Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Market fiyatları

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Son zamanlarda market fiyatları konusunda şikayetler arttı. Hatta Hazine ve Maliye Bakanı da “Marketlerde istenilen rakamlar yok, bunu marketlerle konuşacağız” dedi.

Evet tespit doğrudur ama normal piyasa fiyatlarının oluşumuna öncelikle tüketici etki etmelidir.

Serbest piyasa ekonomisinde; alınan ve satılan malın fiyatı belirlenirken devlet müdahalede bulunmamalıdır. Özel sektör o malın alım satımında rekabet şartlarını baz alarak fiyatı belirlemelidir.

Ancak devlet hepten de devre dışı kalamaz. Çünkü serbestliğin de bir sınırı olmalıdır. Devlet, tekellerin (piyasaya tek firmanın hakim olması) veya oligopollerin (birden fazla büyük şirketin hakimiyeti) piyasaya egemen olmasının önüne geçer. Rekabet hukukunu oluşturan devlet, haksız rekabete yol açan, kuralları ihlal eden, yıkıcı rekabete sebep olan faaliyetleri de elbette cezalandıracaktır. Zira devletin bu düzenleyici rolü olmazsa orada zaten serbest piyasa ekonomisi sağlıklı işleyemez.

Daha dört beş ay önce yaşadık; dolar kuru kısa bir zaman için 7 TL’yi geçince bir grup tedarikçi bunu kazanılmış hak olarak kullanmaya kalktı. Piyasaya malı kıstılar, perakendecinin pazarlık gücünü kırmaya çalıştılar. Yine bazı tedarikçiler zaman zaman ambalaj gramajlarıyla oynayarak gizli zam yaptılar.

İşte bu ve benzeri davranışlara devlet karışabilir. Yapılacak müdahale fiyata değil eylemedir…

Bu konuda fazlaca yazı yazdım. Yukarda bahsettiğim olay, Fırsatçılar devrede başlığı ile geçici dalgalanan kuru fırsat bilen bazı tedarikçileri konu alıyordu.

Çözüm; o ürünlerden tüketicinin elini ayağını çekmesi, tüketici vekili olarak perakendecinin de bu açgözlü zam taleplerini geri çevirmesi olmalıydı. Bunun tam olarak başarıldığını söyleyemeyiz. Hatta Migros’un başlattığı temel ürünlerde yüzde 35-40’lık fiyat indirimlerinin bile henüz piyasa dengesini sağlamaya yetmediği açıktır.

Bu gelişme indirim marketlerinin de eski şöhretini şimdilik rafa kaldırmıştır. Detayını İndirim market indirimden vazgeçerse başlıklı yazımda anlattım.

Artık internet ortamında büyük zincirlerin raf fiyatlarını kıyaslamalı olarak tüketicinin izlemesi mümkündür. Örneğin iki aydır paylaşım yapan ‘fiyatsor instagram’ hesabı beş büyük ulusal zincirin (2 süpermarket zinciri+ 3 indirim market zinciri) 216 farklı ürün fiyatını her gün yan yana sunuyor. Elbette bu hesabı yerel perakendecilerimiz de takip ederek gerçek ve günlük rekabet ortamını izleyebilirler.

Şu anda marketle pazar arasındaki makasın açıldığı doğrudur. Marketle pazarın genel giderleri aynı olmadığı için fiyat seviyeleri de aynı olamaz. Ancak bu tüketiciyi ilgilendirmez ve bu alternatifi güçlü şekilde kullanabilirler.

Pazar esnafı da bunu kendi lehine çevirebilir.

Nasıl mı?

Sadece meyve sebze ve tekstil ağırlıklı çalışarak değil, diğer ürün kategorilerine de yer vererek…

Marketler ise ucuzluk imajı yaratabilirler ama sürekli daha ucuz olamazlar.

Genel giderlerin yüksekliği sebebiyle gıda perakendecisinin brüt kâr marjı ortalama yüzde 28.5’tir. Genel giderlerin ciroya oranı ise ortalama yüzde 24-25’tir. Sadece iki önemli gider kaleminden personel giderinin ciroya oranı yüzde 11, kiranın oranı ise yüzde 5’tir. Pazarda bu oranların düşük olması ile enerji, reklam, güvenlik, faiz gibi giderlerin hiç olmaması önemli avantajdır.

Şimdi gelelim fiyatlandırmaya…

Bir marketin ortalama yüzde 28.5 brüt kâr marjı hedefini tutturması için vatandaşın hesabıyla maliyet fiyatının yüzde 40’ı kadar kâr ilavesi gerekiyor. Çıkan satış fiyatına KDV ekleneceği de unutulmamalıdır.

İşte esas sorun buradadır. 2000 yılında yüzde 19 civarında olan brüt kâr marjlarının 2018 yılında yüzde 28.5’a tırmanmış olması problem yaratıyor.

Yani 2000 yılında maliyet fiyatına yüzde 23 kâr ilave edilirken, bu gün yüzde 40 kâr ilave edilmektedir. Aradaki 17 puanlık fark işleri zorlaştırmaktadır.

Elbette bu fark perakendecinin cebine girmiyor. Sebep giderlerin cirolardan daha hızlı artmasıdır. Eğer böyle olmasaydı birçok perakendeci zor günler yaşamaz, vergi öncesi net kâr oranları da yüzde 3-4’ün bile altında kalmazdı.

Sadece dövize endeksli kiralar ve hızlı şubeleşme uğruna rayicin üstünde ödenen kiralar perakendeci hanesine yazılacak hatalardır. Şartlar böyle gelişmeye devam ederse bu günü de arayacağımız kesindir.

Eğer pazarla rekabet artarsa market için gider kalemlerindeki hassasiyet de artar. Daha fazla self servis reyonla, daha az personelle yönetilecek mağazalar gündeme gelir. Yani marketler hem istihdama katkı yaparak hem de ucuz kalamazlar.

Mağaza sayılarını artırma konusuna daha temkinli yaklaşırlar, her uçuk kiralı mağazaya atlamazlar. Bu şekilde boş kalan mağazalar artar, kiralar düşer. Yani hem inşaat sektörü canlı olsun hem de marketler ucuz kalsın isteği de tutmaz.

İşte serbest piyasa ekonomisi böyle bir şeydir. Arz talep dengesi iyidir de, bazı kesimleri üzmesi kaçınılmazdır.

Sonuç olarak; herkesi mutlu eden bir serbest piyasa ekonomisine ben şimdiye kadar hiç rastlamadım. Üstelik tarım alanları azaldıkça, nüfus arttıkça fiyat artışları durmayacaktır. Ekilmeyen tarım alanlarının devlet tarafından tam kapasite ile üretime katılması mutlaka sağlanmalıdır. Bir de gelişmiş ülkeler 500 mülteciyi kabul etmek için kırk dereden su getirirlerken, bizim 5 milyon mülteciyi sorun etmememizin de elbette bizi üzen sonuçları olacaktır.

Öyle ya; enflasyon dediğimiz şey genellikle toplam talebin toplam arzdan fazla olmasıyla (talep enflasyonu) ortaya çıkmıyor mu?

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Zombi şirketlerin ekonomiye etkileri

Ercüment Tunçalp

Zombi şirketler, finansal açıdan sıkıntıya düştüğü için kredi ve/veya kamu desteği ile ayakta kalmaya çalışan işletmeleri ifade ediyor. Bu tip şirketler sadece kendileri için risk üretseler, serbest ticaretin olağan sonuçlarından biri olarak normal karşılanabilir. Ancak durum böyle değildir.

Zombi şirketler, faaliyet gösterdikleri sektöre, ülke ekonomisine ve daha önemlisi iş ortağı durumundaki işletmelere de risk transfer ediyorlar.

IMF tarafından 16 Haziran’da “Yürüyen Ölülerin Yükselişi: Dünyadaki Zombi Şirketler” başlıklı bir makale yayımlandı. Makalede zombi şirketler açısından ülkeler değerlendirildi. IMF, borcunu ödeyecek kadar geliri olmayan ama destekle ayakta kalan zombi şirketleri analiz etti.

Türkiye, 2023 raporuna göre dünyada en yüksek zombi şirket oranına (%13) sahip ülke olarak gösterildi. Türkiye’nin halka açık şirketlerinde ise oran %8 olup, dünyada 21. sırada yer aldı. IMF raporuna göre düşük kâr veya zarar etmelerine rağmen yüksek kredi veya destek alabildiği için ayakta duran şirketler, aynı zamanda sağlıklı işleyen şirketler için de ciddi tehdit oluşturuyorlar. Bu durumun ekonomideki genel üretkenliği, yatırım ve istihdamı azaltabileceği vurgulanıyor. IMF raporu, şirketlerin zombi duruma düşmesinde sermaye eksikliğinin ve dövizli kredilerin önemli rol oynadığına dikkat çekiyor. İşte ülkemizin bu konuda başı çekmesinin ana nedenleri de böylece öne çıkmış oluyor. Peki bunu IMF raporundan mı görmemiz gerekiyordu?

En az 15 yıldır bu köşeden dövizli kredilerin, hatta dövize endeksli kiraların sürdürülebilir olmadığını yazıyorum. İşletme sermayesinin sağlıklı nakit akışına yetecek seviyede tutulmasını ve amaç dışında kullanılmamasını sık sık tekrarlıyorum. Geliri TL olanın borcu veya gideri dolar, euro olursa bu dengenin asla kurulamayacağını da belirtiyorum.

Raporun ışık tuttuğu bir başka nokta; bankaların zombi şirketlere verdikleri kredileri sınırlamamaları durumunda, onların payına isabet edecek riskin de her zamankinden fazla olacağıdır. Dışardan destekle ve özellikle düşük faiz ortamında yaşam sürdüren bu tip şirketlerin kriz dönemlerinde ayakta kalması mümkün değildir. Hatta geçmişte kriz olmayan normal düzende bile kötü sonla tanışan onlarca şirket izledik. Anapara borcunu ödeyemeyen, varlıklarını satarak bile düze çıkamayan tanınmış perakende işletmeleri de çok gördük.

Bu coğrafyada “elin taşı ile elin kuşunu vurma” stratejisi çok sevilmektedir. İlk örneği inşaat sektöründen tanıyoruz. Kendi yetersiz öz sermayesine rağmen, arsa sahiplerinin desteği ile ‘kat karşılığı inşaat’a başlayıp; hafriyatı, kaba inşaatı üstlenene, asansör ve mutfak dolapları imalatçılarına daire vererek hesabı kapatmayı planlayan, beceremeyince de işi yarım bırakıp kaybolan müteahhitler kentsel dönüşüme çok büyük darbe vurdular. İkinci örneği perakende sektöründen vereyim. Tedarikçiden 120 gün vadeli alınan ürünü peşin satarak sonsuza kadar mutlu olacağını zanneden ama “evdeki hesap çarşıya uymayınca” batan şirketlerimiz de bu modelin kurbanlarıdır.

Şirket ismi vermemi isteyenler bağışlasınlar. Ancak halka açık şirketlerin kâr ve zarar tablolarından bu şirketleri öğrenmek çok kolaydır. Faaliyetlerinden elde ettikleri kârı finansal giderleriyle kaybeden şirketlerdir bunlar

Yıllardır en çok nakit akışı üzerine yazılar yazmamın nedeni budur. İyi yönetilemeyen nakit akışı yüzünden bugün de pamuk ipliğine bağlı olarak risk yaşayan yüzlerce şirket vardır. Kredisiz yaşamaları mümkün olmayan bu işletmelerin faiz oranlarındaki artışla beraber krediye ulaşmadaki zorlukları nefessiz kalmalarına sebep olacak; teşviklerin azalması veya sona ermesi ihtimali ise final sahnesini oluşturacaktır.

Sonuç olarak; zombi şirketlere, “kendi düşen ağlamaz” veya “kendi etti, kendi buldu” kolaycılığıyla bakılamaz. Zira IMF’nin duyurduğu bu birinciliğimiz ekonominin tümü için zararlıdır. Hakeden şirketlere kanalize edilmesi gereken kredilerin bu şekilde yama niyetine kullanılması hem bankaların riskini artırıyor hem de diğer şirketlerin verimliliğini olumsuz etkiliyor.

İşin kötüsü; zombi şirketleri bu güne kadar ayakta tutan düşük faiz politikalarının artık devam edemeyeceği belli olmuştur. Her ne kadar sıkı para politikası tam olarak uygulanamasa da; verilen görüntü, uzun zamandır düşük seyreden faiz oranlarında tırmanışın sürecek olmasıdır. Dolayısıyla finansmana ulaşılsa bile maliyeti yüksek olacağından sıkıntı bağıra bağıra gelmektedir.

Kaldı ki; rasyonel bakışa geçmemize rağmen (öyle diyorlar) zombi şirketleri yaşatmaya çalışmak çelişki oluşturur. Batılı ekonomistlerin ise zaten “ülke ekonomisini zayıflattıkları için bunlardan kurtulmanın çaresi olarak yüksek faizi önerdiklerini” duyuyoruz. Bu şekilde verimsiz zombi şirketlerin ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğu sağlıklı şirketlerin dolduracağı ve böylece önemli bir istihdam sorunu yaşanmayacağı belirtilmektedir.

Son yıllarda artan bize özel yeni bir tehlike daha var. Zora giren bazı zombi şirketlerin ‘halka arz’ı can simidi gibi görmeleridir. Son zamanlarda negatif reel faiz sebebiyle küçük yatırımcıların akın akın borsaya yöneldiklerini izliyoruz. Bu ‘döviz yerine borsa tercihi’ hükümetin de istediği bir şeydir.

Şirketler açısından da krediye erişimin zorlaşması halka arzı cazip hale getiriyor. Böylece hem ucuz hem kolay ulaşılabilir finansmana kavuşmak mümkün olabiliyor. Ortaya çıkan görüntü, borsada 1-2 hafta içinde şirket değerlerinin inanılmaz seviyelere çıktığıdır. Oysa her çıkışın bir inişi vardır ve masadan kazançlı kalkmak herkes için geçerli değildir. Finansal tablolara bakmadan şans oyunu gibi macera arayan küçük yatırımcının kaybetme ihtimali fazlayken, bilinçli büyük yatırımcının ve piyasayı manüpile edenin kazanma ihtimali daha fazladır.

Neticede zombi şirketlerin kendi iflaslarından çok tedarikçileri başta olmak üzere iş ortaklarına, sağlıklı rakiplerine, küçük yatırımcılara aktardıkları riskler ile mensubu oldukları sektöre ve hatta ekonominin bütününe az ya da çok zarar vermeleri kaçınılmazdır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Rasyonel programın zorlukları

Ercüment Tunçalp

Çalıştığımız şirketler için uzun yıllar plan, program, bütçe hazırladık. Kriz dönemleri hariç yüzde 5 yukarı veya aşağı oynamalar haricinde büyük sapmalara rastlamadık. Zira özel sektörde izah edilemeyen büyük sapmaların bedeli mutlaka ödenir. Yani karşılıksız bırakılmaz…

Bu iş programları zaman, emek ve disiplin ister. Şu anda şirketler için 2024 yılı bütçe hazırlama süreci başlamıştır. Kesinleşeceği tarih tahminen 15 Aralık 2023 civarıdır. Yani hazırlık süresi en az 3 aydır. Elbette 1 hafta içinde muhasebecinin hazırladığı ve ilgililere dağıttığı çalışmalar da vardır ama hiçbir kurumsal şirkette buna izin verilmez.

Peki en ciddiye alınması gereken ‘rasyonel ekonomik program’ hangisidir?

Devletin Orta Vadeli Programıdır (OVP). Zira katılımcısı çoktur, işin uzmanları için bağımsız çalışmak ve siyasi kaygıları dışarda tutmak zordur. Bunun için hedeflenen ile gerçekleşen arasındaki sapmalar büyük olsa da uyumlu çalışmanın paydaşları herhangi bir risk üstlenmezler. Programa temel oluşturan yaşadığımız enflasyonun küresel enflasyonla en küçük bir benzerliği yoktur. Ne sebebi ne de 10 katı aşan oranı açısından kıyaslanamaz. Üstelik tüketicinin harcamaları içinde en yüksek payı alan gıda ürünlerinin fiyatları dünyada düşerken bizde artmaya devam ediyor. Dolayısıyla alınacak tedbirler aynı türde ve dozda olamaz. Bir kere ön kabulün buradan başlaması şarttır. Süresi 3 yıl olan OVP’nin rakamsal hedefleri arasındaki en ilginç rakam 2026 sonunda yüzde 8,5’e inmesi beklenen enflasyon oranıdır

Ülkemizin dövize aşırı ihtiyacı vardır. Zaten döviz talebi döviz arzından fazla olduğu için programda da kurun oldukça hızlı yükseleceği öngörülmüştür.

Peki kur hızlı yükselirken enflasyon oranı bu kadar sert düşebilir mi?

Hayır, enflasyon da artmaya devam eder. Zira döviz kurundaki artış sadece ithal edilen ürün fiyatlarını artırmaz, aynı zamanda üretiminde ithal girdi ve ithal ara malı kullanılan bütün ürünlerin fiyatlarını da artırır. Petrol ve doğal gaz fiyat artışlarının etkilemediği herhangi bir ürün yoktur. Kaldı ki; rekabetçi ortamlarda yurt içinde ithal girdi kullanmadan üretilen ürünlerin fiyatları da kur artışından nasibini alır. Yani üzüm üzüme baka baka kararır…

Şimdi tek haneli enflasyonun olabilirliği konusunda bir tahminde de ben bulunayım. Aşağıda görüleceği üzere 2024 yılında 36,78 TL olacağı öngörülen ortalama dolar kuru yüzde 30 artarak 2026 yılında 47,80 TL ye yükselirken; aynı dönemde enflasyon yüzde 33’den yüzde 8,5’e düşemez. Ayrıca belirteyim ki, benim tahminlerim hem kur hem de enflasyon oranları olarak daha yüksektir. Ancak konuyu daha karmaşık hale getirmemek için burada yeni bir rakamsal tahminde bulunmuyorum. Sadece açıklanan rakamların birbiriyle uyumlu olmadığını, yani aynı tabloda yan yana gelemeyeceklerini ifade ediyorum.

Yıllık programların tutturulamadığı ortamda üç yıllık hedeflerin inandırıcılığı sınırlı kalır. İleriye ait kur, enflasyon gibi göstergelerin bu şekilde vitrine konması iç ve dış yatırımcılar için bir rehber niteliğindedir ama daha ilk yılında büyük sapma göstermesi ihtimali beklenen faydayı azaltır. Zira inandırıcılık ve güven unsuru programların olmazsa olmazıdır.

Programda yer alan bazı hedefler:
                                                       2023         2024       2025     2026
TÜFE oranı                                    %65            %33       %15,2      %8,5
Dolar kuru (ortalama değer)    23,88        36,78        43,94     47,80
Büyüme                                         %4,4             %4          %4,5         %5

OVP ile ilgili gazetecilerin sorularını yanıtlayan Şimşek, bundan sonra ücret düzenlemelerinin hedef enflasyona göre yapılacağını söyledi. Şimdiye kadar hiç tutmamış olan bir hedefin ölçü alınması, bana hayli şaşırtıcı geldi.

Programda her rakamın kapsamlı ve doyurucu şekilde nasıl gerçekleşeceği; bunun yükünü hangi kesimlerin ne oranda taşıyacakları, kamunun yapacağı tasarrufların ne getireceği (rakamsal) ayrıntılı şekilde yer almalıydı.

Örneğin;

  • Programda, “Kamu harcamalarında tasarrufu sağlayacak yapısal değişiklikler hayata geçirilecektir” deniyor. Nasıl gerçekleşeceği belirtilmiyor.
  • Programda, “Kamu hizmetleri, bütçe imkanları içinde kalınarak azami tasarruf anlayışı içinde yerine getirilecektir” deniyor. Tasarrufun ölçüsü veya standardı net olarak anlaşılamıyor. Uygulanmaması durumundaki yaptırım da yer almıyor.
  • Programda, “Yeni taşıt edinimlerinde, ekonomiklik gözetilerek yerli üretim ile çevreci araçlara öncelik verilecektir” deniyor. İnandırıcı bulamıyorum. Zira bunu yapmak için OVP’nin beklenmesi gerekmiyordu. ‘Yerli üretime ve çevreci araçlara öncelik’ değerlendirmesi ise kişiden kişiye değişebilen yine temenni kıvamında kalabilecek bir istektir. Daha net belirtilmeliydi.
  • İthal girdi oranının yüksekliği milli sorundur. İç üretimi desteklemek üzere ne yapılacağının net olarak ortaya konması gerekirdi.
  • Eksi reel faiz ise kronik sorun olmayı sürdürmesine rağmen ne zaman ve nasıl çözüleceğini bilmiyoruz. Kur, enflasyon, büyüme tahminleri yapılırken; faizin durumunun net olmaması programın eksik tarafıdır, kolay anlaşılamıyor.

Sonuç olarak; dilek ve temenni yerine geçebilecek ifadeler program içinde çok sık kullanılmamalı, en fazla programda son cümle olarak yer almalıydı.

İnandırıcılık açısından, geçmiş programların gerçekleşme derecesine de bakılır ve yenisi için emsal alınır. Örneğin, önceki programda yüzde 24,9 olarak belirlenen 2023 enflasyon tahmini yüzde 65’e revize ile yanılma payını yüzde 161’e çıkarttı. Peki bu durumda 3 sene sonraki tahmine hangi gözle bakacağız?

Bırakalım 3 senelik tabloyu, 2023-2024 arasında dolar kuru yıllık yüzde 54 artarken ve büyümede istikrar öngörülürken; enflasyonun yüzde 65’den yüzde 33’e yarı yarıya düşmesini nasıl normal karşılayacağız?

Sıkılaştırma programı gerektiği gibi uygulanırsa, 2024 için öngörülen yüzde 4’lük büyüme de izaha muhtaç kalıyor.

BDDK tarafından yayımlanan bültene göre, bankacılık sektörünün kredi hacmi 1 Eylül itibariyle 75 milyar lira arttı. Üstelik ticari kredi faizlerinde önemli artış olması bankaların kredi musluklarını daha da açmasını sağlayacak. Böyle bir durumda krediler sıkılaştırıcı değil genişletici etki yapar. Yani muhtemelen önümüzdeki ilk 6 ay daha teşvik edici adımları, seçim sonrası da gerçek sıkılaşmayı göreceğimiz anlaşılıyor ama bu önemli ayrıntı da OVP içinde izlenemiyor.

Çok sözü edilen yapısal reformların bir bölümü bu programda yer almış. Ancak bu 7 başlık arasında yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, eğitimde dönüşüm gibi tedavi edici özelliği bulunan birçok hayati konu yok ki…

Dolayısıyla bizdeki esas sorun bu konularda bir türlü uygulamaya geçilememesidir. Önceki programlara göre gerçeklik derecesi artan son OVP’nin sadece yol gösterici olması değil, emredici niteliğe de kavuşturulması iyi olurdu.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ekonomik büyüme kalkınmayı garanti etmez

Ercüment Tunçalp

Türkiye ekonomisi yılın 2. çeyreğinde, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3,8 büyüdü. Milli gelirdeki büyüme önemli ölçüde iç tüketim harcamalarından kaynaklandı. Büyüme iç tüketimde yüzde 15,6, kamu harcamalarında yüzde 5,3, yatırımlarda yüzde 5,1 oldu. Hane halklarının tüketimi genel büyümeye 10,7 puan pozitif katkı yaptı. İktisadi faaliyet kollarına göre; hizmetler (%6,4), inşaat (%6,2), finans ve sigorta faaliyetleri (%4,9) büyümeyi tetiklerken, sanayide %2,6 küçülme yaşandı.

En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim ve sebeplerini de yazımın devamında takdim edeyim. Ekonomik büyümenin yüzde 3,8 gelmesi, rakamdan ibaret olan bir istatistikî bilgidir. Halkı ilgilendiren, refahı artıran bir özelliği bulunmamaktadır. Daha olumsuz tarafı ise; bu şekilde büyümenin enflasyonla mücadeleye engel teşkil ettiğidir. Zira her ne kadar Maliye Bakanı sıkılaştırmanın devam edeceğinden bahsetse de biliyoruz ki; 2024 yerel seçimleri öncesinde hem büyümeyi canlı tutma hem de seçim yatırımları için kaynak ayırma ihtiyacı genişleyici politikalara geçişi zorunlu kılıyor. Bu da enflasyonun yukarı yönlü hareketine işaret ediyor.

Oysa enflasyonu düşürmeye yönelik sıkı para ve maliye politikaları kısa dönemde büyümenin yavaşlamasına yol açsa da yapısal reformlarla desteklenmesi halinde uzun dönemde kalıcı düşüş sağlayabilir. İşte yukarda da belirtmeye çalıştığım gibi zor olan kısmı burasıdır. Zira ekonomi biliminde hem büyümeye odaklanıp hem de enflasyonu tek haneye düşürebilmek yoktur. O nedenle öncelik enflasyonu düşürmeye verilmelidir. Devamında rakamsal büyüklükten çok büyümenin niteliğine bakılmalıdır. Refahı artırmayan, kalkınmaya hizmet etmeyen, istihdam yaratmayan büyümenin kimin hayrına gerçekleştiği de ayrıca sorgulanmalıdır.

Ekonomik büyüme bir ülkenin gayrisafi yurt içi hasılasındaki dönemsel artıştır. Kalkınma ise sanayi kuruluşlarındaki büyüme ve teknolojideki gelişme ile sağlanabilir. İş gücündeki kalitenin yükselmesiyle de desteklenebilir. Ancak bunlar sağlansa bile kalkınmanın temel taşı olan gelir dağılımındaki adalet eksik kalırsa o topluma refah gelmez. Zira kalkınma, siyasal ve sosyal alanlardaki gelişmeyle birlikte ekonomik anlamda da refah artışını hedefleyen çok geniş bir kavramdır.

Birlikte gerçekleşmediği ortamda; mal ve hizmet ithalatı yüzde 20,3 artarken, ihracatın yüzde 9 azaldığı bu günkü şaşırtan tablo karşımıza çıkar.

Tüketimin yüksek olmasının nedeni; yüksek enflasyon ortamındaki belirsizlik ve negatif reel faizin etkisiyle, tüketicinin tasarruftan vazgeçip harcamaya yönelmesidir. Örneğin evine konserve, zeytinyağı, sabun, deterjan ve çocuk bezi gibi dayanıklı temel ihtiyaç maddelerini stoklayanlar var. Zira bankaya yatırdığı TL mevduatı eriyen tüketici, tasarrufu varsa enflasyon oranı üzerinde fiyat artışı beklediği ürünlere yatırır. Bu da yukarda gördüğümüz gibi hane halkı harcamalarını büyümenin lokomotifi yapar.

“Tüketim olmadan üretim olmaz” klişe sözü elbette doğrudur ama bizdeki özel durumu yansıtmaz. Talebin hangi sebebe dayandığı ve bu talebin hangi mal ve hizmet çeşitliliği ile hangi yoldan karşılandığı önemlidir. Örneğin harcama artışının yurtiçi üretim artışı ile değil de daha çok ithalat ile karşılandığı güncel durumdan bahsediyorum. Ve bu tercihin ithalatı ve cari açığı artıran etkisinden söz ediyorum. Yoksa bizdeki harcamaların artma sebebi, alım gücündeki iyileşme veya keyfi talep artışı değil ki…

Yükselen enflasyondan korunma iç güdüsü ile kişisel tasarrufa yönelmesi gereken paranın mala yatırılmasıdır. Bu durumda tüketici için ürünün dahilde üretilmesinin veya ithal edilmesinin hiç önemi yoktur. Ancak ülke ekonomisi açısından bakıldığında, büyüme şeklinin niteliği önemlidir. Kaldı ki tüketici talebinin etkilendiği olumsuz piyasa şartlarını dışarda tutarak normal arz talep ilişkisinden standart anlam çıkaramayız. Zaten yazının konusu da bu özel durumdur.

Sonuç olarak; ekonomik büyümeye nitelik kazandırılmak isteniyorsa öncelikle işsizliği azaltıcı politikaları geliştirmek gerekir. Oysa bizde işsizlik oranlarındaki azalmanın otomatik olarak büyümeden gelmesi beklenmektedir. Bunun kendiliğinden olamayacağını ise yeteri kadar rakamlardan izliyoruz…

İstihdam yaratmayan büyüme olgusunun yapısal bir sorun olduğu kabul edilmelidir. Yoksa ekonomik büyümeyle işsizlik azalmıyorsa, hane halkının geliri reel olarak yükselmiyor ve sonucunda toplumun refah seviyesi artmıyorsa Kayseri ağzıyla “Kuru kuru kurbanın olayım” sözü adeta tüketicinin hissiyatını yansıtır. Buradaki anlamı, “Büyüme sözden öteye geçmiyorsa bu beni neden ilgilendiriyor?” şeklinde yorumlamak mümkündür.

İşte bu anlayış farkı dünyada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri iki ayrı pencereden bakışa yönlendiriyor. Gelişmiş ülkeler kalkınma sağlamayan büyümeye karşı çıkarlarken, gelişmekte olan ülkelerde ise çoğunlukla büyüme ve istihdam arasında ilişki bulunmuyor.

Nüfusu hızlı artan bir ülkeyiz. Sığınmacıların varlığını da yok sayamayız. Genç nüfus oranımız yüksek olmasına rağmen bunları sistem içine dahil edemiyoruz. İhracata dönük sanayileşme sürecinde iş gücünün niteliğini artırmak üzere sürekli seslendirilen yapısal değişikliklerin sadece eğitim kısmına bile öncelik veremiyoruz. Diplomalı işsizlerden bahsetmiyorum bile…

Tarıma dayalı istihdamdan hizmete dayalı istihdama geçildiği, sanayi sektöründe de beklenen sıçramanın yapılamadığı çok açık görülüyor.

Yurtiçi tasarruflar artırılamadığı için de geriye dış kaynaklı büyüme modeli kalıyor ki, bunu sağlamak da o kadar kolay olmuyor…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER