her kesim aynı hissetmez. İşte bunun için bazı ülkelerde yüzde 45 vergi yükü hissedilir olmazken, ülkemizdeki yüzde 23.5 oranı taşınamayacak kadar ağır bir yük haline gelebilir.

Hayat pahalılığı, kişilerin gelirlerinin enflasyondan daha az artması şeklinde ifade edilir. Tersine gelirleri enflasyondan hızlı artanlar için de enflasyon vardır ama onlar için pahalılık söz konusu değildir. Hatta ek kazanç bile mümkündür.

Eğer vergi ödemelerinin ardından, kişinin gelirinin kalan kısmı en temel ihtiyaçlarına bile yetmiyorsa, yüzde oranı kaç olursa olsun, vergi yükü fazlalığı şikayet konusu olur. Üstelik vergiye karşı direnç oluşur.

Örneğin, sık kullanılan bir söz var; “Fatura ve fiş almak vatandaşlık görevidir” diye. Doğrudur ama bu kadar haksızlığa uğrayan bir kesim alışverişini daha ucuza getirmek için fatura veya fişten daha kolay vazgeçmez mi?

Sadece empati yaptım!

Vergi adaletine güvenilmeyen toplumlarda, vergiden kaçınmanın yol ve yöntemleri aranır. Böylece toplumun bir kısmı vergi yükünden kurtulmanın çarelerini arar ve bulurken, çaresiz olan toplumun diğer kısmı fazladan bu yükü sırtlamış olur. Neticede geliriniz yükseldikçe, vergi yükünüz azalır. İşte bu sebeple vergi adaleti için vergi reformuna ihtiyaç vardır. Ve en önemli yapısal sorunlardan biri olduğu çok açıktır. Bu gerçekleşmeden, enflasyonun kalıcı olarak düşmesi de mümkün değildir.

Üstelik enflasyonist dönemde uygulanan maliye politikalarının hedefi; toplam talebin toplam arzdan fazla olması nedeniyle, talebi daraltıcı tedbirler almaktır. En pratik gelen çözüm de harcamalar ve tüketim üzerinden alınan dolaylı vergiler ile enflasyonla mücadelenin tercih edilmesidir. Kaldı ki dolaylı verginin artırılması, fiyatın içine dahil edildiğinden hem tahsilatı kolaylaştırır hem de toplam talepte daralma sağlar. Pratiktir ama adaletsizliği daha da artırır.

Dolayısıyla reel olarak bizimki kadar ağır vergi yükü kolay rastlanacak bir durum olmadığından küresel kıyaslama yapmanın anlamsızlığı ortadadır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Dezenflasyon var mı, yok mu?

Ercüment Tunçalp

En yetkili ağızlardan “Dezenflasyon süreci devam ediyor” sözlerini duydukça, ben de bir an ‘acaba aynı ülkede mi yaşıyoruz?’ diye şüpheye düşüyorum. Dolayısıyla olmayan bir şeyin devamından bahsedilemeyeceği için konuyu sizlerle paylaşmak istedim.

Şimdi önce dezenflasyon tanımına, sonra da son 4 aylık verilere bakalım…

Dezenflasyon; fiyat artış hızının, yani enflasyon oranının zaman içinde azalması anlamına gelir. Kısaca yüksek enflasyondan düşen enflasyona geçişi ifade eder. Tekrar edelim; dezenflasyon sürecinde enflasyon oranı düşer.

Bakalım böyle bir durum var mı?

Evet Ekim ayı verileri de geldi ve tablo yine değişmedi. Yani düşüş söz konusu değil. Üstelik Mahfi Eğilmez TÜİK’in Ekim ayı enflasyon verisini açıklamasından hemen sonra Sherlock Holmes göndermesi yaptı.

Hocanın X hesabından yaptığı paylaşım şöyle:

“Sherlock Holmes: Kişinin verileri dikkate almadan teori oluşturması ciddi bir hatadır. Bunu yapan kişi, teorisini gerçeklere uydurmak yerine, gerçekleri eğip bükerek teorisine uydurmaya çalışır. ‘Enflasyon ve Türkiye konulu çalışmaya giriş’” şeklinde bir değerlendirme yaptı. Aynen katılmakla birlikte ben değerlendirmemi yine de resmi enflasyona göre yapacağım.

İşte son 4 ayın verileri:

Temmuz Ağustos Eylül Ekim
TÜFE (yıllık % değişim) %33,52 %32,95 %33,29 %32,87
TÜFE (aylık % değişim) %2,06 %2,04 %3,23 %2,55

Burada dezenflasyon nerede?

Yıllık enflasyonda 0,42 puanlık düşüşü ‘gerileme’ sayacağız ama aylık enflasyonda temmuz ve ağustos’a göre yarım puanlık artışı görmezden geleceğiz, öyle mi?

Hem de İTO’nun aylık yüzde 3,3’lük enflasyonunu hiç dikkate almadan; TÜİK’in yüzde 2,55’lik aylık oranının ise, birçok ülkede yıllık olarak yaşandığını da pas geçerek…

Şimdi de dezenflasyon için en fazla ihtiyaç duyulan tedbirlere bakalım…

  • Enflasyonu düşürmek üzere öncelikle belirsizlikleri azaltarak güveni artırmak ve vatandaşın enflasyon beklentisini düşürmek gerekiyor. Vatandaş kendi yaşadığına bakarak resmi enflasyon oranlarına inanmadığı için bu mümkün olamıyor. Nitekim ekim ayı MB açıklamasına göre, 12 ay sonrası için hane halkı enflasyon beklentisinin yüzde 54,39’a yükselmesi bundandır. Bu durum negatif faizle de birleşince hane halkını tüketime yöneltiyor ve talebin canlı kalmasını sağlayarak fiyat artış hızının düşüşünü sınırlıyor.
  • Merkez Bankası ekonomideki aşırı ısınmayı önlemek için faizleri artırabilir, para arzını sınırlayabilir. Bu sıkılaştırıcı önlemler talebi azaltarak enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki enflasyon düşüşü 4 aydır kesintiye uğramasına rağmen yukardaki önlem alınmış mı? Hayır tam tersi yapılarak faiz indirilmiş…
  • Kamu harcamalarının azaltılması, bütçe disiplininin sağlanması da enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki böyle bir önlem de var mı? Gerçekleşmediği ortada…
  • Verimlilik artışı için teknolojik yenilikler maliyetleri düşürür. Dolayısıyla düşük üretim giderleri fiyatların daha yavaş artmasını ve bu da enflasyonla mücadeleye katkı sağlar. Peki böyle bir iyileşme görüyor muyuz?

Tam tersine maliyetlerin yüksekliği için en çok verimsizlik şikayet konusu oluyor.

  • Yolunda giden tek husus döviz kurundaki yatay seyirdir. İthalat maliyetini azaltır, fiyatların yukarı yönlü baskısını düşürür. Ancak bu başarı rezerv yakma pahasına gerçekleştiği için sürdürülebilir değildir.

Sonuç olarak; ekim ayında politika faizini en azından sabit tutmak gerektiğini boşuna söylemiyorduk. İndirim 100 baz puan olsa bile süreci zora sokacağını, bizim gibi düşünenlerle birlikte ifade ediyorduk. Zira yüzde 44’lerden yüzde 33’lere inen ama 4 aydır kıpırdamayarak orada sabitlenen bir enflasyon, dezenflasyonun kesintiye uğradığını ve yapışkan hale geldiğini anlatıyor. Üstelik Sayın Şimşek’in 2.5 yıl önce devraldığı enflasyonla (%39) bugünkü enflasyon (%33) arasında sadece 6 puan fark varken, ne kadar zorlansa da buradan başarı hikayesi çıkmaz.

Kaldı ki Eylül 2025’te Türkiye’nin aylık tüketici enflasyonu yüzde 3,23 ile G20 ülkeleri arasında en yüksek oran olmuştur. Yıllık bazda da Türkiye, Arjantin’i geride bırakarak OECD ülkeleri içinde en yüksek enflasyona sahip ülke konumuna yükselmiştir. (TEPAV)

Kaldı ki TCMB’nın son faiz indirimi ile karar metni de uyumlu değildir. Zira “Başta gıda olmak üzere son dönem fiyat gelişmelerinin enflasyon beklentileri ve fiyatlama davranışları kanalıyla dezenflasyon süreci üzerinde oluşturduğu riskler belirginleşmiştir” dedikten sonra yapılan faiz indirimi çelişki oluşturmuştur. Biz farklı bir şey söylemiyoruz. ‘Bu yapışkan enflasyon idari hatalar dışında açgözlü fiyatlama davranışlarının da sonucudur’ diyoruz.

Eylem ve söylem birliği güven artırıcı asli unsurdur. Enflasyonla mücadelede ilk sıraya alınacak kadar da büyük bir ihtiyaçtır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Fiyatlandırmada kaos var!

Ercüment Tunçalp

Kaos; bir kargaşa ortamının, daha doğrusu kontrol edilemeyen istikrarsız bir durumun ifadesidir. Konu fiyatlandırma olunca da bir ürünün belli bir perakende fiyat seviyesi yerine “tutturabildiğine” usulünün piyasaya hakim olduğuna işaret eder.

Yüksek enflasyonun fırsatçılara sunduğu bu ortam kendi açılarından çok iyi değerlendirilmektedir. “Nasıl olsa her hafta fiyat değişikliği var, benim payım da araya kaynasın” anlayışını şimdiye kadar sayısız örnekle göstermeye çalıştım.

Bunlara tekrar göz atalım…

  • Yer yüzünün en pahalı yeme içme yerlerinin bizim havaalanlarımızda bulunduğunu artık herkes biliyor.
  • Market fiyatlarımızın da dolar ve euro bazında en yüksek fiyat seviyesine ulaştığını 30’a yakın ülkeyle yaptığımız kıyaslamalar gösteriyor.
  • Elbette bu kadar da değil. Ülke içinde raf fiyatları arasındaki kaos daha büyüktür. Sakın yanlış anlaşılmasın aylık alışverişin fiş tutarından bahsetmiyorum. Onlar birbirine yakın çıkabilir. Bahse konu olan birebir aynı markaların bir markette 100 TL, diğer markette 200 TL olan fiyatlarıdır. Bunlara dair de bolca örnek gösterdim.
  • Meyve sebzede kalite farkı da işin içine girdiğinden daha da şaşırtan fiyatlara rastlamak sıradanlaştı. Ekim ayının ortalarında bir market kaliteli mandalinayı 36 liraya satarken diğer market çıkmasını iki katı fiyata satabiliyor. Büyük perakendeci ölçek avantajı sebebiyle daha ucuz satması gereken karnıbaharı 140 liraya satmaya uğraşırken (satamadığı için kalite kaybı vardı), rakip yerel market 80 liraya satıyordu. Kalite farkını da dikkate alırsak fark yüzde yüzden fazladır.
  • Dünyanın hiçbir yerinde, arada bu kadar büyük makas ve haksız kazanç tespit edilebilmiş değildir. Esas şaşırtıcı olan; zaten küresel ölçekte en pahalı olan şehir merkezindeki fiyatlarımızla havaalanı fiyatlarımız arasındaki anormal durum da küçük bir azınlık dışında kimsenin fazla ilgisini çekmiyor.
  • İşte aşağıda bulunan listede, Budapeşte şehir merkezi ile havaalanı fiyatları arasındaki makul farkları ve ikinci bölümünde de Budapeşte ile İstanbul havaalanları arasındaki yüzde 100’ü aşan fiyat farkları oldukça ilgi çekicidir.
  • Budapeşte – İstanbul şehir merkezleri arasındaki fiyat farkı da daha önce yaptığımız iki ayrı kıyaslamadan görülebilir. Kıyaslamaların ilkinde %28 pahalı iken ikincisinde %33 pahalı çıkmıştık. Yani aradaki fark daha da açılmaktadır.
  • Dengesizlik bununla da sınırlı değildir. Avrupa’da ve Amerika’da discount market zincirleri ile süpermarket zincirleri arasında ezelden beri yüzde 10-15’lik bir fiyat makası vardır. Bizde bu formatların ilk yıllarında da böyleydi. Ne zamanki yüksek enflasyon hayatımıza girdi, bu denge bozuldu. Elbette bunu kabul etmeyenler çıkacaktır. Bunun en kolay tarafı 2 ayrı kıyaslama yapılmasıdır. Yani birincisi piyasanın tanınmış markalarının yer aldığı fiyatların karşılaştırılması, ikincisi de sadece market markalı ürünlerin kıyaslanması olmalıdır. Biz ikisini de yaptık ve sonuçlarını yayımladık.
  • Tedarikçilerin veya meslek temsilcilerinin matematiğe ve istatistiğe uymayan fiyat artış talepleri de güncel konularımızdandır. Et ve süt ürünlerinde dolar ve euro bazında en yüksek fiyatlara sahip ülke durumunda bulunmamıza rağmen buna verilen cevap, “maliyetlerimiz yetmiyor, girdilerimizin çoğu ithal” oluyor. Girdilerin tamamı ithal olsa bile, hiç olmazsa raf fiyatlarının küresel seviyeye yaklaşması gerekmez mi?
  • Son yılların en büyük alışkanlığı sadece yukarı yönlü fiyatlama (tek yönlü) davranışlarıdır. Örneğin 2023 yılında iklim değişikliği sebebiyle kakao arzında bir düşüş varsa çikolata fiyatlarının artması doğal sayılabilir değil mi?

Peki rekolte artar ve kakao fiyatları düşerse çikolata fiyatları neden düşmez?

Dedim ya fiyatta belli bir seviye yakalandığında, o nokta kazanılmış hak oluyor. Oradan geriye dönüş mümkün olmuyor (indirim dönemlerindeki geçici düşüşler hariç). Aynı olay ayçiçek yağında ve çam balında da geçerlidir. Hele ayçiçek yağı daha özel ilgiyi hak ediyor. 2022 yılındaki Ukrayna- Rusya savaşı ile oluşan kriz giderilmesine, küresel rekoltede artış olmasına rağmen bizde nedense durum değişmiyor. “Ama biz yarısını üretiyoruz, diğer yarısını ithal ediyoruz” diyenler var. Ben tamamını ithal ettiğimizi varsayıyorum. Ülkesinde hiç yağlık ayçiçeği üretimi olmayan, tamamen ithalatçı olan diğer ülkelerden dolar veya euro bazında yüksek seviyeyi nasıl hak edebiliyoruz?

Hem de fiyat farkı az buz değil. Son bir yıl içinde yaptığımız kıyaslamalarda, ayçiçek yağında dolar ve euro bazında raf fiyatlarımızın değişik ülkelerden aşağıdaki oranlarda pahalı olduğunu tespit ettik. İtalya’dan %105, Macaristan’dan %84, Hollanda’dan %103, Kazakistan’dan %95, Yunanistan’dan %74 ve Bulgaristan’dan %49 daha pahalıyız.

Çam balına gelince; sakın kimse bana ‘orman yangınları’nı neden olarak göstermesin. Zira ben bu seneki rekoltenin geçen yılın çok üstünde olduğundan bahsediyorum…

Sonuç olarak; tarımsal ürünlerde ‘var yılı’, ‘yok yılı’ arasında fark kalmamıştır. Oysa yok yılında bir ürünün rekoltesi düştüğü için fiyatı artarsa, var yılında tersi olmak zorundadır.

Hayır, öyle olmuyor. Her iki durumda da fiyat artışları sürüyor.

Kaldı ki yapılan büyük indirimler bile brüt kâr marjlarının nasıl oluştuğunu açığa çıkarıyor. Örneğin insert içinde 100 liralık bir ürünün %40 indirimle 60 liraya satıldığını görüyoruz. Bir gıda ürününde bu kadar büyük indirime rağmen hâlâ para kazanıldığına göre (aksi iddia edilemez), fiyatı yapanın hiç yorulmadan aldığı fiyatı 2 ile çarparak normal raf fiyatına ulaştığı anlaşılır.

Dolayısıyla indirim zamanında çok küçük kârla yapılan satış (stoklarla sınırlıdır) normal fiyata döndüğünde gerçek kazanç ortaya çıkar. Bu arada eş zamanlı olarak tüketicinin de gönlü alınmış olur.

İşte yüksek enflasyonun esas yıpratıcı etkisi budur. Bunun arkasına saklananların da olduğu iyi bilinmelidir.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER