Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Ortaklıktan çıkma veya çıkarılma

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Küresel anlamda güçlerin birleştirilmesi ile daha varlıklı şirketler yaratmak hedefken, bizim coğrafyada ise “küçük olsun, benim olsun” anlayışı ile ortaklıktan çıkma ya da güçlü olanın diğerini dışarda bırakma arzusu daha yaygındır. Örnekler vermeye kalksam; yüzlercesini burada sıralamak mümkündür. Ancak gerek üretici firmalar arasında, gerekse perakendeci işletmeler arasında izlenen bu ayrılıkları sektör içindeki herkes kolayca sayabilir zaten…

En son söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim; bu gidilen yol, yol değildir!

Çok iyi biliyoruz ki; bizim ülkemizde yeterli finansal imkanlar bir havuzda toplanabiliyorsa, ortak seçimine o kadar önem verilmiyor. Hatta akrabalar ve kardeşler arasında bile kişiler birbirlerini çok iyi tanımalarına rağmen, ‘süreç boyunca’ oluşacak fikir ayrılıklarının tahribatı hesaplanamıyor.

Önce ortaklar arasındaki huzursuzluğun hukuki sonuçlarına bakalım…

Birden fazla ortaklı yapıda hissedarlardan biri ayrılmak isterse, payını diğer ortaklara veya başka bir üçüncü kişiye devredebiliyor. Eğer bu konuyla ilgili önceden imzalanmış herhangi bir sözleşme veya karar yoksa ortak kendi payını istediği kişiye satıp ortaklıktan ayrılabiliyor. Pay devir bedeli taraflar arasındaki anlaşmaya bağlı olarak belirlenebiliyor.(Kaynak: Av. Murad Güdücü)

Buraya kadarı bile şirkette kalanları dışardan gelebilecek tanımadıkları bir ortak ile yürümek zorunda bırakabiliyor. Ayrıca ortaklardan biri şirket içerisinde sorun yaratma veya haklı bir sebebin varlığı dolayısıyla şirketten çıkarılmak istenirse, mahkemeye müraacat edip ihraç işlemini talep etmekten başka çare yoktur. Zira haklı sebeplerin neler olduğu açık değildir ve bu husus sadece mahkemenin takdirine bırakılmıştır.

Yazımızın amacı, bu ayrılıkların hukuki boyutundan çok ticari istikrarı bozucu tarafını ele almaktır. Ancak ilkinin de kolaylıklar sunmadığını zorunlu olarak yukarda belirtmek istedim. Örneğin sadece perakende sektöründe bile yüzlerce şubesi ile tırmanışa geçmiş olan bazı başarılı şirketlerimiz bölünmek zorunda kaldılar ve halen de benzer teşebbüslerin sürdüğünü izliyoruz.

Peki bölünmenin ne gibi ticari sonuçları olmaktadır?

  • Ticari hacimdeki bölünme ile negatif değişim tedarikçi imkanlarının kısılmasına neden olur. Oysa şartları sürekli geliştirmek hedef olmalıdır.
  • Bölünen şirketler aynı tabela adını kullanıyorlarsa, içlerinden birinin zayıf kalması diğerlerini de yıpratır (Denizli ve İzmir örnekleri).
  • Kendi aralarındaki rekabet; tedarikçi, hizmet sağlayıcı ve işleticiler arasında da huzursuzluk yaratır.
  • Bir taraftan mevcut imkanlar azalırken, diğer taraftan yeni yatırım ihtiyacı gerekebilir (Depo ve diğer ek alt yapı yatırımları gibi).

Şirket sahipleri işletmeyi (veya hisselerini) satmak istediklerinde, beklentilerini karşılayacak tutarı kolayca alabileceklerini düşünürler. Ancak çoğu zaman satış anı geldiğinde, daha düşük değerde teklif geldiğini görürler.

Bunun sebebi; düşüncede olan ama hazırlığı olmayan bir süreç sonunda kimsenin kimseye yüksek teklif verecek şekilde hazır beklemediğidir.

Bu durumda öncelikle satışı düşünen tarafın hazır hale gelmesi gerekir.

  • Önce gündelik işlerden kurtulmak ve liyakat sahibi yöneticiye sorumlulukları devretmek uygun olur. Yani bir ortaktan kurtulmayı düşünmeden önce kaliteli bir iş ortağı edinmek hedef olmalıdır.
  • Brüt kâr marjı ile net kâr marjı birbirinden bağımsız ele alınmalıdır. Bazı şirketlerin sağlamcı bir tavırla fiyatlandırma yaparken, ölçüsüz oranda yüksek brüt kâr marjı uygulamalarının sonu müşteri kaybıdır. Faaliyet giderlerini kontrol altına almadan brüt kâr marjını düşürmek ise kârsız kalmak demektir. Diyelim ki; faaliyet kârı tatminkar ama plansız yatırım ve/veya hesapsız borçlanma durumu varsa yine kârsız kalınabilir. Bazı perakendecilerde yıllarca net kâr marjının eksi çıkması bundandır. Demek ki şirketi satmanın veya ortaktan kurtulmanın hayalinden önce şirket matematiğini sağlama almanın önceliği olmalıdır.

Bunun için hangi yol izlenmelidir?

  • IT sisteminin sağlıklı ve işler halde bulunması şirket değerini artıran en önemli verimlilik unsurudur.
  • Profesyonel kadroların yüksek niteliği başarının sürdürülebilir olmasını sağlar. Yani şirket değerini bu entelektüel sermaye belirler. Buradan tasarruf düşüncesi yerine ‘kazan-kazan’ sistemi üzerine kurulu, tatminkar maaş ve prim alt yapısının da önceliği olmalıdır.
  • Finansal okuryazarlığı olmayan işletme sahipleri; muhasebe ve finans departmanlarından tasarrufu akıllarından çıkartmalı, mesleki beceriyi ve güvenilirliği değerlendirmelidirler. Yoksa şirketlerin hem güncel durumunu görmek hem de her an vitrinde bunu canlı olarak göstermek mümkün olamaz. Yıllar önce yabancı ortak bulmamı isteyen bir yerel perakendecimiz, bulduğum yatırımcının önüne makul sürede şeffaf finansal tabloyu koyamadığı için ayağına kadar gelen fırsatı kaçırmıştı.
  • Hatalı işletme sermayesi yönetimi ülkemizde çok sık rastlanan olaylardandır. Bu da nakit akışını olumsuz etkileyen bir sorundur. Bana göre net kârdan önce bakılması gereken bir husustur. Alıcı adayları için de öyle…

Sonuç olarak; yukardaki çalışmaları yapmadan, iyi bir işletme geleceği beklemek nafiledir. Üstüne bir de ortaklar arasında maraza çıkarmak toplu intihardır. İşte bunun için Borsa İstanbul’da işlem gören işletmeler, sermaye piyasası disiplini içerisinde mali ve diğer önemli bilgilerini kamuya duyurarak, düzenli ve zamanında raporlamalar yaparak yatırımcıların ve ortakların ilgisini çekmektedirler. Yine Borsa İstanbul’un kurumsal ifadesi ile “Halka arz, şirketlere öncelikle organize, şeffaf, düzenli çalışan, güvenilir bir piyasa üzerinden sermaye elde etme imkanı sunmaktadır. Diğer bir finans kaynağı olan borçlanma yöntemine göre ise halka arz şirketin nakit akışını zorlayacak anapara ve faiz benzeri geri ödeme zorunlulukları olmayan bir kaynaktır.”

Dolayısıyla; kafada sürekli bölünmeyi içeren bir hayali barındırmak yerine, şirketi güçlendirmenin rüyasını görmek daha hayırlıdır. Sürdürülebilir ortaklıklar kurmak için; “Ortaklar, birbirlerinden ne kazanacaklarına değil, işlerinden ne kazanacaklarına odaklanmalıdırlar.”

Devamını Oku
2 Yorum

2 Yorum

  1. Avatar

    Nuri

    18 Nisan 2023 saat: 23:02

    Teorik olarak doğru yazdıklarınız ama bizim ülkemizi in geçersiz. Çünkü sevgili is adamlarımız borsa İstanbul uzerinden edindikleri sermayeyi kar ve yeni ortakları da kaz olarak görüyor.ayni ofiste birlikte çalıştığı ortağına dediğiniz şekilde davranan sadece para yatırarak ortak olduğunu sanan hayali ortağına neler yapmaz😊 şirketin %90 ini borsada satar ve %100 sahibiymis gibi kimseye zırnık koparmamak için de 50 takla atar. Sonra şirketin icini bosalttiktan sonra da bedelli sermaye hikayesiyle aynı düzeni devam ettirir gider…

  2. Ercüment Tunçalp

    Ercüment Tunçalp

    19 Nisan 2023 saat: 12:10

    Haklısınız. Elbette o da var. Şirketi halka açınca sadece finansal raporlar standart hale geliyor ve şeffaflaşıyor. Bu iyi tarafı…
    Bir de riskli tarafı var. Şirkete para girince, ortaklara bakış açısı da değişmeyince bu söylediğiniz falsolar başlayabiliyor. Yani önce niyet önemli…
    Yıllar önce borsaya girmek isteyen bir şirkete bu işin uzmanı olan bir arkadaşımı götürdüm. Henüz sunum başlamadan önce şirket sahibinin oğlu bir soru sordu. “Gelen parayı biz istediğimiz gibi kullanabilir miyiz ?” diye. Ve sunum başlamadan bitti. İşte anlatmak istediğim; kafalar böyle çalıştığı sürece şifa bulmanın zor olduğudur…

Yorumunuz

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Enflasyonun kaybedeni sabit gelirli

Ercüment Tunçalp

Ülkemizde yüksek enflasyon gerçekleşiyor da herkesi olumsuz etkiliyor mu?

Hayır, olumlu etkilenenler de var. Asıl kaybedenler başlıkta da belirttiğim gibi işçi, memur, emekli gibi sabit geliri olanlar ile sattığını aynı fiyattan yerine koyamayan küçük esnaf ve maliyetleri yükseldiği halde bunu yeterli şekilde fiyatlarına yansıtamayan çiftçiler

Yüksek enflasyon bu kesimler için yüksek ücret artışlarını gündeme getirdiğinde, enflasyon oranına ulaşılamadığı halde sevinçle karşılanabiliyor. En büyük yanılgı ise sunumun “maaş zammı” şeklinde yapılmasıdır. İktidarın bu tavrı gayet normaldir de muhalefetin ve kendilerine bağlı medya kuruluşlarının, hatta sendikaların da aynı şekilde dillendirmeleri traji komik bir durumdur. İşte “Ülkemizde muhalefet yok, sendikacılık bitmiş” denmesi de bundandır…

Örneğin, enflasyon yüzde 60, ücret artış oranı da yüzde 60 ise; sıfır zam söz konusudur. Yani enflasyon farkı ‘zam’ olarak tanımlanamaz. Üstelik inanırlılığı tartışılan resmi enflasyon verilerine göre…

Üzerine ilave edilmesi beklenen ‘refah payı’ ise gelirin enflasyon oranını aşan kısmıdır ki; çok konuşulsa da bugüne kadar gerçek enflasyonu aştığı pek görülmemiştir. Eğer görülmüş olsaydı bu kadar hızlı yoksullaşma gerçekleşmezdi. Geniş açıklama “Gelir dağılımında bozulma sürüyor” başlıklı yazımda görülebilir. Dolayısıyla ücretlere yapılan “zam” değil sadece ‘düzenleme’dir.

Zira yeni asgari ücretin her seferinde henüz ele geçmeden açlık sınırının altına düşmesi olayın sihrini bozmaktadır. Örneğin Ocak 2023’te asgari ücrete yüzde 54,66 oranında, Temmuz 2023’te de yüzde 34 oranında artış açıklandığı günlerde açlık sınırı aşılmış durumdaydı. Ancak artan maaşlar henüz ele geçmeden bu seviyenin altında kalmıştır. Geliri biraz daha yüksek olanın ise yoksulluk sınırı çıtası ile ilişkisi benzer şekilde işlemektedir.

Elbette kaybedenler arasında eksi reel faize rağmen parasını TL mevduatta tutanlar da vardır ama bu onların kendi tercihleri olduğu için bu kategorinin dışında tutulmalıdır. Zaten Kur Korumalı Mevduat (KKM) denen uygulama da TL’den kaçanlar için icat edilmedi mi?

Şimdi de görüldü ki; KKM, yatırımcısını enflasyondan koruyor ama ekonomiye ve hatta sade vatandaşa yük bindiriyor. O zaman vazgeçelim!

Olabilir ama oradan çıkan paranın nereye gittiğine de iyi bakmak gerekiyor. KKM müşterisi devam eden eksi reel faize rağmen altına, dövize, borsaya, gayrimenkule gitmek yerine TL mevduata gider mi?

Gidebilir ama mevduat faizi yüzde 70 olursa belki…

Peki yüksek enflasyonun kazananlarını da sayalım mı?

En başta devlet kazançlı çıkıyor. Hem dolaylı vergilerin yüksek payı hem enflasyonun yüksek oranı hem de 1-2 puanlık vergi ilaveleri birleşince gelirlerde rekor artış sağlamak mümkün olabiliyor. Dolayısıyla enflasyonla yeterli bir mücadelenin yapılmadığı ortadadır. Şikayetçi gibi gözüken birçok kesim ise bu konuda samimi değillerdir. TL borcu olanlar, altın, döviz, taşıt, gayrimenkul yatırımını tercih edenler elbette mutlu olan taraftır. Stok desteği ile rekabette avantaj sağlamak böyle bir dönemin can simididir. Hem de sadece şirketler için değil kaynağı olan tüketici açısından da…

Amaç öncelikle enflasyondan korunmak olduğu için buna kızılmaz. Üstelik hane halkı tüketim harcamalarının artması büyümeyi de olumlu etkiledikten sonra…

İşini iyi yöneten şirketlerin ve bankaların kârlarını nasıl artırdıklarını da söylemeye bile gerek yoktur, gelir-gider tablolarından rahatça görülebilir.

Bugüne kadar sık tekrarladığım bir konuda bıkkınlık vermemek için bu defa da görüşlerine değer verdiğim Sayın Uğur Gürses’in ağzından aynen aktarıyorum; “Kimse ‘küresel enflasyonun Türkiye’ye yansıması’ masalına inanmıyor. OECD enflasyon tahminlerinde bile ‘kendi edip kendi bulan’ 2 ülkeyi ayrı göstermiş” diyor.

Yukardaki iki grafiğin birleşmesiyle oluşan tablonun sol tarafında tek haneli enflasyonu dert edinen 20 ülke, sağ tarafında da 2 ve 3 haneli enflasyonu bile fazla dert etmeyen ve gerçek sebepleriyle yüzleşmeyen 2 ülke görülüyor. Oysa rekor kıran eksi reel faizimiz fark yaratan sebeplerden sadece biridir. Fed bile 2023 enflasyon tahmini yüzde 3,30 iken, politika faizini yüzde 5,50 yapmıştır. Farklı sonuçlardan sadece birisi ise dünyada düşen ama bizde yükselmeye devam eden gıda fiyatlarıdır.

Sonuç olarak; ücret artışlarının, yaşam maliyetlerinin gerisinde kaldığı genel kabul gören bir durumdur. Kaldı ki, alım gücü düşmesine rağmen talep frenlenemediği için üzerine bir de sıkılaştırma tedbirleri uygun görüldü ve yeni OVP içinde yerini aldı.

Bu bakımdan “Hepimiz aynı gemideyiz” söylemi gerçeklikten uzaktır. Aynı gemide olanlar; işçi, memur, emekli, küçük esnaf ve tarımsal üreticilerdir.

Gerçi emeklinin dramını tamamen ayrı tutmak gerekir ama herkesin çevresinde gördüğü ve iyi bildiği bir durum olduğu için ayrıca değinmiyorum.

Peki bu durumdan nasıl çıkacağız?

Üretimi artırmadan enflasyonla mücadeleyi kazanma ihtimali yoktur. Alt ve orta gelir grubunun konut ve otomobil sahibi olabilmesi, tatile çıkabilmesi, hatta dışarda yemek yiyebilmesi gündemden düştüğüne göre geriye sadece yeterli ve sağlıklı beslenmesi kalıyor. Hiç olmazsa kısa vadede bu sağlanmalıdır. Devamında da halkımızın tamamı etap etap insanca yaşam şartlarına kavuşturulmalıdır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Zombi şirketlerin ekonomiye etkileri

Ercüment Tunçalp

Zombi şirketler, finansal açıdan sıkıntıya düştüğü için kredi ve/veya kamu desteği ile ayakta kalmaya çalışan işletmeleri ifade ediyor. Bu tip şirketler sadece kendileri için risk üretseler, serbest ticaretin olağan sonuçlarından biri olarak normal karşılanabilir. Ancak durum böyle değildir.

Zombi şirketler, faaliyet gösterdikleri sektöre, ülke ekonomisine ve daha önemlisi iş ortağı durumundaki işletmelere de risk transfer ediyorlar.

IMF tarafından 16 Haziran’da “Yürüyen Ölülerin Yükselişi: Dünyadaki Zombi Şirketler” başlıklı bir makale yayımlandı. Makalede zombi şirketler açısından ülkeler değerlendirildi. IMF, borcunu ödeyecek kadar geliri olmayan ama destekle ayakta kalan zombi şirketleri analiz etti.

Türkiye, 2023 raporuna göre dünyada en yüksek zombi şirket oranına (%13) sahip ülke olarak gösterildi. Türkiye’nin halka açık şirketlerinde ise oran %8 olup, dünyada 21. sırada yer aldı. IMF raporuna göre düşük kâr veya zarar etmelerine rağmen yüksek kredi veya destek alabildiği için ayakta duran şirketler, aynı zamanda sağlıklı işleyen şirketler için de ciddi tehdit oluşturuyorlar. Bu durumun ekonomideki genel üretkenliği, yatırım ve istihdamı azaltabileceği vurgulanıyor. IMF raporu, şirketlerin zombi duruma düşmesinde sermaye eksikliğinin ve dövizli kredilerin önemli rol oynadığına dikkat çekiyor. İşte ülkemizin bu konuda başı çekmesinin ana nedenleri de böylece öne çıkmış oluyor. Peki bunu IMF raporundan mı görmemiz gerekiyordu?

En az 15 yıldır bu köşeden dövizli kredilerin, hatta dövize endeksli kiraların sürdürülebilir olmadığını yazıyorum. İşletme sermayesinin sağlıklı nakit akışına yetecek seviyede tutulmasını ve amaç dışında kullanılmamasını sık sık tekrarlıyorum. Geliri TL olanın borcu veya gideri dolar, euro olursa bu dengenin asla kurulamayacağını da belirtiyorum.

Raporun ışık tuttuğu bir başka nokta; bankaların zombi şirketlere verdikleri kredileri sınırlamamaları durumunda, onların payına isabet edecek riskin de her zamankinden fazla olacağıdır. Dışardan destekle ve özellikle düşük faiz ortamında yaşam sürdüren bu tip şirketlerin kriz dönemlerinde ayakta kalması mümkün değildir. Hatta geçmişte kriz olmayan normal düzende bile kötü sonla tanışan onlarca şirket izledik. Anapara borcunu ödeyemeyen, varlıklarını satarak bile düze çıkamayan tanınmış perakende işletmeleri de çok gördük.

Bu coğrafyada “elin taşı ile elin kuşunu vurma” stratejisi çok sevilmektedir. İlk örneği inşaat sektöründen tanıyoruz. Kendi yetersiz öz sermayesine rağmen, arsa sahiplerinin desteği ile ‘kat karşılığı inşaat’a başlayıp; hafriyatı, kaba inşaatı üstlenene, asansör ve mutfak dolapları imalatçılarına daire vererek hesabı kapatmayı planlayan, beceremeyince de işi yarım bırakıp kaybolan müteahhitler kentsel dönüşüme çok büyük darbe vurdular. İkinci örneği perakende sektöründen vereyim. Tedarikçiden 120 gün vadeli alınan ürünü peşin satarak sonsuza kadar mutlu olacağını zanneden ama “evdeki hesap çarşıya uymayınca” batan şirketlerimiz de bu modelin kurbanlarıdır.

Şirket ismi vermemi isteyenler bağışlasınlar. Ancak halka açık şirketlerin kâr ve zarar tablolarından bu şirketleri öğrenmek çok kolaydır. Faaliyetlerinden elde ettikleri kârı finansal giderleriyle kaybeden şirketlerdir bunlar

Yıllardır en çok nakit akışı üzerine yazılar yazmamın nedeni budur. İyi yönetilemeyen nakit akışı yüzünden bugün de pamuk ipliğine bağlı olarak risk yaşayan yüzlerce şirket vardır. Kredisiz yaşamaları mümkün olmayan bu işletmelerin faiz oranlarındaki artışla beraber krediye ulaşmadaki zorlukları nefessiz kalmalarına sebep olacak; teşviklerin azalması veya sona ermesi ihtimali ise final sahnesini oluşturacaktır.

Sonuç olarak; zombi şirketlere, “kendi düşen ağlamaz” veya “kendi etti, kendi buldu” kolaycılığıyla bakılamaz. Zira IMF’nin duyurduğu bu birinciliğimiz ekonominin tümü için zararlıdır. Hakeden şirketlere kanalize edilmesi gereken kredilerin bu şekilde yama niyetine kullanılması hem bankaların riskini artırıyor hem de diğer şirketlerin verimliliğini olumsuz etkiliyor.

İşin kötüsü; zombi şirketleri bu güne kadar ayakta tutan düşük faiz politikalarının artık devam edemeyeceği belli olmuştur. Her ne kadar sıkı para politikası tam olarak uygulanamasa da; verilen görüntü, uzun zamandır düşük seyreden faiz oranlarında tırmanışın sürecek olmasıdır. Dolayısıyla finansmana ulaşılsa bile maliyeti yüksek olacağından sıkıntı bağıra bağıra gelmektedir.

Kaldı ki; rasyonel bakışa geçmemize rağmen (öyle diyorlar) zombi şirketleri yaşatmaya çalışmak çelişki oluşturur. Batılı ekonomistlerin ise zaten “ülke ekonomisini zayıflattıkları için bunlardan kurtulmanın çaresi olarak yüksek faizi önerdiklerini” duyuyoruz. Bu şekilde verimsiz zombi şirketlerin ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğu sağlıklı şirketlerin dolduracağı ve böylece önemli bir istihdam sorunu yaşanmayacağı belirtilmektedir.

Son yıllarda artan bize özel yeni bir tehlike daha var. Zora giren bazı zombi şirketlerin ‘halka arz’ı can simidi gibi görmeleridir. Son zamanlarda negatif reel faiz sebebiyle küçük yatırımcıların akın akın borsaya yöneldiklerini izliyoruz. Bu ‘döviz yerine borsa tercihi’ hükümetin de istediği bir şeydir.

Şirketler açısından da krediye erişimin zorlaşması halka arzı cazip hale getiriyor. Böylece hem ucuz hem kolay ulaşılabilir finansmana kavuşmak mümkün olabiliyor. Ortaya çıkan görüntü, borsada 1-2 hafta içinde şirket değerlerinin inanılmaz seviyelere çıktığıdır. Oysa her çıkışın bir inişi vardır ve masadan kazançlı kalkmak herkes için geçerli değildir. Finansal tablolara bakmadan şans oyunu gibi macera arayan küçük yatırımcının kaybetme ihtimali fazlayken, bilinçli büyük yatırımcının ve piyasayı manüpile edenin kazanma ihtimali daha fazladır.

Neticede zombi şirketlerin kendi iflaslarından çok tedarikçileri başta olmak üzere iş ortaklarına, sağlıklı rakiplerine, küçük yatırımcılara aktardıkları riskler ile mensubu oldukları sektöre ve hatta ekonominin bütününe az ya da çok zarar vermeleri kaçınılmazdır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Rasyonel programın zorlukları

Ercüment Tunçalp

Çalıştığımız şirketler için uzun yıllar plan, program, bütçe hazırladık. Kriz dönemleri hariç yüzde 5 yukarı veya aşağı oynamalar haricinde büyük sapmalara rastlamadık. Zira özel sektörde izah edilemeyen büyük sapmaların bedeli mutlaka ödenir. Yani karşılıksız bırakılmaz…

Bu iş programları zaman, emek ve disiplin ister. Şu anda şirketler için 2024 yılı bütçe hazırlama süreci başlamıştır. Kesinleşeceği tarih tahminen 15 Aralık 2023 civarıdır. Yani hazırlık süresi en az 3 aydır. Elbette 1 hafta içinde muhasebecinin hazırladığı ve ilgililere dağıttığı çalışmalar da vardır ama hiçbir kurumsal şirkette buna izin verilmez.

Peki en ciddiye alınması gereken ‘rasyonel ekonomik program’ hangisidir?

Devletin Orta Vadeli Programıdır (OVP). Zira katılımcısı çoktur, işin uzmanları için bağımsız çalışmak ve siyasi kaygıları dışarda tutmak zordur. Bunun için hedeflenen ile gerçekleşen arasındaki sapmalar büyük olsa da uyumlu çalışmanın paydaşları herhangi bir risk üstlenmezler. Programa temel oluşturan yaşadığımız enflasyonun küresel enflasyonla en küçük bir benzerliği yoktur. Ne sebebi ne de 10 katı aşan oranı açısından kıyaslanamaz. Üstelik tüketicinin harcamaları içinde en yüksek payı alan gıda ürünlerinin fiyatları dünyada düşerken bizde artmaya devam ediyor. Dolayısıyla alınacak tedbirler aynı türde ve dozda olamaz. Bir kere ön kabulün buradan başlaması şarttır. Süresi 3 yıl olan OVP’nin rakamsal hedefleri arasındaki en ilginç rakam 2026 sonunda yüzde 8,5’e inmesi beklenen enflasyon oranıdır

Ülkemizin dövize aşırı ihtiyacı vardır. Zaten döviz talebi döviz arzından fazla olduğu için programda da kurun oldukça hızlı yükseleceği öngörülmüştür.

Peki kur hızlı yükselirken enflasyon oranı bu kadar sert düşebilir mi?

Hayır, enflasyon da artmaya devam eder. Zira döviz kurundaki artış sadece ithal edilen ürün fiyatlarını artırmaz, aynı zamanda üretiminde ithal girdi ve ithal ara malı kullanılan bütün ürünlerin fiyatlarını da artırır. Petrol ve doğal gaz fiyat artışlarının etkilemediği herhangi bir ürün yoktur. Kaldı ki; rekabetçi ortamlarda yurt içinde ithal girdi kullanmadan üretilen ürünlerin fiyatları da kur artışından nasibini alır. Yani üzüm üzüme baka baka kararır…

Şimdi tek haneli enflasyonun olabilirliği konusunda bir tahminde de ben bulunayım. Aşağıda görüleceği üzere 2024 yılında 36,78 TL olacağı öngörülen ortalama dolar kuru yüzde 30 artarak 2026 yılında 47,80 TL ye yükselirken; aynı dönemde enflasyon yüzde 33’den yüzde 8,5’e düşemez. Ayrıca belirteyim ki, benim tahminlerim hem kur hem de enflasyon oranları olarak daha yüksektir. Ancak konuyu daha karmaşık hale getirmemek için burada yeni bir rakamsal tahminde bulunmuyorum. Sadece açıklanan rakamların birbiriyle uyumlu olmadığını, yani aynı tabloda yan yana gelemeyeceklerini ifade ediyorum.

Yıllık programların tutturulamadığı ortamda üç yıllık hedeflerin inandırıcılığı sınırlı kalır. İleriye ait kur, enflasyon gibi göstergelerin bu şekilde vitrine konması iç ve dış yatırımcılar için bir rehber niteliğindedir ama daha ilk yılında büyük sapma göstermesi ihtimali beklenen faydayı azaltır. Zira inandırıcılık ve güven unsuru programların olmazsa olmazıdır.

Programda yer alan bazı hedefler:
                                                       2023         2024       2025     2026
TÜFE oranı                                    %65            %33       %15,2      %8,5
Dolar kuru (ortalama değer)    23,88        36,78        43,94     47,80
Büyüme                                         %4,4             %4          %4,5         %5

OVP ile ilgili gazetecilerin sorularını yanıtlayan Şimşek, bundan sonra ücret düzenlemelerinin hedef enflasyona göre yapılacağını söyledi. Şimdiye kadar hiç tutmamış olan bir hedefin ölçü alınması, bana hayli şaşırtıcı geldi.

Programda her rakamın kapsamlı ve doyurucu şekilde nasıl gerçekleşeceği; bunun yükünü hangi kesimlerin ne oranda taşıyacakları, kamunun yapacağı tasarrufların ne getireceği (rakamsal) ayrıntılı şekilde yer almalıydı.

Örneğin;

  • Programda, “Kamu harcamalarında tasarrufu sağlayacak yapısal değişiklikler hayata geçirilecektir” deniyor. Nasıl gerçekleşeceği belirtilmiyor.
  • Programda, “Kamu hizmetleri, bütçe imkanları içinde kalınarak azami tasarruf anlayışı içinde yerine getirilecektir” deniyor. Tasarrufun ölçüsü veya standardı net olarak anlaşılamıyor. Uygulanmaması durumundaki yaptırım da yer almıyor.
  • Programda, “Yeni taşıt edinimlerinde, ekonomiklik gözetilerek yerli üretim ile çevreci araçlara öncelik verilecektir” deniyor. İnandırıcı bulamıyorum. Zira bunu yapmak için OVP’nin beklenmesi gerekmiyordu. ‘Yerli üretime ve çevreci araçlara öncelik’ değerlendirmesi ise kişiden kişiye değişebilen yine temenni kıvamında kalabilecek bir istektir. Daha net belirtilmeliydi.
  • İthal girdi oranının yüksekliği milli sorundur. İç üretimi desteklemek üzere ne yapılacağının net olarak ortaya konması gerekirdi.
  • Eksi reel faiz ise kronik sorun olmayı sürdürmesine rağmen ne zaman ve nasıl çözüleceğini bilmiyoruz. Kur, enflasyon, büyüme tahminleri yapılırken; faizin durumunun net olmaması programın eksik tarafıdır, kolay anlaşılamıyor.

Sonuç olarak; dilek ve temenni yerine geçebilecek ifadeler program içinde çok sık kullanılmamalı, en fazla programda son cümle olarak yer almalıydı.

İnandırıcılık açısından, geçmiş programların gerçekleşme derecesine de bakılır ve yenisi için emsal alınır. Örneğin, önceki programda yüzde 24,9 olarak belirlenen 2023 enflasyon tahmini yüzde 65’e revize ile yanılma payını yüzde 161’e çıkarttı. Peki bu durumda 3 sene sonraki tahmine hangi gözle bakacağız?

Bırakalım 3 senelik tabloyu, 2023-2024 arasında dolar kuru yıllık yüzde 54 artarken ve büyümede istikrar öngörülürken; enflasyonun yüzde 65’den yüzde 33’e yarı yarıya düşmesini nasıl normal karşılayacağız?

Sıkılaştırma programı gerektiği gibi uygulanırsa, 2024 için öngörülen yüzde 4’lük büyüme de izaha muhtaç kalıyor.

BDDK tarafından yayımlanan bültene göre, bankacılık sektörünün kredi hacmi 1 Eylül itibariyle 75 milyar lira arttı. Üstelik ticari kredi faizlerinde önemli artış olması bankaların kredi musluklarını daha da açmasını sağlayacak. Böyle bir durumda krediler sıkılaştırıcı değil genişletici etki yapar. Yani muhtemelen önümüzdeki ilk 6 ay daha teşvik edici adımları, seçim sonrası da gerçek sıkılaşmayı göreceğimiz anlaşılıyor ama bu önemli ayrıntı da OVP içinde izlenemiyor.

Çok sözü edilen yapısal reformların bir bölümü bu programda yer almış. Ancak bu 7 başlık arasında yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, eğitimde dönüşüm gibi tedavi edici özelliği bulunan birçok hayati konu yok ki…

Dolayısıyla bizdeki esas sorun bu konularda bir türlü uygulamaya geçilememesidir. Önceki programlara göre gerçeklik derecesi artan son OVP’nin sadece yol gösterici olması değil, emredici niteliğe de kavuşturulması iyi olurdu.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER