Ercüment Tunçalp
İki ülkede iki alışveriş (3)
Kanada ve Almanya ile kıyaslanan market fiyatlarımıza dair yaptığım değerlendirmelerden sonra, pahalı bir ülkeyle de benzer kıyaslamanın yapılması istekleri geldi. Onu da araştırdık, bulduk ve yorumladık…
TÜİK, geçen yıla ilişkin hane halkı nihai tüketim harcamalarına göre; AB üyesi 27 ülke, 3 Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) ülkesi (İsviçre, İzlanda ve Norveç), 5 aday ülke (Türkiye, Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve Arnavutluk), 1 potansiyel aday ülke (Bosna-Hersek) ve Birleşik Krallık’ın yer aldığı toplam 37 ülkeye ait bir fiyat düzeyi endeksi çıkartmıştı.
Bu endeksten; en yüksek değere sahip (162) pahalı ülke olarak İsviçre, en düşük değere sahip (47) ucuz ülke olarak da Türkiye çıkmıştı.
Bunun anlamı, bir İsviçrelinin 162 euro karşılığı aldığı mal ve hizmet sepetinin Türkiye’de 47 euroya satın alınabilmesiydi.
Bu araştırmaya bakarak pahalı ülkeyi bulmuş olduk. Geriye ise bu ülkeyle kıyaslamalı alışverişin videosunu bulmak kalmıştı, ona da ulaştık. Şimdi elimizde hazır olan Mart ayı videosundan, İsviçre Migros ile Türk Migros alışverişlerini ve iki ülkenin asgari ücret seviyelerini birlikte karşılaştıracağız.
26 ürünlük alışverişlerin listesini ve detayını yazımın sonuna ekliyorum. (Kaynak: You Tube, Serdarhan Güler videosu). Bilgi edinmemizi sağladığı için genç kardeşimize teşekkür ediyorum.
Alışverişin hikayesi:
- İki ülkede, yönetimleri ayrı olsa da kökleri aynı olan iki perakendeci seçilmiş. Ortak özellikleri private label (PL) uygulamalarına ağırlık vermiş olmalarıdır. Ancak İsviçre tarafında PL oranı yüzde 70 olduğundan, bilinen markalara daha az rastlanır durumdadır.
- Nitekim listede sadece 3 marka eşleştirilebilmiş. Head&Shoulders, Nutella ve Heinz her iki tarafın listesinde de yer alıyor.
- Bazı tanınan markaların (5 adet) İsviçre rafında bulunmamasına karşın, neden Türkiye’deki listeye dahil edildiğini ise anlayamadım. Zira Türk Migros’ta; Balparmak, Colgate, Lipton, Doritos ve Nestle markalarından daha düşük fiyata sahip muadil ürünler bulmak mümkündü. Eğer bu gerçekleşseydi, Türk Migros fiş tutarı biraz daha düşük çıkabilirdi. Böylece fiyat farkı daha da açılabilirdi.
- 14 çeşitte ise Türk Migros’taki en ucuz olan ürünler bulundu, sonra İsviçre’de muadili arandı. Bu sebeple listede sadece bizdeki ürünlerin markasına yer verdim, diğer tarafta ise zaten çoğunluğu kendi özel markalarıydı.
- Ürün gramajları Türkiye’de seçilen ürünlerle eşleştirildi.
- 9 Mart 2020 tarihinde frank kuru 6.5 TL idi.
- Eğer Türkiye’deki alışveriş tutarını İsviçre frankına çevirirsek, 52,6 frank yapar ki; nerede ise oradaki fiş tutarının yarısından az tutar (yüzde 45,7).
- Ancak tüketicinin cebindeki paranın da aynı olmadığını unutmayalım. Türkiye’deki asgari ücretli tüketicinin geliri 358 frank karşılığıdır. Yani oradaki tüketici gelirinin yüzde 10’u kadar bile değil. Elbette böyle bir kıyaslama doğru değildir ama eğer fiyat düzeyi döviz cinsinden karşılaştırılırsa, gelir düzeyi de döviz cinsinden karşılaştırılır ki bu durumda da tuhaf sonuçlara ulaşılır.
- O zaman her iki ülkenin parasını 1 birim kabul ederek, harcama yapanların gerçek gelirlerini ve alışveriş tutarlarını kendi para cinsleri ile kıyaslayalım.
- İsviçre’de ortalama asgari ücret 3800 frank iken, Türkiye’de 2324 TL’dir. Elbette 3800 frankı 6,5 TL ile çarpıp 24.700 TL’ye şaşırmıyoruz. Zira geliri dışarda tutarak, sadece fiyat seviyelerine göre ‘Satınalma gücü paritesi’ hesabı yapmak ne kadar yanlışsa, yüksek giderleri dışarda tutarak geliri büyük göstermek de o kadar yanıltıcı olur.
- İsviçre’de 115,3 frank tutan alışveriş, Türkiye’de 342 TL tutmuştur.
- İsviçreli tüketici 3800 franklık geliri ile bu alışverişi 33 defa tekrarlayabilirken, Türk tüketici 2324 TL geliri ile aynı alışverişi 7 defa yapabilmektedir. Hadi yukarda bahsettiğim markalı ürünler sebebiyle 8 alışveriş yapılabilsin. Yine de satın alma gücü hakkında fikir veren bu büyük farktır.
- Bir başka hesapla; böyle bir alışverişe İsviçre’de gelirin yüzde 3’ü harcanırken, aynı alışveriş ülkemizde gelirin yüzde 15’i ile yapılabiliyor.
- Eğer İsviçre ile aramızda ücret ve fiyat düzeyi benzerlik gösterseydi, ülkemizdeki alışverişin tutarı 70 TL olmalıydı. Veya 342 TL harcama yapanın geliri 11.400 TL olmalıydı.
- Bu gelir farkına rağmen, İsviçreli de kendi ülkesini pahalı bulduğu için çoğunlukla toplu alışverişini Almanya’dan veya Fransa’dan yapıyor. Yani ‘nasıl olsa paramız var’ diyerek bol keseden harcamıyorlar. Aynen orta ve üst gelir grubuna mensup Alman vatandaşının bile Aldi tercihinde görüleceği gibi…
Burdan ne çıkar?
Dünyada çok küçük bir azınlık hariç, kimse parayı sokaktan toplamıyor. Bunun için en sık yapılan harcamaların, gelir içindeki payı korunmaya çalışılıyor. Eğer marka sahipleri ve perakendeciler buna yardımcı olmuyorlarsa, tüketiciler kaliteden taviz vermek zorunda kalıyorlar.
İşte İsviçre Migros’un 93 yıl önceki kuruluş amacı buna dayanıyordu. Ülke genelinde fiyat düzeyini düşürme gayretlerine marka sahipleri direnince, o markalar rafın dışında kaldı, yerlerini ise private label ürünler aldı.
Buna rağmen genel fiyat düzeyi diğer ülkelere göre yukarda kalmaya devam etti.
Peki bu gün İsviçre kime göre pahalıdır?
Dışardan bakanlara göre…
Kendi vatandaşının gelir düzeyine göre pahalı sayılmaz. Diğer yüksek giderlere göre de ucuz sayılmaz. Ancak insanca yaşamaya yetecek kadar gelire sahip oldukları rahatça söylenebilir.
Refah düzeyi yüksek ülke; standartları yüksek, gelir dağılımı adaletli ve vatandaşlarına iyi bakan ülke demektir. İsviçre 2019 yılı refah düzeyi listesinde; Danimarka ve Norveç’in arkasından 3. sıradadır. Aynı listede ülkemiz 91. sıradadır (Kaynak: The Legatum Institute).
Komşu ülkelerden yaptıkları alışverişe gelince; sadece coğrafi bölge avantajını kullanıyorlar.
Hangi tüketici yüzde 40 daha ucuz alışveriş için 1 saat uzağa gitmez?
İşte satın alma gücünü daha da artıran bu avantajlarıdır…
Şimdi geliyoruz, neden Almanya’nın İsviçre’den daha ucuz olduğuna!
Almanya’da 1500 euro olan asgari ücret, İsviçre’de 3800 frank olduğundan ve “fiyat seviyesini, gelir seviyesi belirler” kuralı işlediğinden…
Ülkelerin fiyat düzeyinin düşük veya yüksek olması bir şey ifade etmez, aynı ürün sepetinin gelir içindeki payı gerçek satın alma gücünü belirler.
Ercüment Tunçalp
Enflasyonun kaybedeni sabit gelirli
Ülkemizde yüksek enflasyon gerçekleşiyor da herkesi olumsuz etkiliyor mu?
Hayır, olumlu etkilenenler de var. Asıl kaybedenler başlıkta da belirttiğim gibi işçi, memur, emekli gibi sabit geliri olanlar ile sattığını aynı fiyattan yerine koyamayan küçük esnaf ve maliyetleri yükseldiği halde bunu yeterli şekilde fiyatlarına yansıtamayan çiftçiler…
Yüksek enflasyon bu kesimler için yüksek ücret artışlarını gündeme getirdiğinde, enflasyon oranına ulaşılamadığı halde sevinçle karşılanabiliyor. En büyük yanılgı ise sunumun “maaş zammı” şeklinde yapılmasıdır. İktidarın bu tavrı gayet normaldir de muhalefetin ve kendilerine bağlı medya kuruluşlarının, hatta sendikaların da aynı şekilde dillendirmeleri traji komik bir durumdur. İşte “Ülkemizde muhalefet yok, sendikacılık bitmiş” denmesi de bundandır…
Örneğin, enflasyon yüzde 60, ücret artış oranı da yüzde 60 ise; sıfır zam söz konusudur. Yani enflasyon farkı ‘zam’ olarak tanımlanamaz. Üstelik inanırlılığı tartışılan resmi enflasyon verilerine göre…
Üzerine ilave edilmesi beklenen ‘refah payı’ ise gelirin enflasyon oranını aşan kısmıdır ki; çok konuşulsa da bugüne kadar gerçek enflasyonu aştığı pek görülmemiştir. Eğer görülmüş olsaydı bu kadar hızlı yoksullaşma gerçekleşmezdi. Geniş açıklama “Gelir dağılımında bozulma sürüyor” başlıklı yazımda görülebilir. Dolayısıyla ücretlere yapılan “zam” değil sadece ‘düzenleme’dir.
Zira yeni asgari ücretin her seferinde henüz ele geçmeden açlık sınırının altına düşmesi olayın sihrini bozmaktadır. Örneğin Ocak 2023’te asgari ücrete yüzde 54,66 oranında, Temmuz 2023’te de yüzde 34 oranında artış açıklandığı günlerde açlık sınırı aşılmış durumdaydı. Ancak artan maaşlar henüz ele geçmeden bu seviyenin altında kalmıştır. Geliri biraz daha yüksek olanın ise yoksulluk sınırı çıtası ile ilişkisi benzer şekilde işlemektedir.
Elbette kaybedenler arasında eksi reel faize rağmen parasını TL mevduatta tutanlar da vardır ama bu onların kendi tercihleri olduğu için bu kategorinin dışında tutulmalıdır. Zaten Kur Korumalı Mevduat (KKM) denen uygulama da TL’den kaçanlar için icat edilmedi mi?
Şimdi de görüldü ki; KKM, yatırımcısını enflasyondan koruyor ama ekonomiye ve hatta sade vatandaşa yük bindiriyor. O zaman vazgeçelim!
Olabilir ama oradan çıkan paranın nereye gittiğine de iyi bakmak gerekiyor. KKM müşterisi devam eden eksi reel faize rağmen altına, dövize, borsaya, gayrimenkule gitmek yerine TL mevduata gider mi?
Gidebilir ama mevduat faizi yüzde 70 olursa belki…
Peki yüksek enflasyonun kazananlarını da sayalım mı?
En başta devlet kazançlı çıkıyor. Hem dolaylı vergilerin yüksek payı hem enflasyonun yüksek oranı hem de 1-2 puanlık vergi ilaveleri birleşince gelirlerde rekor artış sağlamak mümkün olabiliyor. Dolayısıyla enflasyonla yeterli bir mücadelenin yapılmadığı ortadadır. Şikayetçi gibi gözüken birçok kesim ise bu konuda samimi değillerdir. TL borcu olanlar, altın, döviz, taşıt, gayrimenkul yatırımını tercih edenler elbette mutlu olan taraftır. Stok desteği ile rekabette avantaj sağlamak böyle bir dönemin can simididir. Hem de sadece şirketler için değil kaynağı olan tüketici açısından da…
Amaç öncelikle enflasyondan korunmak olduğu için buna kızılmaz. Üstelik hane halkı tüketim harcamalarının artması büyümeyi de olumlu etkiledikten sonra…
İşini iyi yöneten şirketlerin ve bankaların kârlarını nasıl artırdıklarını da söylemeye bile gerek yoktur, gelir-gider tablolarından rahatça görülebilir.
Bugüne kadar sık tekrarladığım bir konuda bıkkınlık vermemek için bu defa da görüşlerine değer verdiğim Sayın Uğur Gürses’in ağzından aynen aktarıyorum; “Kimse ‘küresel enflasyonun Türkiye’ye yansıması’ masalına inanmıyor. OECD enflasyon tahminlerinde bile ‘kendi edip kendi bulan’ 2 ülkeyi ayrı göstermiş” diyor.
Yukardaki iki grafiğin birleşmesiyle oluşan tablonun sol tarafında tek haneli enflasyonu dert edinen 20 ülke, sağ tarafında da 2 ve 3 haneli enflasyonu bile fazla dert etmeyen ve gerçek sebepleriyle yüzleşmeyen 2 ülke görülüyor. Oysa rekor kıran eksi reel faizimiz fark yaratan sebeplerden sadece biridir. Fed bile 2023 enflasyon tahmini yüzde 3,30 iken, politika faizini yüzde 5,50 yapmıştır. Farklı sonuçlardan sadece birisi ise dünyada düşen ama bizde yükselmeye devam eden gıda fiyatlarıdır.
Sonuç olarak; ücret artışlarının, yaşam maliyetlerinin gerisinde kaldığı genel kabul gören bir durumdur. Kaldı ki, alım gücü düşmesine rağmen talep frenlenemediği için üzerine bir de sıkılaştırma tedbirleri uygun görüldü ve yeni OVP içinde yerini aldı.
Bu bakımdan “Hepimiz aynı gemideyiz” söylemi gerçeklikten uzaktır. Aynı gemide olanlar; işçi, memur, emekli, küçük esnaf ve tarımsal üreticilerdir.
Gerçi emeklinin dramını tamamen ayrı tutmak gerekir ama herkesin çevresinde gördüğü ve iyi bildiği bir durum olduğu için ayrıca değinmiyorum.
Peki bu durumdan nasıl çıkacağız?
Üretimi artırmadan enflasyonla mücadeleyi kazanma ihtimali yoktur. Alt ve orta gelir grubunun konut ve otomobil sahibi olabilmesi, tatile çıkabilmesi, hatta dışarda yemek yiyebilmesi gündemden düştüğüne göre geriye sadece yeterli ve sağlıklı beslenmesi kalıyor. Hiç olmazsa kısa vadede bu sağlanmalıdır. Devamında da halkımızın tamamı etap etap insanca yaşam şartlarına kavuşturulmalıdır.
Ercüment Tunçalp
Zombi şirketlerin ekonomiye etkileri
Zombi şirketler, finansal açıdan sıkıntıya düştüğü için kredi ve/veya kamu desteği ile ayakta kalmaya çalışan işletmeleri ifade ediyor. Bu tip şirketler sadece kendileri için risk üretseler, serbest ticaretin olağan sonuçlarından biri olarak normal karşılanabilir. Ancak durum böyle değildir.
Zombi şirketler, faaliyet gösterdikleri sektöre, ülke ekonomisine ve daha önemlisi iş ortağı durumundaki işletmelere de risk transfer ediyorlar.
IMF tarafından 16 Haziran’da “Yürüyen Ölülerin Yükselişi: Dünyadaki Zombi Şirketler” başlıklı bir makale yayımlandı. Makalede zombi şirketler açısından ülkeler değerlendirildi. IMF, borcunu ödeyecek kadar geliri olmayan ama destekle ayakta kalan zombi şirketleri analiz etti.
Türkiye, 2023 raporuna göre dünyada en yüksek zombi şirket oranına (%13) sahip ülke olarak gösterildi. Türkiye’nin halka açık şirketlerinde ise oran %8 olup, dünyada 21. sırada yer aldı. IMF raporuna göre düşük kâr veya zarar etmelerine rağmen yüksek kredi veya destek alabildiği için ayakta duran şirketler, aynı zamanda sağlıklı işleyen şirketler için de ciddi tehdit oluşturuyorlar. Bu durumun ekonomideki genel üretkenliği, yatırım ve istihdamı azaltabileceği vurgulanıyor. IMF raporu, şirketlerin zombi duruma düşmesinde sermaye eksikliğinin ve dövizli kredilerin önemli rol oynadığına dikkat çekiyor. İşte ülkemizin bu konuda başı çekmesinin ana nedenleri de böylece öne çıkmış oluyor. Peki bunu IMF raporundan mı görmemiz gerekiyordu?
En az 15 yıldır bu köşeden dövizli kredilerin, hatta dövize endeksli kiraların sürdürülebilir olmadığını yazıyorum. İşletme sermayesinin sağlıklı nakit akışına yetecek seviyede tutulmasını ve amaç dışında kullanılmamasını sık sık tekrarlıyorum. Geliri TL olanın borcu veya gideri dolar, euro olursa bu dengenin asla kurulamayacağını da belirtiyorum.
Raporun ışık tuttuğu bir başka nokta; bankaların zombi şirketlere verdikleri kredileri sınırlamamaları durumunda, onların payına isabet edecek riskin de her zamankinden fazla olacağıdır. Dışardan destekle ve özellikle düşük faiz ortamında yaşam sürdüren bu tip şirketlerin kriz dönemlerinde ayakta kalması mümkün değildir. Hatta geçmişte kriz olmayan normal düzende bile kötü sonla tanışan onlarca şirket izledik. Anapara borcunu ödeyemeyen, varlıklarını satarak bile düze çıkamayan tanınmış perakende işletmeleri de çok gördük.
Bu coğrafyada “elin taşı ile elin kuşunu vurma” stratejisi çok sevilmektedir. İlk örneği inşaat sektöründen tanıyoruz. Kendi yetersiz öz sermayesine rağmen, arsa sahiplerinin desteği ile ‘kat karşılığı inşaat’a başlayıp; hafriyatı, kaba inşaatı üstlenene, asansör ve mutfak dolapları imalatçılarına daire vererek hesabı kapatmayı planlayan, beceremeyince de işi yarım bırakıp kaybolan müteahhitler kentsel dönüşüme çok büyük darbe vurdular. İkinci örneği perakende sektöründen vereyim. Tedarikçiden 120 gün vadeli alınan ürünü peşin satarak sonsuza kadar mutlu olacağını zanneden ama “evdeki hesap çarşıya uymayınca” batan şirketlerimiz de bu modelin kurbanlarıdır.
Şirket ismi vermemi isteyenler bağışlasınlar. Ancak halka açık şirketlerin kâr ve zarar tablolarından bu şirketleri öğrenmek çok kolaydır. Faaliyetlerinden elde ettikleri kârı finansal giderleriyle kaybeden şirketlerdir bunlar…
Yıllardır en çok nakit akışı üzerine yazılar yazmamın nedeni budur. İyi yönetilemeyen nakit akışı yüzünden bugün de pamuk ipliğine bağlı olarak risk yaşayan yüzlerce şirket vardır. Kredisiz yaşamaları mümkün olmayan bu işletmelerin faiz oranlarındaki artışla beraber krediye ulaşmadaki zorlukları nefessiz kalmalarına sebep olacak; teşviklerin azalması veya sona ermesi ihtimali ise final sahnesini oluşturacaktır.
Sonuç olarak; zombi şirketlere, “kendi düşen ağlamaz” veya “kendi etti, kendi buldu” kolaycılığıyla bakılamaz. Zira IMF’nin duyurduğu bu birinciliğimiz ekonominin tümü için zararlıdır. Hakeden şirketlere kanalize edilmesi gereken kredilerin bu şekilde yama niyetine kullanılması hem bankaların riskini artırıyor hem de diğer şirketlerin verimliliğini olumsuz etkiliyor.
İşin kötüsü; zombi şirketleri bu güne kadar ayakta tutan düşük faiz politikalarının artık devam edemeyeceği belli olmuştur. Her ne kadar sıkı para politikası tam olarak uygulanamasa da; verilen görüntü, uzun zamandır düşük seyreden faiz oranlarında tırmanışın sürecek olmasıdır. Dolayısıyla finansmana ulaşılsa bile maliyeti yüksek olacağından sıkıntı bağıra bağıra gelmektedir.
Kaldı ki; rasyonel bakışa geçmemize rağmen (öyle diyorlar) zombi şirketleri yaşatmaya çalışmak çelişki oluşturur. Batılı ekonomistlerin ise zaten “ülke ekonomisini zayıflattıkları için bunlardan kurtulmanın çaresi olarak yüksek faizi önerdiklerini” duyuyoruz. Bu şekilde verimsiz zombi şirketlerin ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğu sağlıklı şirketlerin dolduracağı ve böylece önemli bir istihdam sorunu yaşanmayacağı belirtilmektedir.
Son yıllarda artan bize özel yeni bir tehlike daha var. Zora giren bazı zombi şirketlerin ‘halka arz’ı can simidi gibi görmeleridir. Son zamanlarda negatif reel faiz sebebiyle küçük yatırımcıların akın akın borsaya yöneldiklerini izliyoruz. Bu ‘döviz yerine borsa tercihi’ hükümetin de istediği bir şeydir.
Şirketler açısından da krediye erişimin zorlaşması halka arzı cazip hale getiriyor. Böylece hem ucuz hem kolay ulaşılabilir finansmana kavuşmak mümkün olabiliyor. Ortaya çıkan görüntü, borsada 1-2 hafta içinde şirket değerlerinin inanılmaz seviyelere çıktığıdır. Oysa her çıkışın bir inişi vardır ve masadan kazançlı kalkmak herkes için geçerli değildir. Finansal tablolara bakmadan şans oyunu gibi macera arayan küçük yatırımcının kaybetme ihtimali fazlayken, bilinçli büyük yatırımcının ve piyasayı manüpile edenin kazanma ihtimali daha fazladır.
Neticede zombi şirketlerin kendi iflaslarından çok tedarikçileri başta olmak üzere iş ortaklarına, sağlıklı rakiplerine, küçük yatırımcılara aktardıkları riskler ile mensubu oldukları sektöre ve hatta ekonominin bütününe az ya da çok zarar vermeleri kaçınılmazdır.
Ercüment Tunçalp
Rasyonel programın zorlukları
Çalıştığımız şirketler için uzun yıllar plan, program, bütçe hazırladık. Kriz dönemleri hariç yüzde 5 yukarı veya aşağı oynamalar haricinde büyük sapmalara rastlamadık. Zira özel sektörde izah edilemeyen büyük sapmaların bedeli mutlaka ödenir. Yani karşılıksız bırakılmaz…
Bu iş programları zaman, emek ve disiplin ister. Şu anda şirketler için 2024 yılı bütçe hazırlama süreci başlamıştır. Kesinleşeceği tarih tahminen 15 Aralık 2023 civarıdır. Yani hazırlık süresi en az 3 aydır. Elbette 1 hafta içinde muhasebecinin hazırladığı ve ilgililere dağıttığı çalışmalar da vardır ama hiçbir kurumsal şirkette buna izin verilmez.
Peki en ciddiye alınması gereken ‘rasyonel ekonomik program’ hangisidir?
Devletin Orta Vadeli Programıdır (OVP). Zira katılımcısı çoktur, işin uzmanları için bağımsız çalışmak ve siyasi kaygıları dışarda tutmak zordur. Bunun için hedeflenen ile gerçekleşen arasındaki sapmalar büyük olsa da uyumlu çalışmanın paydaşları herhangi bir risk üstlenmezler. Programa temel oluşturan yaşadığımız enflasyonun küresel enflasyonla en küçük bir benzerliği yoktur. Ne sebebi ne de 10 katı aşan oranı açısından kıyaslanamaz. Üstelik tüketicinin harcamaları içinde en yüksek payı alan gıda ürünlerinin fiyatları dünyada düşerken bizde artmaya devam ediyor. Dolayısıyla alınacak tedbirler aynı türde ve dozda olamaz. Bir kere ön kabulün buradan başlaması şarttır. Süresi 3 yıl olan OVP’nin rakamsal hedefleri arasındaki en ilginç rakam 2026 sonunda yüzde 8,5’e inmesi beklenen enflasyon oranıdır…
Ülkemizin dövize aşırı ihtiyacı vardır. Zaten döviz talebi döviz arzından fazla olduğu için programda da kurun oldukça hızlı yükseleceği öngörülmüştür.
Peki kur hızlı yükselirken enflasyon oranı bu kadar sert düşebilir mi?
Hayır, enflasyon da artmaya devam eder. Zira döviz kurundaki artış sadece ithal edilen ürün fiyatlarını artırmaz, aynı zamanda üretiminde ithal girdi ve ithal ara malı kullanılan bütün ürünlerin fiyatlarını da artırır. Petrol ve doğal gaz fiyat artışlarının etkilemediği herhangi bir ürün yoktur. Kaldı ki; rekabetçi ortamlarda yurt içinde ithal girdi kullanmadan üretilen ürünlerin fiyatları da kur artışından nasibini alır. Yani üzüm üzüme baka baka kararır…
Şimdi tek haneli enflasyonun olabilirliği konusunda bir tahminde de ben bulunayım. Aşağıda görüleceği üzere 2024 yılında 36,78 TL olacağı öngörülen ortalama dolar kuru yüzde 30 artarak 2026 yılında 47,80 TL ye yükselirken; aynı dönemde enflasyon yüzde 33’den yüzde 8,5’e düşemez. Ayrıca belirteyim ki, benim tahminlerim hem kur hem de enflasyon oranları olarak daha yüksektir. Ancak konuyu daha karmaşık hale getirmemek için burada yeni bir rakamsal tahminde bulunmuyorum. Sadece açıklanan rakamların birbiriyle uyumlu olmadığını, yani aynı tabloda yan yana gelemeyeceklerini ifade ediyorum.
Yıllık programların tutturulamadığı ortamda üç yıllık hedeflerin inandırıcılığı sınırlı kalır. İleriye ait kur, enflasyon gibi göstergelerin bu şekilde vitrine konması iç ve dış yatırımcılar için bir rehber niteliğindedir ama daha ilk yılında büyük sapma göstermesi ihtimali beklenen faydayı azaltır. Zira inandırıcılık ve güven unsuru programların olmazsa olmazıdır.
Programda yer alan bazı hedefler: |
2023 2024 2025 2026 |
TÜFE oranı %65 %33 %15,2 %8,5 |
Dolar kuru (ortalama değer) 23,88 36,78 43,94 47,80 |
Büyüme %4,4 %4 %4,5 %5 |
OVP ile ilgili gazetecilerin sorularını yanıtlayan Şimşek, bundan sonra ücret düzenlemelerinin hedef enflasyona göre yapılacağını söyledi. Şimdiye kadar hiç tutmamış olan bir hedefin ölçü alınması, bana hayli şaşırtıcı geldi.
Programda her rakamın kapsamlı ve doyurucu şekilde nasıl gerçekleşeceği; bunun yükünü hangi kesimlerin ne oranda taşıyacakları, kamunun yapacağı tasarrufların ne getireceği (rakamsal) ayrıntılı şekilde yer almalıydı.
Örneğin;
- Programda, “Kamu harcamalarında tasarrufu sağlayacak yapısal değişiklikler hayata geçirilecektir” deniyor. Nasıl gerçekleşeceği belirtilmiyor.
- Programda, “Kamu hizmetleri, bütçe imkanları içinde kalınarak azami tasarruf anlayışı içinde yerine getirilecektir” deniyor. Tasarrufun ölçüsü veya standardı net olarak anlaşılamıyor. Uygulanmaması durumundaki yaptırım da yer almıyor.
- Programda, “Yeni taşıt edinimlerinde, ekonomiklik gözetilerek yerli üretim ile çevreci araçlara öncelik verilecektir” deniyor. İnandırıcı bulamıyorum. Zira bunu yapmak için OVP’nin beklenmesi gerekmiyordu. ‘Yerli üretime ve çevreci araçlara öncelik’ değerlendirmesi ise kişiden kişiye değişebilen yine temenni kıvamında kalabilecek bir istektir. Daha net belirtilmeliydi.
- İthal girdi oranının yüksekliği milli sorundur. İç üretimi desteklemek üzere ne yapılacağının net olarak ortaya konması gerekirdi.
- Eksi reel faiz ise kronik sorun olmayı sürdürmesine rağmen ne zaman ve nasıl çözüleceğini bilmiyoruz. Kur, enflasyon, büyüme tahminleri yapılırken; faizin durumunun net olmaması programın eksik tarafıdır, kolay anlaşılamıyor.
Sonuç olarak; dilek ve temenni yerine geçebilecek ifadeler program içinde çok sık kullanılmamalı, en fazla programda son cümle olarak yer almalıydı.
İnandırıcılık açısından, geçmiş programların gerçekleşme derecesine de bakılır ve yenisi için emsal alınır. Örneğin, önceki programda yüzde 24,9 olarak belirlenen 2023 enflasyon tahmini yüzde 65’e revize ile yanılma payını yüzde 161’e çıkarttı. Peki bu durumda 3 sene sonraki tahmine hangi gözle bakacağız?
Bırakalım 3 senelik tabloyu, 2023-2024 arasında dolar kuru yıllık yüzde 54 artarken ve büyümede istikrar öngörülürken; enflasyonun yüzde 65’den yüzde 33’e yarı yarıya düşmesini nasıl normal karşılayacağız?
Sıkılaştırma programı gerektiği gibi uygulanırsa, 2024 için öngörülen yüzde 4’lük büyüme de izaha muhtaç kalıyor.
BDDK tarafından yayımlanan bültene göre, bankacılık sektörünün kredi hacmi 1 Eylül itibariyle 75 milyar lira arttı. Üstelik ticari kredi faizlerinde önemli artış olması bankaların kredi musluklarını daha da açmasını sağlayacak. Böyle bir durumda krediler sıkılaştırıcı değil genişletici etki yapar. Yani muhtemelen önümüzdeki ilk 6 ay daha teşvik edici adımları, seçim sonrası da gerçek sıkılaşmayı göreceğimiz anlaşılıyor ama bu önemli ayrıntı da OVP içinde izlenemiyor.
Çok sözü edilen yapısal reformların bir bölümü bu programda yer almış. Ancak bu 7 başlık arasında yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, eğitimde dönüşüm gibi tedavi edici özelliği bulunan birçok hayati konu yok ki…
Dolayısıyla bizdeki esas sorun bu konularda bir türlü uygulamaya geçilememesidir. Önceki programlara göre gerçeklik derecesi artan son OVP’nin sadece yol gösterici olması değil, emredici niteliğe de kavuşturulması iyi olurdu.