Ercüment Tunçalp
Özel sektörün dış borcu herkesi ilgilendirir
Zannedildiği gibi hükümetin sorumluluk alanı, sadece kamunun ve Merkez Bankası’nın borcu ile sınırlı değildir. Zira özel sektör borcu da bu ekonominin borcudur. Ödenmediği zaman muhatap yine kamudur.
Ayrıca borçlu şirketlerin döviz ihtiyacı dövize talebi artırdığı için artan kurların maliyetini de dolaylı olarak ülkenin vatandaşları üstlenir.
Türkiye’nin mevcut dış borç stoku 459 milyar dolardır ve ne kadarının özel sektöre ne kadarının kamu sektörüne ait olduğunun fazla bir önemi yoktur. Zira borcun vadesi geldiğinde öncelikle döviz bulmak gerekmektedir.
Nereden?
Bankadan veya serbest piyasadan…
Son zamanlarda Kapalıçarşı’da doların, resmi kurun 1 TL üzerinde işlem gördüğünü izliyoruz. Buraya kadarı sadece borcun kur üzerindeki baskısını ve bunun da enflasyona olumsuz etkisini anlatıyor bizlere…
Daha geniş açıdan baktığımızda; gelişmiş ülkeler büyümeden çok ekonomik dengenin sağlanmasına ve korunmasına öncelik verirlerken, gelişmekte olan ülkelerin önceliği büyüme ve kalkınmanın sağlanması oluyor. Ve bunun için yatırımların artırılması gerekirken, bunun doğal sonucunda da finansmana ihtiyaç duyuluyor. İşte bu ihtiyaç da kamu+özel sektör iş birliğini gerekli kılıyor. Dolayısıyla özel sektörün dış borcu olarak gözüken borç tutarının önemli bir kısmı örtülü kamu borcudur. Yani hükümetin büyüme stratejisi ve birçok alandaki politikalarının zorlamasıyla gerçekleşen yatırımlardan oluşan borçlardır bunlar…
Ve elbette bu tür borçlara hükümetlerin desteği de sürecin en doğal sonucudur.
Ayrıca işin en dikkat çekici tarafı; dış borçlanmanın ülke ekonomisi üzerinde milli geliri artırıcı etki yapmasıdır. Yani “Borç yiğidin kamçısıdır” sözü burada tam karşılığını buluyor. Ancak borcun vadesi gelip ödemeler başlayınca, bu sefer de milli gelirde azalış gerçekleşiyor. Bu sefer de “İki ileri bir geri” tablosunda borcun kime ait olduğunun pek önemi kalmıyor…
Tekrar etmekte yarar var, özel sektör dış borçları da alındıkları dönem itibariyle ülke milli gelirini artırırken, aynı dış borçların ana para ve faiz ödemeleri sırasında milli gelirde azalışa da etkileri oluyor. Hele bir de artış yönündeki kur değişimleri gündemseyse ülke ekonomisi daha da fazla zarar görüyor.
Bu arada ülke risk ve güvenirliğini etkileyen en önemli oran;
Toplam Dış Borç Stoku/GSYH olup, ülke ekonomisinin kredibilitesi hakkında bilgi vermektedir. Risk ve borç yükü incelemesi yapabilmek için bu rasyo çok önemlidir ve IMF ile Dünya Bankası’nın birinci değerlendirme ölçütüdür. Bu iki kuruma göre; Toplam Dış Borç Stoku/GSYH oranının 30-50 arasında çıkması durumu ‘orta borçlu ülke’ olarak, 50’nin üzerinde çıkması durumu ise ‘çok borçlu ülke’ olarak tanımlanmaktadır. Ülkemizin 2000 yılında yüzde 43.4 çıkan oranı; 2020’de yüzde 60.4, 2021’de yüzde 54.9, 2022’de yüzde 50.7 çıkmıştır.
Görüldüğü gibi geçerli olan toplam dış borçtur ve sadece kamu borcuna bakıp, milli gelire oranının düşük olması ile teselli bulmanın imkanı yoktur. Dış borçların büyük bölümünün özel sektöre ait olması hükümetleri sorumluluktan kurtarmaz. Zira özel sektörün dış borcu ‘hazine garantili’ olduğu için hükümet bu borçların kefilidir. Ülkemizdeki şirketlere borç veren yabancılar, tahsilatı yapamadıkları an kefile başvuracaklardır, yani hazineye…
Çünkü vadesi geldiğinde ödenemeyen özel sektör borcu, bu aşamadan sonra artık kamu borcu haline geliyor.
Gelişmekte olan ülkelerin ortak özelliği, borçların ödenmesi esnasında hayli zorlanmalarıdır. Ödeme zorluğunu aşmak için de borcu borçla kapatmak gibi bir alışkanlık hasıl olmuştur. Daha fenası borç ana para tutarlarına yakın faiz ödemeleri de zorunlu hale gelmektedir. Burada da borcun kime ait olduğundan çok ekonomiye binen toplam yükün hesabı öncelik kazanmaktadır.
Bize özel durum ise; Merkez Bankası’nın politika faizi düştükçe, piyasa faizleri yükseliyor. Geçtiğimiz haftalarda, “Düşük olan hangi faiz?” başlıklı yazımda konuyu ayrıntılı olarak ele almıştım. İçerden borçlanmaya gidemeyip, krediyi dışardan arayan şirketlerin bir sebebi de budur.
Ancak artık dışardaki şartlar da o kadar uygun değildir. Zira CDS primi yüksek olan ülkeler için kredi maliyeti de yüksek oluyor. CDS primi hesaplanırken her 100 puan yüzde 1 kredi maliyeti olarak yansır. Şu anda risk primimiz aşırı riskli kabul edilen 550 puan seviyelerindedir ve dış borçlanma faizini de dolar bazında çift haneli seviyelere taşıdığından yüksek maliyetli borçlanma kaderimiz olmaya bir müddet daha devam edecektir.
Sonuç olarak; Türkiye ekonomisinde kamu gelirlerinin sürekli olarak kamu harcamalarından az olması; aradaki farkın, yani finansman açığının karşılanması ihtiyacı borçlanmayı zorunlu kılmaktadır. Kamuda gereksiz, plansız harcamaların ve savurganlığın her dönemde büyük boyutlara ulaştığı bir gerçektir. Kaldı ki; ülkemizde gerek tasarruf açığı (eksi reel faizin de etkisiyle) gerekse dış ticaret açığı sürekli dış kaynak ihtiyacını tetikliyor…
Kamu harcamalarının temel finansman kaynağı bireylerden toplanan vergilerdir. O zaman hazineden çıkan her kuruş hepimizi ilgilendirir. Gerisi teferruattır…
Bütün bu gerçekler ortadayken, karşımıza çıkan her büyük problemi çözmek yerine önemsiz gibi göstermenin faydası yoktur. Ve de dertleri büyütmekten başka da bir sonucu olamaz!
Ercüment Tunçalp
Sahte bal cenneti olmayalım!
Önümüzde bir Çin örneği var. Dünyanın en büyük bal üreticisi olmasına rağmen kaliteli balı yurt dışında arıyor. Aynı duruma düşmemek için buradan gerekli dersleri çıkartmamız lazım. Zira en kaliteli balı biz üretiyoruz ama sahtesinin tek türüne bile engel olamıyoruz. Dolayısıyla üretimde dünya birincisi olmamız belki mümkün olmayabilir ama kalitemizi yükselterek ‘en iyi balın üretildiği ülke’ haline gelmemiz pekala makul bir hedef olabilir. Ancak bu günkü rahatlıkla ve umursamazlıkla olmaz!
Önce güncel ve gerçek resme bakmamızda fayda var…
Artık yazmaktan yoruldum; ülkemizde gerçek balın çok sınırlı sayıda markanın elinde kaldığını anlatmaktan…
Nihayetinde ben de bir tüketiciyim ve iki tanınmış markanın dışında bal tüketemiyorum. Haliyle beni seçeneksiz bırakanlara da çok kızıyorum…
Arıyla hiç karşılaşmamış yapay balları üretenleri, arıyı şurupla besleyerek onu da sahtekarlığa ortak edenleri, çam balı bulamayınca içine çiçek balı karıştıranları ve bu sahtekarlarla mücadeleyi bırakanları çok fazla anlattım.
Buna rağmen zaman zaman benim de payıma hileli ürün isabet edebiliyor. Geçenlerde aile fertlerimizden birinin yanılgısıyla evimize giren bir markanın (çam balı) kapağını açtığım an hileli olduğunu fark ettim. Oysa bir balın sahte olduğu bakarak, tadarak ve koklayarak kolay kolay anlaşılamaz.
Peki nasıl oldu da bu çam balı kendisini bu kadar kolay deşifre etti?
Kavanozdan tabağa boşaltırken su gibi akışkan olduğunu gördüm. Oysa çam balının kıvamı çiçek balından bile daha yoğundur. Elbette hemen, kalite kontrol birimiyle övünen büyük perakendecimizin mağazasında iade işlemini gerçekleştirip bildiğim markayla (aradaki farkı ödeyerek) değişimi sağladım. Bununla yetinmedim; hem perakendecinin en yetkili yöneticisine hem de sorunlu markanın patronuna durumu direkt olarak aktardım.
Aradan geçen süre içinde bu ürünün raftaki konumu değişmedi. Buradan da anlıyoruz ki; hileli ürünler bizler gibi çok küçük bir azınlığı ilgilendiriyor!
Ülkemize ait şu gerçeğin altını çizmeliyim; satın alma gücü düşük kesimlerin artık hilesiz ürüne ulaşmaları giderek zorlaşmaktadır. Bu durumda da gıda güvenliği önceliğini kaybetmeye, her ne şekilde olursa olsun yeterli gıdaya erişim ilk sırayı almaya başlamıştır. Bu çok tehlikeli bir gelişmedir.
Otuz sene önce gerçek balın benmari işlemi esnasında; uygulanan ısı derecesindeki hata, en küçük bir enzim kaybına sebep olduğunda dahi paketlemeyi yapan firma yetkilisi hakim karşısına çıkardı. Ben de benzer durumla 4-5 defa muhatap olmuştum. Oysa yukarda saydıklarımın yanında çok masum kalan bu kadar kusurun sözü bile edilemez…
Şimdi buna da çare bulmuşlar. Gerçek bala değil, sahte bala enzim ilave ederek analizlerden geçer hale getirmişler. İşin en acı tarafı; sektörün içindeki herkes, yani satan, alan, denetleyen bütün taraflar durumun farkında olmasına rağmen herhangi bir iyileşmenin görülmüyor olmasıdır.
Buradan sesleniyorum; taklit ve tağşişli ürünlerin halka açıklanması en son 1 Mart 2022 tarihinde gerçekleşti. Yani üzerinden geçen süre tam 15 aydır…
Oysa geçmiş senelerde en az 6 ayda bir listeler açıklanırdı. Devamını diliyorum.
Son 10 yılda 20 bin üreticinin arıcılığı bıraktığını duyuyoruz. Herhalde arının devreden çıkarıldığı bir ortamda bu eksiği tamamlayan unsurların araştırılması gerekir!
Dünya’dan Emel Yiğit’in haberine göre; Balparmak Yönetim Kurulu Başkanı Özen Altıparmak, “Türkiye bir bal ülkesi deniyor ama öyle değil. Türkiye sahte bal cenneti. Bunun önlemini almazsak, bu yıl sonuna kadar Türkiye balının Avrupa’ya ihracatı engellenebilir” diyor.
Yukarda hilelerden birinin şurupla yapıldığını belirtmiştim. Aynı haberde Altıparmak da, “esmer pirinç şurubundan çok fazla tağşiş yapıldığını” söylüyor. Altıparmak devam ediyor; “Firmanın adı da belli, herkes de bunu biliyor ama önlem alınmıyor. Bunlar bir de ihracat yapıyor. İhracat yapılan ülkeler de tağşişi bulamıyor. Bizim bulduğumuz metot sayesinde esmer pirinç şurubundan tağşişi yapan 15 firmanın 14’ü yakalandı. Şimdi ben bir metot buldum. Bizim ülkemizdeki biri sahte balı Avrupa’ya ihraç ediyor, alan firma laboratuvarda anlayamadığı için kabul ediyor ama analiz metotlarını bizden öğrendikten sonra yine Türkiye’den giden sahte ürünler engelleniyor. Bunu biz sağladık” ifadelerini kullanıyor. Sahtecilikte gelinen son noktayı da, “300 kilo Anzer balı çıkıyor, 30 ton satılıyor” diye özetliyor Altıparmak…
Sonuç olarak; yapılan hileler o kadar açık ki, bunu rekolte ile satış miktarı arasındaki farktan bile anlamak mümkündür. Açıklamaya çalıştığım üzere laboratuvara girmeden bile bazı ürünler “ben sahteyim” diye bağırıyor zaten…
Bazı perakendecilerin kalite kontrol işlemine neden boş verdikleri ise en fazla şaşırdığım tarafıdır. Çam balı kolay kolay kristalleşmez. Oysa raflar bu tarz çam ballarıyla doludur. Çiçek balında çok normal olan bu durumun, bütün ballar için geçerli olduğunu zanneden meslektaşlarımızda bilgi eksiği vardır. Oysa güvenilir tedarikçilerden doğru bilginin edinilmesi çok kolaydır.
Ucuz satmak önemlidir ama “ne pahasına olursa olsun” denemez…
Gıda güvenliği olmadan ‘yeterli gıdaya erişim hakkı’nın kabul görmesi anlamsızdır. Tüketicinin görece ucuz olduğu için büyük oranda taklit ve hatta sağlık riski taşıyan ürünlere yönelmesi, fiziksel ve mental olarak geri kalmış bir neslin oluşumuna neden olacaktır. Bilhassa çocuklarımızın yeterli gıdaya erişim hakkı, ancak güvenli ve kaliteli gıda tüketmeleri halinde amacına ulaşır.
Elbette bu da devletin sorumluluğundadır…
Ercüment Tunçalp
İki ülkede iki alışveriş (13)
Küresel arenada fiyat düzeylerini ve gelir seviyelerini kıyasladığımız ülkeleri konu alan yazı dizimizde bu günkü misafirimiz ABD…
Bir Türk genci, ABD’nin en büyük perakende zinciri olan (aynı zamanda dünyanın da en büyüğü) Walmart’a giderek 5 dolara neler alınabileceğini, raflardan yaptığı çekimle sosyal medya hesabından yayınladı.
Aynen aktarıyorum:
- Libresi (1 libre = 453 gram) 72 cent olan 5 kg muz,
- 5 kilogramlık ambalajda 4 dolara patates,
- Libresi 88 cent olan 2.8 kg kurusoğan,
- Adedi 1,47 dolar olan 3 tane ekmek,
- Paketi (200 gr) 5 dolar olan jumbo karides,
- Kilosu 10 dolar olan yarım kg dana kıyma,
- Kilosu 10 dolar olan yarım kg tavuk göğsü,
- Kilosu 10 dolar olan yarım kg cheddar peynir,
- Pepsi Cola 50 cc 6’lı paket,
- Süt 4 litre alınabiliyor.
Bu tür kıyaslamalarda 5 dolar ile 5 liranın alım gücü karşılaştırılır. Zira gelir seviyesindeki uçurum sebebiyle her ülkenin yerel parası 1 birim olarak dikkate alınır. Üzülerek söylüyorum ki; ekmek hariç 5 TL’ye alınabilecek bir ürün kalmadığı için böyle bir kıyaslama imkanımız olamadı.
Bu bakımdan şimdi de aynı ürünleri birim fiyatları ve Türkiye fiyatları ile birlikte görelim:
WALMART ($) CARREFOUR (TL)
Muz kg | 1,59 $ | 29,90 TL | (Yerli) | |
Patates kg | 1,60 $ | 14,90 TL | ||
Kuru soğan kg | 1,94 $ | 21,90 TL | ||
Ekmek adet | 1,47 $ | 4,90 TL | ||
Jumbo karides (200 gr) | 5,00 $ | 199,90 TL | (Dardanel) | |
Dana kıyma kg | 10,00 $ | 299,90 TL | (%14-20 yağ) | |
Tavuk göğsü kg | 10,00 $ | 110,00 TL | (Banvit) | |
Cheddar peynir kg | 9,76 $ | 345,00 TL | (President yerli üretim) | |
Pepsi Cola 6’lı (500 ml) | 4,78 $ | 87,00 TL | (Coca Cola 450 ml x 6) | |
Süt litre | 1,12 $ | 39,95 TL | (SEK pastörize) | |
Toplam tutar | 47,26 $ | 1.153,35 TL |
Görüleceği üzere dolar bazında bile pahalı olan 6 adet ürünümüz vardır. Bunlar, muz 1,53 dolar (hem de yerlisi), jumbo karides 10,24 dolar, dana kıyma 15,36 dolar, cheddar peynir 17.67 dolar, Pepsi Cola 6’lı 4.45 dolar (Aynısı bulunamadığı için 300 ml daha eksik olan Coca Cola fiyatı dikkate alınmıştır), süt 2,04 dolardır. Dolar kuru olarak fiyatların alındığı 9 Mayıs 2023 tarihine ait 19,52 TL dikkate alınmıştır.
- Daha da ilginci, yukardaki listenin kasadan geçirilerek alışverişe dönüştüğünü varsaymamız durumunda; ABD’de 47,26 dolar tutacak alışverişin Türkiye’deki karşılığı 59,08 dolar olacaktı. Yani dolar ödemeye kalksak, yine de yüzde 25 fazlasını gözden çıkartmak zorundayız.
- Eğer buna şaşıranlar varsa, gelir hesabını da yapalım ki; gelirin dolar karşılığı da çıksın ve sürekli değer kaybeden paramızın ve de yüksek enflasyonun bizleri hangi noktaya taşıdığı daha iyi anlaşılabilsin…
- ABD’de saatlik asgari ücret 7,25 dolar ile 15,50 dolar arasında eyaletten eyalete değiştiğinden, 2023 yılı aylık asgari ücret 40 çalışma saati üzerinden 1.160 dolar ile 2.480 dolar arasında farklılık göstermektedir. Eyaletlerin ortalamasını aldığımızda 1.800 dolar asgari gelire ulaştıklarını varsayabiliriz. 1.800 doların 35.136 TL’ye karşılık geldiğini de bir kenara not edelim.
- Bizim 8.506 TL’lik asgari ücretin karşılığı sadece 436 dolardır. Elbette böyle bir kıyaslama çok doğru değildir ama bir tüketicinin harcaması dolar bazında yüzde 25 fazla çıkıyorsa, gelirine de dolar bazında bakmak normal oluyor. Ve de görülüyor ki; 1.800 $ – 436 $ = 1.364 $ / 1.800 $ = %76 gelir eksiğimiz bulunuyor. Veya başka bir ifade ile Türk tüketicisinin dolar bazında geliri ABD’li tüketicinin yüzde 24’ü seviyesinde kalıyor.
- Şimdi de her iki ülke tüketicisinin kendi paraları cinsinden gelirleri ile yine kendi paraları cinsinden fiyatlarla kaç defa bu alışverişi yapabileceklerine bakalım. ABD tüketicisi 1 ayda bu alışverişi 38 defa yapabilirken, Türkiye’deki tüketici 7 defa yapabiliyor. Veya ABD’li tüketici gelirinin yüzde 2.6’sı ile bu alışverişi yaparken, Türkiye’deki tüketici gelirinin yüzde 13.5’ini aynı alışverişe ayırmak zorunda kalıyor.
- Yine yukarda yaptığımız gibi her iki ülke vatandaşının gelirini de harcamasını da 1 birim üzerinden kıyasladığımızda; geliri 4,7 kat fazla çıkan ülkemiz vatandaşının harcaması 24,4 kat fazla çıkıyor.
- Eğer aynı şekilde her iki tarafın gelir ve fiyat düzeyleri benzerlik gösterseydi bizdeki alışverişin tutarı 1.153,35 TL yerine 221,15 TL çıkmalıydı. Veya 1.153,35 TL’lik alışverişi yapan vatandaşımızın asgari ücreti 48.827 TL olmalıydı.
Sonuç olarak; kişi başı milli gelirde oluşan 7 kata yakın büyük fark, satın alma gücünün hangi tarafta açık ara önde olduğunu çok net ortaya koyuyor zaten. Ancak buradaki yeni durum, dolara endeksli fiyatlarımızın da daha yüksek hale gelmiş olmasıdır. Hele döviz bazında yüzde 50 pahalı olan et fiyatımızın, yüzde 82 pahalı olan süt fiyatımızın; mantıkla, matematikle ve de istatistikle izah edilebilmesi mümkün değildir.
Bütün bunlara rağmen küresel bazı kurumların (Dünya Bankası, IMF gibi) icadı olan ve yapay olarak yaratılan “Satın alma gücü paritesine göre gelir”, hâlâ küresel ortamda en fazla tartışılan konu olmaya devam ediyor…
Ve de sürekli gerileyen bu alım gücümüz dolarizasyonun ana sebebi olmayı sürdürüyor.
Ercüment Tunçalp
Şefik İşeri’yi anarken…
Bu köşeden zaman zaman perakende sektörünün iz bırakan yöneticilerini konu ediyorum. Bu sefer de çok erken yaşta kaybettiğimiz değerli kardeşim rahmetli Şefik İşeri’yi genç yöneticilere anlatmaya çalışacağım.
İş yaşamına 1980’de Sultanlar A.Ş.’de müşteri temsilcisi olarak başladı. Çalışkanlığı ile sektör içinde hemen fark edildi. Nitekim 1983’te satış temsilcisi olarak Eczacıbaşı Topluluğu’na adımını attı ve ses getiren çalışmalarıyla dolu 25 yılın sonunda, Eczacıbaşı Girişim Pazarlama A.Ş. Genel Müdürü iken emeklilik dönemine geçiş yaptı.
Şefik kardeşimizin örnek alınması gereken önemli özelliği çalışkanlığının yanında kurumsal aidiyete verdiği değerdi. Çalıştığı şirketle her zaman gurur duyar, aldığı transfer tekliflerini de nazikçe geri çevirirdi. Eğer Şefik patronlardan birinin oğlu olsaydı markaya ancak bu kadar bağlı kalabilirdi. Sürekli iş değiştirmeyi düşünen bazı genç arkadaşların dikkatlerine sunarım.
80’li yıllar kurumsal yönetimin az görüldüğü, adamına göre muamelenin fazla yaşandığı yıllardı. Buna rağmen tedarikçilerimiz içindeki küresel şirketleri bir kenara ayırırsak, çok az sayıda yerli markamızın piyasada uyguladıkları belli standartları vardı.
Şefiğin yetkili pozisyonlara geldiği 90’lı yıllarda, perakendeciye en adil yaklaşan satış şirketi haline geldi Eczacıbaşı Dağıtım ve Satış A.Ş. …
Zira müşteri pozisyonundaki perakendeciler, az sayıdaki ciddi tedarikçiler tarafından ticari göstergelerine göre değerlendiriliyordu. Örneğin satış hacmine, ödeme performansına, iade disiplinine ve satış noktasındaki iş ortaklığının kalitesine uygun avantajlar sunuyorlardı. Bu bakış açısıyla sebepsiz kazanmak veya kazandırmak Şefik İşeri’nin sisteminde de yoktu…
Ticari koşulları adaletli oluşturabilen nadir yöneticilerden birisiydi. Tahmin ediyorum ki; bunu test etme imkanı sadece bana nasip olmuştu. Zira en büyük hacimli perakende zincirden 3. sırada yer alan zincire transfer olduğumda, her iki tarafın alım koşullarını kıyaslama imkanım vardı. Devamında ise yeni patronum 2. sırada yer alan zinciri de satın almayı programına alınca, verilen inceleme görevi gereği olarak üçüncü zincirin satın alma şartları da önüme gelmişti. Böylece perakende sektöründe o güne kadar gizli kalmış olan güvenilmez tedarikçiler de güvenilir tedarikçiler de bizim için açığa çıkmış oldu. Yani birçok profesyonele nasip olmayan bir imkana kavuşmuştum. İşte oradaki denetim sonucundan da adil davrananların başında Şefik İşeri çıkmıştı. Elbette ‘Adamına göre muamele’yi tercih eden bazı grup şirketlerinin, kendi grubuna ait perakendeciye bile haksızlık yaptıklarını da bu arada tespit etmiştik.
Konumuza dönecek olursak; Şefik İşeri’nin efsane bir satıcı olması, bu konuda bize kendisinden mesleğin sahadaki inceliklerini de öğrenme fırsatı vermiştir.
Bugünün satıcıları teknoloji destekli oldukları için şanslı sayılırlar. Farkı iyi anlayabilmek için geçmişten bazı örnekler aydınlatıcı olabilir.
Şefiğin iki önemli özelliğinden birincisi sabah mesaiye çalışanlardan önce başlamasıydı. İkinci özelliği sahada daha fazla vakit geçirmesiydi. Ekip arkadaşları bunu bildikleri için hiç gevşeyemezlerdi ve telefonda gerçek dışı yer beyanında bulunamazlardı. Zira bazen hemen yakınlarında bir yerlerden o görüşmeleri yapıyor olabilirdi. İşte bu eskiye ait rut disiplininin en iyi şekilde sağlanabileceğine dair iyi bir örnektir. Cep telefonunun dahi olmadığı dönemlerden bahsediyorum…
Ekibin ev adreslerinden rut üzerinde olanları tespit eder ve öğle yemeği saatlerinde evde olup olmadıklarını kontrol ederdi. Bir defasında telefona kendisi çıkan bir eleman karşıdaki sesin Şefiğe ait olduğunu anlayınca, “Yanlış numara” deyip telefonu kapatır ama daha sonra bütün ekibin bunu öğrenmesiyle rut kolay kolay terkedilemez hale gelir. Evde yakalanan bu eleman güven kaybı yarattığı için daha yakından izlenmiş ve dükkan açıp işlettiği, yani çift çanta çalıştığı açığa çıkartılmıştı.
Şefik yine bir satış mümessiline İstanbul’da sorumlu olduğu bölgeye ilaveten Trakya sorumluluğunu da vermişti. Haftanın bir gününü Trakya’da geçirmesi gereken satış sorumlusunun, seyahat için sürekli cuma gününü seçmesi dikkat çekiciydi. Ve araştırma sonucu Edirne Çarşıda köfteci dükkanı açtığı anlaşıldı. Bir diğer çift çanta olayıydı. Böylece birinci çanta maaş aldığı şirket için dört gün, ikinci çanta girişimci olduğu iş için üç gün kullanılıyordu.
Bu yaşanmış olaylar iş hayatımızda saha denetimlerinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Üstelik bu kadar titiz bir yöneticinin gözetiminde bile firenin sıfıra indirilemediğini gördükten sonra…
Parasını yönetemeyen bayilere çok kızardı. Önem verdiği ilk eğitim konusu, “Nakit akış yönetimi” olurdu. Zira aksaması durumunda kendi satış şirketine de zararı dokunurdu. Nakdini yönetemeyen kişi ve kuruluşların ödeme zorluğuna düşeceklerini ve çoğu zaman da batacaklarını bir simülasyon eşliğinde kafasında canlandırırdı. Böylece beklemek yerine tedbirini alırdı.
Ödeme vadesini tek taraflı esneten perakendecilere de kızardı (vade farkını tahsil etse bile). Kızmakla kalmaz, finansal kaybın telafisini de ticari olarak dengelemeyi ihmal etmezdi. Bunun adil olmadığını tüccar kafalı hiç kimse iddia edemez. Vadeyi uzatarak bunun yanına kâr kalacağını düşünen perakendecinin boş hayal kurduğu bilinse de bunların sayısının da az olmadığını söyleyebiliriz.
Perakendecilerin satış kapasiteleri üzerinde aldıkları ürünleri raflarından müşteriye satmak yerine arka kapıdan toptancı çarşılarına satmalarına da karşıydı. Birçok üretici firma tarafından bütçe tutturma baskısı ile teşvik gören bu uygulamanın kayıt dışı işlemlere ve ayakçılar üzerinden haksız rekabete sebep olduğunu savunurdu. Yani sektörün sağlığını ve kamu menfaatini de gözetirdi.
Sonuç olarak; daha fazlasını yazarak, kıyaslamalar sonucunda ümitsizlik yaratmak da istemem. Onun için Şefiğin bir sözü ile bitiriyorum; “Şirketlerin, vaktini sahada geçiren, sahayı sürekli koklayabilen satıcılara ve üst düzey satış yöneticilerine ihtiyacı vardır.”
8 Mayıs 2015 tarihinde kaybettiğimiz Şefik İşeri’yi, ölüm yıldönümüne yakın gerçek yönleriyle bir nebze de olsa aktarabildiysek ne mutlu bizlere…
Nurlar içinde yat güzel kardeşim…