Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Ortaklıktan çıkma veya çıkarılma

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Küresel anlamda güçlerin birleştirilmesi ile daha varlıklı şirketler yaratmak hedefken, bizim coğrafyada ise “küçük olsun, benim olsun” anlayışı ile ortaklıktan çıkma ya da güçlü olanın diğerini dışarda bırakma arzusu daha yaygındır. Örnekler vermeye kalksam; yüzlercesini burada sıralamak mümkündür. Ancak gerek üretici firmalar arasında, gerekse perakendeci işletmeler arasında izlenen bu ayrılıkları sektör içindeki herkes kolayca sayabilir zaten…

En son söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim; bu gidilen yol, yol değildir!

Çok iyi biliyoruz ki; bizim ülkemizde yeterli finansal imkanlar bir havuzda toplanabiliyorsa, ortak seçimine o kadar önem verilmiyor. Hatta akrabalar ve kardeşler arasında bile kişiler birbirlerini çok iyi tanımalarına rağmen, ‘süreç boyunca’ oluşacak fikir ayrılıklarının tahribatı hesaplanamıyor.

Önce ortaklar arasındaki huzursuzluğun hukuki sonuçlarına bakalım…

Birden fazla ortaklı yapıda hissedarlardan biri ayrılmak isterse, payını diğer ortaklara veya başka bir üçüncü kişiye devredebiliyor. Eğer bu konuyla ilgili önceden imzalanmış herhangi bir sözleşme veya karar yoksa ortak kendi payını istediği kişiye satıp ortaklıktan ayrılabiliyor. Pay devir bedeli taraflar arasındaki anlaşmaya bağlı olarak belirlenebiliyor.(Kaynak: Av. Murad Güdücü)

Buraya kadarı bile şirkette kalanları dışardan gelebilecek tanımadıkları bir ortak ile yürümek zorunda bırakabiliyor. Ayrıca ortaklardan biri şirket içerisinde sorun yaratma veya haklı bir sebebin varlığı dolayısıyla şirketten çıkarılmak istenirse, mahkemeye müraacat edip ihraç işlemini talep etmekten başka çare yoktur. Zira haklı sebeplerin neler olduğu açık değildir ve bu husus sadece mahkemenin takdirine bırakılmıştır.

Yazımızın amacı, bu ayrılıkların hukuki boyutundan çok ticari istikrarı bozucu tarafını ele almaktır. Ancak ilkinin de kolaylıklar sunmadığını zorunlu olarak yukarda belirtmek istedim. Örneğin sadece perakende sektöründe bile yüzlerce şubesi ile tırmanışa geçmiş olan bazı başarılı şirketlerimiz bölünmek zorunda kaldılar ve halen de benzer teşebbüslerin sürdüğünü izliyoruz.

Peki bölünmenin ne gibi ticari sonuçları olmaktadır?

  • Ticari hacimdeki bölünme ile negatif değişim tedarikçi imkanlarının kısılmasına neden olur. Oysa şartları sürekli geliştirmek hedef olmalıdır.
  • Bölünen şirketler aynı tabela adını kullanıyorlarsa, içlerinden birinin zayıf kalması diğerlerini de yıpratır (Denizli ve İzmir örnekleri).
  • Kendi aralarındaki rekabet; tedarikçi, hizmet sağlayıcı ve işleticiler arasında da huzursuzluk yaratır.
  • Bir taraftan mevcut imkanlar azalırken, diğer taraftan yeni yatırım ihtiyacı gerekebilir (Depo ve diğer ek alt yapı yatırımları gibi).

Şirket sahipleri işletmeyi (veya hisselerini) satmak istediklerinde, beklentilerini karşılayacak tutarı kolayca alabileceklerini düşünürler. Ancak çoğu zaman satış anı geldiğinde, daha düşük değerde teklif geldiğini görürler.

Bunun sebebi; düşüncede olan ama hazırlığı olmayan bir süreç sonunda kimsenin kimseye yüksek teklif verecek şekilde hazır beklemediğidir.

Bu durumda öncelikle satışı düşünen tarafın hazır hale gelmesi gerekir.

  • Önce gündelik işlerden kurtulmak ve liyakat sahibi yöneticiye sorumlulukları devretmek uygun olur. Yani bir ortaktan kurtulmayı düşünmeden önce kaliteli bir iş ortağı edinmek hedef olmalıdır.
  • Brüt kâr marjı ile net kâr marjı birbirinden bağımsız ele alınmalıdır. Bazı şirketlerin sağlamcı bir tavırla fiyatlandırma yaparken, ölçüsüz oranda yüksek brüt kâr marjı uygulamalarının sonu müşteri kaybıdır. Faaliyet giderlerini kontrol altına almadan brüt kâr marjını düşürmek ise kârsız kalmak demektir. Diyelim ki; faaliyet kârı tatminkar ama plansız yatırım ve/veya hesapsız borçlanma durumu varsa yine kârsız kalınabilir. Bazı perakendecilerde yıllarca net kâr marjının eksi çıkması bundandır. Demek ki şirketi satmanın veya ortaktan kurtulmanın hayalinden önce şirket matematiğini sağlama almanın önceliği olmalıdır.

Bunun için hangi yol izlenmelidir?

  • IT sisteminin sağlıklı ve işler halde bulunması şirket değerini artıran en önemli verimlilik unsurudur.
  • Profesyonel kadroların yüksek niteliği başarının sürdürülebilir olmasını sağlar. Yani şirket değerini bu entelektüel sermaye belirler. Buradan tasarruf düşüncesi yerine ‘kazan-kazan’ sistemi üzerine kurulu, tatminkar maaş ve prim alt yapısının da önceliği olmalıdır.
  • Finansal okuryazarlığı olmayan işletme sahipleri; muhasebe ve finans departmanlarından tasarrufu akıllarından çıkartmalı, mesleki beceriyi ve güvenilirliği değerlendirmelidirler. Yoksa şirketlerin hem güncel durumunu görmek hem de her an vitrinde bunu canlı olarak göstermek mümkün olamaz. Yıllar önce yabancı ortak bulmamı isteyen bir yerel perakendecimiz, bulduğum yatırımcının önüne makul sürede şeffaf finansal tabloyu koyamadığı için ayağına kadar gelen fırsatı kaçırmıştı.
  • Hatalı işletme sermayesi yönetimi ülkemizde çok sık rastlanan olaylardandır. Bu da nakit akışını olumsuz etkileyen bir sorundur. Bana göre net kârdan önce bakılması gereken bir husustur. Alıcı adayları için de öyle…

Sonuç olarak; yukardaki çalışmaları yapmadan, iyi bir işletme geleceği beklemek nafiledir. Üstüne bir de ortaklar arasında maraza çıkarmak toplu intihardır. İşte bunun için Borsa İstanbul’da işlem gören işletmeler, sermaye piyasası disiplini içerisinde mali ve diğer önemli bilgilerini kamuya duyurarak, düzenli ve zamanında raporlamalar yaparak yatırımcıların ve ortakların ilgisini çekmektedirler. Yine Borsa İstanbul’un kurumsal ifadesi ile “Halka arz, şirketlere öncelikle organize, şeffaf, düzenli çalışan, güvenilir bir piyasa üzerinden sermaye elde etme imkanı sunmaktadır. Diğer bir finans kaynağı olan borçlanma yöntemine göre ise halka arz şirketin nakit akışını zorlayacak anapara ve faiz benzeri geri ödeme zorunlulukları olmayan bir kaynaktır.”

Dolayısıyla; kafada sürekli bölünmeyi içeren bir hayali barındırmak yerine, şirketi güçlendirmenin rüyasını görmek daha hayırlıdır. Sürdürülebilir ortaklıklar kurmak için; “Ortaklar, birbirlerinden ne kazanacaklarına değil, işlerinden ne kazanacaklarına odaklanmalıdırlar.”

Devamını Oku
2 Yorum

2 Yorum

  1. Nuri

    18 Nisan 2023 saat: 23:02

    Teorik olarak doğru yazdıklarınız ama bizim ülkemizi in geçersiz. Çünkü sevgili is adamlarımız borsa İstanbul uzerinden edindikleri sermayeyi kar ve yeni ortakları da kaz olarak görüyor.ayni ofiste birlikte çalıştığı ortağına dediğiniz şekilde davranan sadece para yatırarak ortak olduğunu sanan hayali ortağına neler yapmaz😊 şirketin %90 ini borsada satar ve %100 sahibiymis gibi kimseye zırnık koparmamak için de 50 takla atar. Sonra şirketin icini bosalttiktan sonra da bedelli sermaye hikayesiyle aynı düzeni devam ettirir gider…

  2. Ercüment Tunçalp

    Ercüment Tunçalp

    19 Nisan 2023 saat: 12:10

    Haklısınız. Elbette o da var. Şirketi halka açınca sadece finansal raporlar standart hale geliyor ve şeffaflaşıyor. Bu iyi tarafı…
    Bir de riskli tarafı var. Şirkete para girince, ortaklara bakış açısı da değişmeyince bu söylediğiniz falsolar başlayabiliyor. Yani önce niyet önemli…
    Yıllar önce borsaya girmek isteyen bir şirkete bu işin uzmanı olan bir arkadaşımı götürdüm. Henüz sunum başlamadan önce şirket sahibinin oğlu bir soru sordu. “Gelen parayı biz istediğimiz gibi kullanabilir miyiz ?” diye. Ve sunum başlamadan bitti. İşte anlatmak istediğim; kafalar böyle çalıştığı sürece şifa bulmanın zor olduğudur…

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Vergi yükü üzerine

Ercüment Tunçalp

Bakan Şimşek 2026 yılı bütçe sunumunda; “Vergi yükümüz uluslararası kıyaslamalara göre yüksek değil. Ülkemizde genel vergi yükü yüzde 23.5’tir” demiş.

İlk bakışta haklılık payı var. Hatta dünya üzerinde bizim vergi yükümüzden fazla orana sahip çok ülke de bulunmaktadır. Örneğin bütün İskandinav ülkeleri ile AB ülkelerinin çoğunda vergi yükü yüzde 40’ın üzerindedir…

OECD ortalaması ise yüzde 34’tür. (Kaynak: OECD, Revenue Statistics)

Ancak bunun bir önemi yok ki, zira taşıma kapasitesi aynı değil!

İşte bu günkü yazının konusu bu kıyaslamanın yetersizliği üzerinedir.

Toplam vergi yükü, bir ülkedeki yıllık dönem içerisinde ödenen toplam vergilerin yine o ülkenin GSYH’ına olan oranı olarak açıklanabilir.

İfade şekli; Toplam vergi yükü= Vergi gelirleri toplamı/GSYH

Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı ve dolaysız vergiler ile sosyal güvenlik prim ödemeleri yer alır. Bahse konu olan budur…

Toplam vergi yükümüzün kağıt üzerinde OECD ve AB ülkelerinden düşük olması yanında. aşağıdaki 10 farklı özelliği nereye koyacağız?

  • Dolar ve euro bazında ülkemiz gıda kategorilerinde AB ülkelerine göre bile daha pahalıdır. Bu konuda onlarca araştırma yaptık. O ülkelerden kişi başı gelirimiz de düşük olduğuna göre satın alma gücümüz kıyaslanamaz. Dolayısıyla verginin de eklendiği yük bizim vatandaşımıza ağır gelmektedir.
  • Zengin ve fakirin eşit oranda ödediği dolaylı vergilerin payı bizde fazladır.
  • Türkiye’de yaklaşık olarak dolaylı vergi payı yüzde 66, dolaysız vergi payı yüzde 34 iken; AB ve OECD ülkelerinde neredeyse bunun tam tersidir.
  • Bir de üstüne dolaylı vergi oranlarındaki olası yükselme, mal ve hizmetlerin üretim maliyetini artırmakta ve fiyatları yukarı çekerek dengeyi daha da bozmaktadır.
  • Üstelik dolaysız vergilerin aslan payı olan gelir vergisinin de üst gelir grubu tarafından ödendiği zannedilmesin. Gelir vergisinin beyan yerine büyük kısmının emek geliri üzerinden tevkifat yoluyla sağlanması, sabit gelirlilerin yükünü ve gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmaktadır.
  • Kayıt altındaki dürüst mükellefin, kayıt dışından gelemeyen vergiyi de sırtlaması dünyada bizim ayarımızda kaç ülkede gerçekleşiyor?
  • Türkiye’de kayıtlarda yer almayan ve görünmeyenenflasyon vergisi’ haliyle Sayın Bakan’ın belirttiği yüzde 23.5’in içinde bulunmuyor.

Enflasyonun kendisi vergi olduğuna göre, diğer ülkelerde olmaması veya yok denecek kadar az olması, bizim yükün de düşük olduğunu gösterir mi?

Dolayısıyla dolaylı verginin en haşmetlisi enflasyon vergisi olduğuna göre bunu da eklediğimizde bizim yükün ağırlığına hiçbir ülke yetişemez.

  • Objektif vergi yükü yanında, bu yükün psikolojik yönünü gösteren subjektif vergi yükünün ölçülmesi de gereklidir ama bu o kadar kolay değildir.

Subjektif vergi yükü; her bireyin kendi gelirine göre ihtiyaçlarını giderebilme, zevk ve tercihlerini karşılayabilme derecesine göre hissettiği ekonomik ve psikolojik baskıdır. Tedirginlik ve vergiye karşı alerji yaratma özelliği vardır.

İşte bir önemli fark da burada oluşmaktadır. Eminim ki; eğer ölçülmesi kolay olsaydı, kanun yapıcıların birçok kararlarında geri adım atmaları ihtimal dahilinde olabilirdi.

Sonuç olarak; yapısal nedenlerden dolayı bu yükün dağılımı bozuktur. Bu sebeple baskıyı her kesim aynı hissetmez. İşte bunun için bazı ülkelerde yüzde 45 vergi yükü hissedilir olmazken, ülkemizdeki yüzde 23.5 oranı taşınamayacak kadar ağır bir yük haline gelebilir.

Hayat pahalılığı, kişilerin gelirlerinin enflasyondan daha az artması şeklinde ifade edilir. Tersine gelirleri enflasyondan hızlı artanlar için de enflasyon vardır ama onlar için pahalılık söz konusu değildir. Hatta ek kazanç bile mümkündür.

Eğer vergi ödemelerinin ardından, kişinin gelirinin kalan kısmı en temel ihtiyaçlarına bile yetmiyorsa, yüzde oranı kaç olursa olsun, vergi yükü fazlalığı şikayet konusu olur. Üstelik vergiye karşı direnç oluşur.

Örneğin, sık kullanılan bir söz var; “Fatura ve fiş almak vatandaşlık görevidir” diye. Doğrudur ama bu kadar haksızlığa uğrayan bir kesim alışverişini daha ucuza getirmek için fatura veya fişten daha kolay vazgeçmez mi?

Sadece empati yaptım!

Vergi adaletine güvenilmeyen toplumlarda, vergiden kaçınmanın yol ve yöntemleri aranır. Böylece toplumun bir kısmı vergi yükünden kurtulmanın çarelerini arar ve bulurken, çaresiz olan toplumun diğer kısmı fazladan bu yükü sırtlamış olur. Neticede geliriniz yükseldikçe, vergi yükünüz azalır. İşte bu sebeple vergi adaleti için vergi reformuna ihtiyaç vardır. Ve en önemli yapısal sorunlardan biri olduğu çok açıktır. Bu gerçekleşmeden, enflasyonun kalıcı olarak düşmesi de mümkün değildir.

Üstelik enflasyonist dönemde uygulanan maliye politikalarının hedefi; toplam talebin toplam arzdan fazla olması nedeniyle, talebi daraltıcı tedbirler almaktır. En pratik gelen çözüm de harcamalar ve tüketim üzerinden alınan dolaylı vergiler ile enflasyonla mücadelenin tercih edilmesidir. Kaldı ki dolaylı verginin artırılması, fiyatın içine dahil edildiğinden hem tahsilatı kolaylaştırır hem de toplam talepte daralma sağlar. Pratiktir ama adaletsizliği daha da artırır.

Dolayısıyla reel olarak bizimki kadar ağır vergi yükü kolay rastlanacak bir durum olmadığından küresel kıyaslama yapmanın anlamsızlığı ortadadır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Dezenflasyon var mı, yok mu?

Ercüment Tunçalp

En yetkili ağızlardan “Dezenflasyon süreci devam ediyor” sözlerini duydukça, ben de bir an ‘acaba aynı ülkede mi yaşıyoruz?’ diye şüpheye düşüyorum. Dolayısıyla olmayan bir şeyin devamından bahsedilemeyeceği için konuyu sizlerle paylaşmak istedim.

Şimdi önce dezenflasyon tanımına, sonra da son 4 aylık verilere bakalım…

Dezenflasyon; fiyat artış hızının, yani enflasyon oranının zaman içinde azalması anlamına gelir. Kısaca yüksek enflasyondan düşen enflasyona geçişi ifade eder. Tekrar edelim; dezenflasyon sürecinde enflasyon oranı düşer.

Bakalım böyle bir durum var mı?

Evet Ekim ayı verileri de geldi ve tablo yine değişmedi. Yani düşüş söz konusu değil. Üstelik Mahfi Eğilmez TÜİK’in Ekim ayı enflasyon verisini açıklamasından hemen sonra Sherlock Holmes göndermesi yaptı.

Hocanın X hesabından yaptığı paylaşım şöyle:

“Sherlock Holmes: Kişinin verileri dikkate almadan teori oluşturması ciddi bir hatadır. Bunu yapan kişi, teorisini gerçeklere uydurmak yerine, gerçekleri eğip bükerek teorisine uydurmaya çalışır. ‘Enflasyon ve Türkiye konulu çalışmaya giriş’” şeklinde bir değerlendirme yaptı. Aynen katılmakla birlikte ben değerlendirmemi yine de resmi enflasyona göre yapacağım.

İşte son 4 ayın verileri:

Temmuz Ağustos Eylül Ekim
TÜFE (yıllık % değişim) %33,52 %32,95 %33,29 %32,87
TÜFE (aylık % değişim) %2,06 %2,04 %3,23 %2,55

Burada dezenflasyon nerede?

Yıllık enflasyonda 0,42 puanlık düşüşü ‘gerileme’ sayacağız ama aylık enflasyonda temmuz ve ağustos’a göre yarım puanlık artışı görmezden geleceğiz, öyle mi?

Hem de İTO’nun aylık yüzde 3,3’lük enflasyonunu hiç dikkate almadan; TÜİK’in yüzde 2,55’lik aylık oranının ise, birçok ülkede yıllık olarak yaşandığını da pas geçerek…

Şimdi de dezenflasyon için en fazla ihtiyaç duyulan tedbirlere bakalım…

  • Enflasyonu düşürmek üzere öncelikle belirsizlikleri azaltarak güveni artırmak ve vatandaşın enflasyon beklentisini düşürmek gerekiyor. Vatandaş kendi yaşadığına bakarak resmi enflasyon oranlarına inanmadığı için bu mümkün olamıyor. Nitekim ekim ayı MB açıklamasına göre, 12 ay sonrası için hane halkı enflasyon beklentisinin yüzde 54,39’a yükselmesi bundandır. Bu durum negatif faizle de birleşince hane halkını tüketime yöneltiyor ve talebin canlı kalmasını sağlayarak fiyat artış hızının düşüşünü sınırlıyor.
  • Merkez Bankası ekonomideki aşırı ısınmayı önlemek için faizleri artırabilir, para arzını sınırlayabilir. Bu sıkılaştırıcı önlemler talebi azaltarak enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki enflasyon düşüşü 4 aydır kesintiye uğramasına rağmen yukardaki önlem alınmış mı? Hayır tam tersi yapılarak faiz indirilmiş…
  • Kamu harcamalarının azaltılması, bütçe disiplininin sağlanması da enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki böyle bir önlem de var mı? Gerçekleşmediği ortada…
  • Verimlilik artışı için teknolojik yenilikler maliyetleri düşürür. Dolayısıyla düşük üretim giderleri fiyatların daha yavaş artmasını ve bu da enflasyonla mücadeleye katkı sağlar. Peki böyle bir iyileşme görüyor muyuz?

Tam tersine maliyetlerin yüksekliği için en çok verimsizlik şikayet konusu oluyor.

  • Yolunda giden tek husus döviz kurundaki yatay seyirdir. İthalat maliyetini azaltır, fiyatların yukarı yönlü baskısını düşürür. Ancak bu başarı rezerv yakma pahasına gerçekleştiği için sürdürülebilir değildir.

Sonuç olarak; ekim ayında politika faizini en azından sabit tutmak gerektiğini boşuna söylemiyorduk. İndirim 100 baz puan olsa bile süreci zora sokacağını, bizim gibi düşünenlerle birlikte ifade ediyorduk. Zira yüzde 44’lerden yüzde 33’lere inen ama 4 aydır kıpırdamayarak orada sabitlenen bir enflasyon, dezenflasyonun kesintiye uğradığını ve yapışkan hale geldiğini anlatıyor. Üstelik Sayın Şimşek’in 2.5 yıl önce devraldığı enflasyonla (%39) bugünkü enflasyon (%33) arasında sadece 6 puan fark varken, ne kadar zorlansa da buradan başarı hikayesi çıkmaz.

Kaldı ki Eylül 2025’te Türkiye’nin aylık tüketici enflasyonu yüzde 3,23 ile G20 ülkeleri arasında en yüksek oran olmuştur. Yıllık bazda da Türkiye, Arjantin’i geride bırakarak OECD ülkeleri içinde en yüksek enflasyona sahip ülke konumuna yükselmiştir. (TEPAV)

Kaldı ki TCMB’nın son faiz indirimi ile karar metni de uyumlu değildir. Zira “Başta gıda olmak üzere son dönem fiyat gelişmelerinin enflasyon beklentileri ve fiyatlama davranışları kanalıyla dezenflasyon süreci üzerinde oluşturduğu riskler belirginleşmiştir” dedikten sonra yapılan faiz indirimi çelişki oluşturmuştur. Biz farklı bir şey söylemiyoruz. ‘Bu yapışkan enflasyon idari hatalar dışında açgözlü fiyatlama davranışlarının da sonucudur’ diyoruz.

Eylem ve söylem birliği güven artırıcı asli unsurdur. Enflasyonla mücadelede ilk sıraya alınacak kadar da büyük bir ihtiyaçtır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Fiyatlandırmada kaos var!

Ercüment Tunçalp

Kaos; bir kargaşa ortamının, daha doğrusu kontrol edilemeyen istikrarsız bir durumun ifadesidir. Konu fiyatlandırma olunca da bir ürünün belli bir perakende fiyat seviyesi yerine “tutturabildiğine” usulünün piyasaya hakim olduğuna işaret eder.

Yüksek enflasyonun fırsatçılara sunduğu bu ortam kendi açılarından çok iyi değerlendirilmektedir. “Nasıl olsa her hafta fiyat değişikliği var, benim payım da araya kaynasın” anlayışını şimdiye kadar sayısız örnekle göstermeye çalıştım.

Bunlara tekrar göz atalım…

  • Yer yüzünün en pahalı yeme içme yerlerinin bizim havaalanlarımızda bulunduğunu artık herkes biliyor.
  • Market fiyatlarımızın da dolar ve euro bazında en yüksek fiyat seviyesine ulaştığını 30’a yakın ülkeyle yaptığımız kıyaslamalar gösteriyor.
  • Elbette bu kadar da değil. Ülke içinde raf fiyatları arasındaki kaos daha büyüktür. Sakın yanlış anlaşılmasın aylık alışverişin fiş tutarından bahsetmiyorum. Onlar birbirine yakın çıkabilir. Bahse konu olan birebir aynı markaların bir markette 100 TL, diğer markette 200 TL olan fiyatlarıdır. Bunlara dair de bolca örnek gösterdim.
  • Meyve sebzede kalite farkı da işin içine girdiğinden daha da şaşırtan fiyatlara rastlamak sıradanlaştı. Ekim ayının ortalarında bir market kaliteli mandalinayı 36 liraya satarken diğer market çıkmasını iki katı fiyata satabiliyor. Büyük perakendeci ölçek avantajı sebebiyle daha ucuz satması gereken karnıbaharı 140 liraya satmaya uğraşırken (satamadığı için kalite kaybı vardı), rakip yerel market 80 liraya satıyordu. Kalite farkını da dikkate alırsak fark yüzde yüzden fazladır.
  • Dünyanın hiçbir yerinde, arada bu kadar büyük makas ve haksız kazanç tespit edilebilmiş değildir. Esas şaşırtıcı olan; zaten küresel ölçekte en pahalı olan şehir merkezindeki fiyatlarımızla havaalanı fiyatlarımız arasındaki anormal durum da küçük bir azınlık dışında kimsenin fazla ilgisini çekmiyor.
  • İşte aşağıda bulunan listede, Budapeşte şehir merkezi ile havaalanı fiyatları arasındaki makul farkları ve ikinci bölümünde de Budapeşte ile İstanbul havaalanları arasındaki yüzde 100’ü aşan fiyat farkları oldukça ilgi çekicidir.
  • Budapeşte – İstanbul şehir merkezleri arasındaki fiyat farkı da daha önce yaptığımız iki ayrı kıyaslamadan görülebilir. Kıyaslamaların ilkinde %28 pahalı iken ikincisinde %33 pahalı çıkmıştık. Yani aradaki fark daha da açılmaktadır.
  • Dengesizlik bununla da sınırlı değildir. Avrupa’da ve Amerika’da discount market zincirleri ile süpermarket zincirleri arasında ezelden beri yüzde 10-15’lik bir fiyat makası vardır. Bizde bu formatların ilk yıllarında da böyleydi. Ne zamanki yüksek enflasyon hayatımıza girdi, bu denge bozuldu. Elbette bunu kabul etmeyenler çıkacaktır. Bunun en kolay tarafı 2 ayrı kıyaslama yapılmasıdır. Yani birincisi piyasanın tanınmış markalarının yer aldığı fiyatların karşılaştırılması, ikincisi de sadece market markalı ürünlerin kıyaslanması olmalıdır. Biz ikisini de yaptık ve sonuçlarını yayımladık.
  • Tedarikçilerin veya meslek temsilcilerinin matematiğe ve istatistiğe uymayan fiyat artış talepleri de güncel konularımızdandır. Et ve süt ürünlerinde dolar ve euro bazında en yüksek fiyatlara sahip ülke durumunda bulunmamıza rağmen buna verilen cevap, “maliyetlerimiz yetmiyor, girdilerimizin çoğu ithal” oluyor. Girdilerin tamamı ithal olsa bile, hiç olmazsa raf fiyatlarının küresel seviyeye yaklaşması gerekmez mi?
  • Son yılların en büyük alışkanlığı sadece yukarı yönlü fiyatlama (tek yönlü) davranışlarıdır. Örneğin 2023 yılında iklim değişikliği sebebiyle kakao arzında bir düşüş varsa çikolata fiyatlarının artması doğal sayılabilir değil mi?

Peki rekolte artar ve kakao fiyatları düşerse çikolata fiyatları neden düşmez?

Dedim ya fiyatta belli bir seviye yakalandığında, o nokta kazanılmış hak oluyor. Oradan geriye dönüş mümkün olmuyor (indirim dönemlerindeki geçici düşüşler hariç). Aynı olay ayçiçek yağında ve çam balında da geçerlidir. Hele ayçiçek yağı daha özel ilgiyi hak ediyor. 2022 yılındaki Ukrayna- Rusya savaşı ile oluşan kriz giderilmesine, küresel rekoltede artış olmasına rağmen bizde nedense durum değişmiyor. “Ama biz yarısını üretiyoruz, diğer yarısını ithal ediyoruz” diyenler var. Ben tamamını ithal ettiğimizi varsayıyorum. Ülkesinde hiç yağlık ayçiçeği üretimi olmayan, tamamen ithalatçı olan diğer ülkelerden dolar veya euro bazında yüksek seviyeyi nasıl hak edebiliyoruz?

Hem de fiyat farkı az buz değil. Son bir yıl içinde yaptığımız kıyaslamalarda, ayçiçek yağında dolar ve euro bazında raf fiyatlarımızın değişik ülkelerden aşağıdaki oranlarda pahalı olduğunu tespit ettik. İtalya’dan %105, Macaristan’dan %84, Hollanda’dan %103, Kazakistan’dan %95, Yunanistan’dan %74 ve Bulgaristan’dan %49 daha pahalıyız.

Çam balına gelince; sakın kimse bana ‘orman yangınları’nı neden olarak göstermesin. Zira ben bu seneki rekoltenin geçen yılın çok üstünde olduğundan bahsediyorum…

Sonuç olarak; tarımsal ürünlerde ‘var yılı’, ‘yok yılı’ arasında fark kalmamıştır. Oysa yok yılında bir ürünün rekoltesi düştüğü için fiyatı artarsa, var yılında tersi olmak zorundadır.

Hayır, öyle olmuyor. Her iki durumda da fiyat artışları sürüyor.

Kaldı ki yapılan büyük indirimler bile brüt kâr marjlarının nasıl oluştuğunu açığa çıkarıyor. Örneğin insert içinde 100 liralık bir ürünün %40 indirimle 60 liraya satıldığını görüyoruz. Bir gıda ürününde bu kadar büyük indirime rağmen hâlâ para kazanıldığına göre (aksi iddia edilemez), fiyatı yapanın hiç yorulmadan aldığı fiyatı 2 ile çarparak normal raf fiyatına ulaştığı anlaşılır.

Dolayısıyla indirim zamanında çok küçük kârla yapılan satış (stoklarla sınırlıdır) normal fiyata döndüğünde gerçek kazanç ortaya çıkar. Bu arada eş zamanlı olarak tüketicinin de gönlü alınmış olur.

İşte yüksek enflasyonun esas yıpratıcı etkisi budur. Bunun arkasına saklananların da olduğu iyi bilinmelidir.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER