Ercüment Tunçalp
Özel üniversite fiyatları dudak uçuklatıyor!

Yıllardır tüketicinin en temel ihtiyaçlarını kapsayan fiyatlandırma yapılarını bir perakendeci gözüyle değerlendiriyorum. İktisatçı gözlüğü ile de enflasyonla ilişkisini (etkileme ve etkilenme açısından) yorumlamaya çalışıyorum.
Bugün de tüketicinin en temel ihtiyaç ürünleri içinde yer alan eğitim hizmeti konumuz oluyor. “Kardeşim parası olan okusun, herkes üniversite eğitimi alamaz ki” görüşü maalesef bulunduğumuz mekan ve zaman diliminde oldukça geçerlidir. Oysa 8-10 sene önceye kadar hem çalışıp hem tahsilini sürdüren ve önemli mevkilere ulaşan binlerce örnek vardır. Hadi alt gelir grubu için burs kazanmak dışında bir seçenek olmadığını kabul edelim. Orta gelir grubu bile bugün tek çocuğuna yüksek eğitim aldıramayacak noktaya gelmiştir.
Fiyatlar sadece en yüksek enflasyon oranını değil insaf sınırlarını da aşmıştır.
Buna “dur” diyecek bir makam yok mudur?
ÖSYM sonuçları 16 Temmuz 2024 tarihinde açıklandı ve milyonlarca genç YKS puanını öğrendi ve de sıra üniversite tercihine geldi. Ancak eldeki geçici kılavuzun, tercihlerin başladığı 25 Temmuz’da (bu yazının kaleme alındığı saatlerde) hala ÖSYM’nin internet sayfasında kesinleşmediği görüldü.
YÖK ise sanki bu aşamaya kadar beklemesi şartmış gibi 10-17 Temmuz 2024 tarihlerinde yaptığı tavsiye niteliğindeki duyurularının (yazının devamında aktaracağım) hiç tesiri olmadı.
Zira tercihlerin başlamasına 3 gün kala, 2024-25 akademi yılı için ücretler belli olmaya başladı. Aileler ise özel üniversite fiyatlarının yüzde 100 ile yüzde 200 arası oranlarda zamlandığını şaşkınlıkla öğrenmeye başladılar. Üstelik bazı 1 milyon TL‘yi geçen fiyatlar sadece eğitim ücretini kapsıyor. Yemek, yurt ve ulaşım giderleri duyurulan rakamlara dahil değil…
Sakın yanlış anlaşılmasın, bu fahiş fiyatlar erken ödeme için geçerli. Yani hizmeti vermeye başlamadan tahsilatın yapılması şartıyla…
Birçok medya kuruluşunun da yanlış tanımladığını gördüğüm için düzeltiyorum; eğitim sezonu başlamadan yapılan ödemenin adı ‘peşin ödeme’ değil, ‘avans ödemesi’dir. Bu bakımdan önden bir kısmını alıp, hizmet süresince devam eden taksit ödemelerine gecikme bedeli eklemek finansal kurallara aykırıdır. Tam tersine erken ödemeye iskonto yapılması beklenir.
Bütün Avrupa’da yabancı öğrenciden daha fazla ücret alınırken, bizim üniversiteler kendi vatandaşından daha fazla ücret almaktalar. Hem de fark öyle böyle değil; örneğin yabancıya 22 bin euro, yerliye 30 bin euro…
Fark bu kadarla kalsa iyi. Puan ve sıralama avantajı da yabancıdan yana…
Geliyoruz enflasyonla olan ilişkisine…
Haziran 2024 TÜFE ana harcama grupları içinde, yıllık değişimin en yüksek olduğu ana grup yüzde 107,11 ile eğitim olmuş. Elbette fiyatların bu kadar keyfi artırılmasının neticesidir. Zira işin içinde bugün değinemediğimiz özel lise fiyatları da bulunmaktadır. Temmuz 2024 TÜFE açıklandığında son fahiş fiyat artışlarının tesirini de göreceğiz. Ancak şaşırtan başka bir gelişme daha var. Bir taraftan eğitim harcamaları rekor kırarken, diğer taraftan toplam harcamalar içindeki eğitim ana grubunun ağırlığı da yüzde 2,67’den (2018), yüzde 1,80’e (2024) düşmüş. Tesadüfe bakar mısınız?
YÖK’ün vakıf üniversitelerinin eğitim öğretim ücreti ile ilgili duyurusundaki en can alıcı bölümü aktarıyorum. “İlk kayıt esnasında öğrenciye taahhüt edilmiş eğitim öğretim ücreti artış oranları aşılmamalı. Ancak her halükarda yapılacak artışlarda en çok Tüketici Fiyat Endeksi’ndeki (TÜFE) 12 aylık ortalama oranı esas alınmalı ve bu kapsamdaki güncellemeler resmi internet sitelerinden duyurulmalı.”
Evet bu açıklamayı okuyan kurumlar hemen kendi fiyat tarifelerini açıkladılar!
Herhalde YÖK Başkanı Özvar’ın bu konuda söyleyecekleri olmalıdır.
Çünkü;
- TÜİK verilerine göre TÜFE on iki aylık ortalaması yüzde 65,07 olarak açıklandığı halde yanından bile geçen olmadığı görüldü.
- Sonra ödemeyi yapacak olan ebeveynler serbest meslek erbabı değillerse, özel sektör çalışanı bile olsalar resmi enflasyon (yüzde 65) kadar ücretlerine artış almaktalar. Peki nasıl olacak da kendi gelirlerini diledikleri kadar artırabilen muhataplarına uyum sağlayabilecekler?
- Bir yabancı ülke ile gelir düzeyine bakmadan döviz bazında fiyat kıyaslaması yapılmaz ama biz onu da yaptık ve o şekilde de pahalı olduğumuzu gördük. İngiltere ile kıyasladığımızda döviz bazında bizdeki fiyatların 2,5 kat fazla çıktığı ortadadır (Oda TV):
Birkaç örnek;
Oxford University 9.250 GBP (yaklaşık 396 bin TL),
University of Cambridge 9.250 GBP (yaklaşık 396 bin TL),
University Collage London 9.250 GBP (yaklaşık 396 bin TL).
Bitmedi. Fiyat kıyaslaması yaparken kalite seviyesi dışarda tutulamaz. Vakıf üniversitelerinde, görevi araştırma yapmak ve bilim üretmek olan akademisyenlerin, mesailerinin büyük kısmını dershanede geçirdiklerini biliyoruz. Bu bakımdan fiyat ve eğitim kalitesi birlikte teraziye konmalıdır.
Sonuç olarak; bizim ülkemizde yetkili makamlar tarafından alınan tavsiye niteliğindeki kararlar sık sık gördüğümüz üzere etkisiz kalıyor. Herhangi bir yaptırımı ve zorlayıcı tarafı olmayan kararlardan kaçınılması gerektiği ortadadır.
Eğitim ticaretinin öyle bir avantajı var ki; öğrenciyi birinci sınıfa kaydettikten sonra 4-5 sene boyunca ona istediğiniz fiyatı uygulayabilirsiniz. Elbette bir kısmının pes ederek ayrılması da söz konusudur. Fire olarak yazar geçersiniz. Yatırımcısı için ticaridir ama asla insani değildir. Bu bakımdan tüketicinin esas korunması gereken kulvar burasıdır.
Kaldı ki Anayasa’nın 42. Maddesinde, “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir” hükmüne yer verilmiştir. Oysa vakıf üniversitelerinin enflasyon oranı üzerindeki fahiş zamları, tüketici sıfatına da haiz olan öğrenciler açısından öngörülemez şekilde eğitim hakkını kısıtlamaktadır. Dolayısıyla anayasaya aykırı bir durum olduğu da tartışılmazdır.
Ercüment Tunçalp
Ham bal en doğalıdır!
Tüketicinin bal konusundaki kafa karışıklığı çok normaldir. Zira yanlış bilginin düzeltilmesi ve müşterinin aydınlatılması değil ticari fayda sağlanması öncelenmektedir. Dolayısıyla birçok gıda kategorisinde; küresel markalar bile ülkemizde rahatlıkla batı ülkelerinden farklı içerik kullanabilmektedirler.
Bugünkü konumuza geçecek olursak; Avrupa’da ayrı bir ham bal müşterisinin varlığından bahsetmek mümkünken, bizde görünüşü itibariyle daha çarpıcı olan cam gibi berrak işlenmiş bal tercih edilmektedir.
Oysa bilinmelidir ki; doğal olan ham baldır.
Bu bal, kovandan elde edildikten kısa bir süre sonra katılaşabilir, yani halk dilindeki şekliyle donar. Güya ilk olumsuzluk da(!) burada ortaya çıkar. Zira tüketici nezdinde bu durumun “şekerlenme” şeklinde değerlendirilmesi ve bala şeker ilave edildiğine inanılması yanlış algının kaynağıdır.
Oysa bu balın doğal halidir ve katılaşmış şekilde de tüketilebilir. Şimdi bundan sonrasına da bakalım. Tüketiciyi aydınlatmak için uğraşmak yerine, balı onun beğeneceği forma sokmak çok daha kestirme bir yoldur. Dolayısıyla ürün benmari ve filtrasyon işleminden geçirildikten sonra market raflarında gördüğümüz şekliyle albenisi olan berrak bir yapıya kavuşur. Ballara uygulanması çok gerekli olmayan bu durum tamamen tüketici tercihidir. Oysa Avrupa’da ham bala olan talep sürekli artmaktadır. Zira bilinçli tüketici, ısıl işlem ve filtrasyon esnasında az veya çok besin değerinde kayıplar yaşanacağını bilir. Pastorizasyon, balın içinde bulunan enzimleri ve vitaminleri; filtrasyon ise polenleri azaltabilir. Ham balı doğal yapan işlemden geçmemiş olmasıdır.
Bu bakımdan tüketici için bir ham bal vardır, bir de işlem görmüş bal vardır. İşlem görenler de; standartlara uygun olan bal ve gerçek olmayan bal (çeşitli karışım veya arının yapmadığı bal) şeklinde ikiye ayrılır. Elbette hiçbir üretici “yoğurdum ekşi” demeyeceği için bu ayrımı yapmak tüketiciye düşmektedir. Bakarak anlamak mümkün olmadığı için de ya etiketinde ‘ham bal’ yazılı ürünü ya da kötü şöhreti olmayan (tağşiş listelerinde yer almayan) güvenilir markaları tercih etmek en uygunu olacaktır.
Uzmanların da tavsiyesi; “balın şifasından yararlanmak için ham haliyle tüketilmelidir” şeklindedir. (Taylan Samancı – Ziraat Yüksek Mühendisi).
Ham balın önemli bir üretim süreci yoktur. Kovan peteklerinden süzülen bal, balmumu ve ölü arı gibi yabancı maddelerden ayrılması için bir ağ veya bez üzerine dökülerek süzüldükten sonra kavanozlanır. Bu kadar!
Pastorizasyon ve filtrasyon gibi adımları içermez. Basitçe söylemek gerekirse; ham, çiğ, doğal, saf, işlenmemiş, ısıtılmamış, filtrelenmemiş ve en gerçek bal ifadelerinin tümü balın bu şeklini tanıtmak için yeterlidir. Bu balı satışa hazırlamak için mutlaka fabrikaya ihtiyaç yoktur. Doğrudan petek balından elde edildiği için içeriğinde polen taneleri, balmumu ve propolis bulunma olasılığı yüksektir. Bu da onu bulanık ve sevimsiz görünüme sahip kılabilir. Olsun, bunlar ürünün önemli özelliği ve doğal görünümüdür.
Güvenli ticari ballar ise saf balın (ham bal) rafine edilmiş halidir. Bunun dışında raflarda maalesef sahte ballara, hatta arı ile hiç tanışmamış ballara da her an rastlamak mümkündür.
Ham bal, bir bal çeşidi değildir. Doğal yapısı bozulmadığı için balın tam da kendisidir. Her çeşit balın ham olanı mevcuttur. Örneğin ham çiçek balı, ham çam balı, ham kestane balı gibi…
Yani tamamının ortak özelliği kovandan çıktığı şekilde doğal yapısını koruyor olmasıdır. Bizde 1-2 marka dışında ham bal satışı pek yoktur.
Dünyada ise “Raw Honey” ham balın ismidir. Ve batı ülkelerindeki market raflarında bu bal donuk görünümünü muhafaza eder, bilinçli tüketici için de bu durum sorun olmaz, tam tersine tercih nedeni olur.
Türk Gıda Kodeksi Bal Tebliği’nde ham bal tarifi; “45 dereceden yüksek ısıl işlem görmemiş ve 0.3 mm den daha büyük filtreler ile filtre edilmiş ballar ‘ham bal’ olarak tanımlanabilir” şeklindedir. Sınırlarımız dışına çıkıldığında ise bu bakışın değiştiğini izliyoruz. Zira küresel anlayış, hiçbir şekilde filtre edilmemiş ve hiçbir derecede ısıtılmamış balları ham bal sayıyor. Nitekim Avrupa’da çoğu ham bal ambalajı üzerinde “filtre edilmemiş ve ısıtılmamış” ibareleri yer alıyor. Dolayısıyla Gıda Kodeksi’nde ham balın neden yukardaki şekilde ifade edildiğini anlayabilmiş değilim. Öğrenmeyi çok isterim.
İşte bal gurmesi Ahmet Bağran Aksoy’un tanımı: “Ham bal, arı kovanından sofralara doğrudan gelen ısıtma gibi endüstriyel hiçbir işlemden geçmeyen, tabiatta bulunabilecek en doğal baldır.” Aynı fikirdeyim…
Almanya, AB’nin en büyük bal ithalatçısıdır, aynı zamanda AB içinde de en büyük bal üreticisidir. Bitmedi, başta bal olmak üzere organik gıda ürünleri için de Avrupa’nın en büyük pazarıdır.
Sağlık bilincine sahip Alman tüketici, sağlık yararları olduğu bilinen yiyecekleri özellikle takip eder. İşte tam da bu arayışın sonucu onlar için ‘tıbbi bal’ı önemli hale getirmiştir. Bu konuda en başarılı örnek, Yeni Zelanda’dan gelen manuka balıdır. Manuka bitkisinin çiçeklerini tozlaştıran arılar tarafından üretilen bir çiğ (ham) baldır.
Sonuç olarak; Avrupa’nın en büyük organik pazarına belki sahte balı göndermek mümkündür ama bunu tüketicisine yedirmek o kadar kolay değildir.
Not: Geçtiğimiz haftalarda Yunanistan- Türkiye fiyat kıyaslaması yapmıştım.
“Biz tarım ülkesiyiz, daha geniş meyve sebze kıyaslaması yapın” talebi geldi.
Aşağıdaki listede görüleceği üzere bu isteği de yerine getirdim. Fark daha da açıldı. Euro bazında yüzde 54 daha pahalı çıktık. Üstelik komşuda bazı ürünlerin organik olmasını da hesaba katmadım. Yani oradakinin organik olması yanında bizdeki normal üründen ucuz olması da fiyat farkını artıracaktır.
Don olayının nasıl fırsata çevrildiğini de daha önce açıklamıştım.
Fiyatlar 2 Temmuz 2025 tarihine aittir. Euro kuru da 47.- TL olarak aynı gün için dikkate alınmıştır.
Ercüment Tunçalp
Ekonomik büyüme mi, kalkınma mı?
Başlıktaki sorunun cevabı, ‘her ikisi de’ olmalıdır. Zira yeterli büyüme olmadan kalkınma olmaz, kalkınma olmadan ise büyüme gerçekleşebilir ama o da vatandaşa ilaç olmaz.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye ekonomisi 2025’in ilk çeyreğinde yıllık bazda yüzde 2 büyüme kaydetmiş.
Kalkınma olmadan büyüme, toplumun çoğunluğu tarafından hissedilemiyorsa sadece bir veri olarak kenarda durur. Zira gelir dağılımında adaletsizlik sürdükçe, ülkede çalışmaya hazır nüfusun üçte biri işsiz ise (geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 32,2) rakamsal artış kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Yani halkı ilgilendiren kalkınma tarafıdır. Bu da sadece üretimin artması ile değil gelir adaletinin sağlanması, kurumsal yapının güçlenmesi, eğitim ve sağlık sistemlerinin genişlemesi ve de refahın yaygınlaşması ile ölçülür. Kısaca kalkınma ekonomik büyümeden çok daha fazlasını ifade eder.
Kaldı ki büyüme tarafında da sorunlarımız var…
Üretici tarafına baktığımızda; tarımda yüzde 2, sanayide ise yüzde 1,8 küçülme gerçekleştiğini görüyoruz.
Peki büyümeyi yukarı çeken nedir?
Büyümenin lokomotifi deprem konutları ve kentsel dönüşüm etkisiyle gelen inşaat sektöründeki yüzde 7,3’lük, bilgi ve iletişim faaliyetlerindeki yüzde 6,1’lik büyümedir.
Bu güne kadar hep ‘tüketime dayalı büyüme’ diyorduk, şimdi o da sadece dayanıksız tüketim harcamasından gelen yüzde 2,05’lik büyüme ile sınırlı kaldı. Dayanıklı tüketim malları harcamasındaki dramatik küçülme oranı ise yüzde 6,52 dir.
2025 ilk çeyrekte GSYH, geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 2 büyüse de, bu oranın ülke büyüme potansiyelinin çok altında kaldığını söylemeye bile gerek yoktur. Yüzde 4’ün altındaki her oran kalkınmadan biraz daha uzaklaşıldığını ifade eder.
Ekonomik büyümenin nasıl kullanıldığı da önemlidir.
Birleşmiş Milletler Üniversitesi Dünya Kalkınma Ekonomisi Araştırma Enstitüsü tarafından yürütülen bir çalışmada, “Yoksulluğu azaltma ve kamu mallarına erişimi artırma konusunda başarı gösteren ülkelerin çoğu, bu ilerlemeyi güçlü ekonomik büyümeye dayandırdı” deniyor.
Enstitü, ancak faydaların yalnızca seçkin bir gruba akması durumunda büyümenin sürdürülemeyeceğini de belirtiyor.
Dolayısıyla Türkiye örneğinde olduğu gibi sıcak para girişleri ile finanse edilen tüketim iştahı, sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin garantisi olamadı.
OECD raporunda, Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 2,9 ve gelecek yıl yüzde 3,1 büyüyeceği tahmin ediliyor. Rapora göre, daha sıkı finansal koşullar ve mali konsolidasyon hane halkı tüketimini sınırlandırırken, bu yıl zayıf dış ticaret nedeniyle özel sektör yatırımları ve ihracattaki büyümenin yavaşlaması ancak 2026’da kademeli şekilde toparlanmayı işaret ediyor.
İşte ekonomimize dışardan bakan iki ayrı gözün tespitleri bunlar…
Sonuç olarak; bizde büyüme adına daha çok tüketim ve daha az tasarruf tercihi sürdükçe, ‘üretimde verimlik’ ihmale uğradıkça, ne enflasyonla mücadele kazanılır ne de refah gelebilir. Büyümede üretime ağırlık vermek (tarım ve sanayi başta olmak üzere) bize bir türlü uymuyor.
Oysa üretimde gerileme en kötüsüdür. Zira geniş halk kitlesinin yoksullaşmasına sebep olur. Sağlıksız büyüme dediğimiz de budur.
Forbes’un küresel dolar milyarderleri listesindeki 35 Türk’ün toplam serveti 79,5 milyar dolar çıkmış. Bunun “bir rekor” olduğu, Forbes Türkiye’nin yayımlanmaya başladığı 2005’ten bu yana milyarderlerin toplam servetlerinin hiç bu kadar yüksek olmadığı da açıklanmıştır. Bu rekorun, ekonomik sıkıntıların arttığı bir durgunluk dönemine tesadüf etmesi de dikkat çekicidir.
TÜİK verilerine göre Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesim, toplam gelirin yaklaşık yüzde 48’1’ini alırken, en yoksul yüzde 20’lik kesim sadece yüzde 6,3’ünü alabilmektedir. Bu zengin ile yoksulun arasındaki makasın oldukça açık olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla Türkiye gini katsayısına göre de Avrupa’da gelir dağılımı eşitsizliğinde ilk sıradadır. Dünyadaki 130 ülke içinde ise 28. sıradadır. (Bianet)
Kaldı ki, önümüze gelen her veriyi birbiriyle de kıyaslamak zorundayız. 2024 yılı fert başına gelirimizin 15.463 dolara yükseldiğini görüyoruz. Ancak bu durumda 4 kişilik bir ailenin 62 bin dolara varan yıllık gelirinin karşılığı 2.5 milyon lira ve bu da aylık 208 bin lira demektir. Böyle bir gelir nüfusun çoğunluğunu acı acı gülümsetir. Çünkü ayda 208 bin lirayı yan yana hiç görmeyen büyük bir kitle vardır. Elbette açıklanan fert başı gelir ortalama bir değerdir ve ülkede bir yıl içinde yaratılan toplam katma değerin (GSYH’nin) nüfusa bölünmesi ile bulunur. Ancak yukarda da belirttiğimiz gibi pramitin üst kısmında birikme yapmaktadır. İşte esas sorun da zaten buradadır…
Ercüment Tunçalp
Son kullanım tarihi üzerine…
Son kullanım tarihi (SKT) uygulaması, tüketici sağlığı için ne kadar büyük öneme sahipse, bu konudaki boşvermişlik daha da fazla ilgiyi hak ediyor.
Bu yazıda gördüklerimize ve ortaya dökülmüş olan bilgilere dayanarak; yaşam süresini doldurmuş ürünlerin imhası yerine bir şekilde ön veya arka kapıdan nasıl paraya çevrildiğini inceleyeceğiz. Her şey o kadar gözler önünde cesaretle sergileniyor ki; bırakınız iş disiplinini, bu gözü karalar korkuyu da bir kenara bırakmış bulunuyorlar.
Çünkü;
- Ön kapıdan tüketiciye yapılan satışta; eğer üründe küf veya görüntüyü bozacak başka bir olumsuzluk görünmüyorsa, SKT dolsa bile çare bulunuyor. Birinci uygulama tarih etiketini değiştirmek veya eski etiket üzerine yenisini monte etmek şeklinde gelişiyor. Ürün kategorisine ve ambalajın cinsine göre bu işlem ya üretim yerinde ya da mağaza dahilinde yapılabiliyor.
- Son yıllarda cesareti artanlar ve yaratıcılıkta sınır tanımayanlar market içinde SKT’si geçmiş ürüne bile özel teşhir yapabiliyorlar. Örneğin yaşlı, dalgın veya hızlı alışveriş alışkanlığı olan müşteriler için tarih arkada kalacak şekilde günlük sütlerin itina ile dizilmesine şahit oluyoruz. Hem de defalarca belirttiğim Bağdat Caddesi üzerindeki bir şubede gerçekleşiyor bunlar. Merkezi bir yerde bu kadar rahat yapılabiliyorsa, Anadolu’nun gözlerden uzak bir köşesinde neler yapılabileceğini de aylardır yazıyorum. Nitekim o haber aynı ulusal market zincirinin Çorum şubesinden geldi. Son tüketim tarihi geçmiş tam 33 çeşit ürün tespit edilmiş ve yetkili makamlarca yasal işlem başlatılmış. Bir kere daha hatırlatıyorum; dalgın müşterinin sağlığı risk altındadır. Para cezası yetmez, uzun süreli kapatma işlemi ve ihmali olanlar için adli süreç başlatılması gerekir. Yoksa bunun önü alınamaz.
- Peki marketi yönetenler bu yola neden başvurmaktalar?
Ciro hedefini tutturmak üzere ürün fazla fazla alınmakta, muhtemel satış düşüşünde ise tarihi geçmektedir. “O zaman iade etsinler” denebilir. Her ürünün iade performansı tedarikçi tarafından takip ediliyor ve iadesi yüksek perakendecinin imkanları kısılıyor. Doğal olarak o da mağaza yöneticilerine yansıyor ve kayba uğramak istemeyen yönetici de ürünü bir şekilde elden çıkartmaya çalışıyor. Hatta SKT’si geçen ürüne indirim uygulayanlar var. Sakın Avrupa’da görülen SKT’si yaklaşan ürünler için ayrı bir köşede yapılan indirim uygulaması ile karıştırılmasın. Bizdeki uygulamalar imhalık ürünleri kapsıyor.
- “Peki mağazaların bir merkezi denetim birimi yok mu?
Elbette var ama etkisinin her geçen gün azaldığı izleniyor. “Neden?”
Büyük perakendecilerde pandemi ile birlikte evden çalışma sistemi başladı. Yöneticilerde bu rehavet alışkanlık yaptı ve mağazaların kontrolü gevşedi. Pandemi gündemden düşmesine rağmen olumsuz sonuçları ise baki kaldı. En büyük aksama da SKT konusunda gerçekleşti. Şimdi tanınmış ulusal perakendeciye bile güveni kalmayan tüketicinin, hiç değilse SKT’si geçmiş pilici ve yumurtayı indirimli de olsa almayarak bu aymazlığı yetkili mercilere şikayeti şarttır. Yoksa bir müddet sonra toplu zehirlenmeleri izleriz.
Ülkemizin değişik bölgelerinde ve ayrı ayrı Belediyeler tarafından sırf bu sebeple sürekli şubeleri mühürlenen bir başka perakendeci, bundan ders çıkartmak ve önlem almak yerine bu haberleri yapan siteleri dava edebiliyor. Geldiğimiz noktayı görmek açısından ibret vericidir.
- Oysa son tüketim tarihine 1 gün kalan ürün bile satış alanında tutulamaz. Zira alındığı gün tüketilme mecburiyeti olan bir ürün olamaz. Örneğin böyle bir litrelik günlük sütü aldınız. SKT dolabınızda dolacak demektir.
- Gelelim arka kapıdan yapılan SKT’si dolmuş ürünlerin satışına…
Ülkemizde son tüketim tarihi geçmiş, hatta küflenmiş peynirlerin de alıcısı vardır. Bunlar tekrar eriterek bu ayıplı mallara hayat veren sözde üreticilerdir.
Yıllar önce görev yaptığım süre içinde benden iade peynirler için fiyat isteyenler vardı. Yıllar geçip bugünlere geldiğimizde, kişiler değişse de talep devam ediyor. Son canlı örnek Gıda Dedektifi hesabından izlenebilir. Sakarya ilinin Pamukova ilçesindeki üretim yerinde, piyasa değeri 1.5 milyon lira olan 5 ton sahte kaşar peynir ele geçirilmiş bulunuyor. Bu gıda teröristine kesilen idari para cezası 210 bin liradır. Bu kadarla kurtulduğu için çok mutlu olmalıdır. Zira ilk partide yakalanmadığına göre en azından benzer 5 parti ürünü 200 liradan piyasaya sürdüyse yaptığı ciro 5 milyon liradır. Son partisi yakalanıp imha edildiği için kilosunu en fazla 50 liradan (50 lira x 5 ton) 250 bin liraya mal edip, ödediği ceza olan 210 bin lira ile birlikte bütün gideri 460 bin liradır. Görüldüğü gibi 5 milyon lira hasılatın en fazla yüzde 25’i maliyettir. Yani (5.000.000-1.250.000= 3.750.000) geriye kalan kısmından imha maliyetini ve cezayı (460 bin lira) düştükten sonra hâlâ 3 milyon 290 bin lira kârdadır. Dürüst üreticide böyle bir kâr yoktur. Halkı zehirleyenin ödediği ceza ise tahminen kazancının sadece yüzde 6’sıdır. Dolayısıyla bu cezalarla gıda terörünü engellemek mümkün değildir.
Yine Gıda Dedektifi haberine göre İzmir’de bir depoda; etiketsiz, tarihi geçmiş, küflenmiş, bozulmuş 7 ton süt ürününün imha edildiğini duyuyoruz. Eğer bu parti mal yakalanmasaydı, bir önceki örnekte olduğu gibi yine bir merdiven altı imalathaneye yenilenmek üzere gidecekti.
Sonuç olarak; ne taklit tağşiş olaylarını ne de bir adım ötesindeki sütsüz sahte peynir imalatçılarını para cezası ile engellemek mümkün değildir. Hayatımızı tehdit etmenin karşılığı mutlaka adli süreç olmalıdır. Yoksa “can çıkmayınca huy çıkmaz” sözüne uygun olarak imalathanelerin sadece adresi değişir…
-
Ercüment Tunçalp5 ay önce
Fahiş fiyat nedir, nasıl anlaşılır?
-
Genel Haberler5 ay önce
“Gerekçeli karar tarafımıza tebliğ edildiğinde karara karşı derhal tüm yasal yollara başvurulacaktır.”
-
Ercüment Tunçalp6 ay önce
Fırsatçı enflasyonu nedir, nasıl gelişir?
-
Yenilikler6 ay önce
Avşar’dan yeni ürün Berry Hibiscus
İbrahim Bostancıoğlu
8 Ağustos 2024 saat: 11:21
https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/temmuz-enflasyonu-iste-bu-fiyatlarla-hesaplandi/758996
Alaattin Aktaş, Temmuz 2024 TÜFE hesabına göre özel üniversite ücreti ortalamasının 199 bin lira olduğunu açıkladı:
“TÜİK’in TÜFE hesabında temmuz ayında dikkate aldığı fiyatlar içinde çok dikkat çekenlerden biri de özel üniversite ücreti. Bazı üniversitelerin bazı bölümlerinde yıllık ücret bir milyon lirayı aşmış, ortalama ücret 600 bin lira dolayında; ama TÜİK’e göre özel üniversite ücreti 200 bin lira bile değil, 199 bin lira.”
Ercüment Tunçalp
8 Ağustos 2024 saat: 12:41
İbrahim bey sadece özel Üniversitelerin fiyatları değil, fiyat listesinin tamamı (bir kaç istisna dışında) gerçek piyasayı yansıtmamaktadır. Gelecek yazımda yer verdim ama en çarpıcı örnek olduğu için zeytinyağ örneğini hemen aktarayım. TÜİK sepetinde 116 lira gözüken zeytinyağın sadece zeytin maliyeti 225 liradır. Yağlık zeytin kg fiyatı (Ekim 23) 45 liradır ve 5 kg zeytinden 1 kg zeytinyağ çıkar. Buraya kadar maliyet 225 lira olup; daha buna işçilik, ambalaj, nakliye, üretici ve perakendeci karları eklenecektir. Yani sahtesi bile 116 liraya satılamaz, çünkü hemen hileli olduğu anlaşılır.
Dip fiyat 116 lianın 3 katı olması gerekir. Devamını konuşmaya gerek var mı ?