Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Rasyonel programın zorlukları

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Çalıştığımız şirketler için uzun yıllar plan, program, bütçe hazırladık. Kriz dönemleri hariç yüzde 5 yukarı veya aşağı oynamalar haricinde büyük sapmalara rastlamadık. Zira özel sektörde izah edilemeyen büyük sapmaların bedeli mutlaka ödenir. Yani karşılıksız bırakılmaz…

Bu iş programları zaman, emek ve disiplin ister. Şu anda şirketler için 2024 yılı bütçe hazırlama süreci başlamıştır. Kesinleşeceği tarih tahminen 15 Aralık 2023 civarıdır. Yani hazırlık süresi en az 3 aydır. Elbette 1 hafta içinde muhasebecinin hazırladığı ve ilgililere dağıttığı çalışmalar da vardır ama hiçbir kurumsal şirkette buna izin verilmez.

Peki en ciddiye alınması gereken ‘rasyonel ekonomik program’ hangisidir?

Devletin Orta Vadeli Programıdır (OVP). Zira katılımcısı çoktur, işin uzmanları için bağımsız çalışmak ve siyasi kaygıları dışarda tutmak zordur. Bunun için hedeflenen ile gerçekleşen arasındaki sapmalar büyük olsa da uyumlu çalışmanın paydaşları herhangi bir risk üstlenmezler. Programa temel oluşturan yaşadığımız enflasyonun küresel enflasyonla en küçük bir benzerliği yoktur. Ne sebebi ne de 10 katı aşan oranı açısından kıyaslanamaz. Üstelik tüketicinin harcamaları içinde en yüksek payı alan gıda ürünlerinin fiyatları dünyada düşerken bizde artmaya devam ediyor. Dolayısıyla alınacak tedbirler aynı türde ve dozda olamaz. Bir kere ön kabulün buradan başlaması şarttır. Süresi 3 yıl olan OVP’nin rakamsal hedefleri arasındaki en ilginç rakam 2026 sonunda yüzde 8,5’e inmesi beklenen enflasyon oranıdır

Ülkemizin dövize aşırı ihtiyacı vardır. Zaten döviz talebi döviz arzından fazla olduğu için programda da kurun oldukça hızlı yükseleceği öngörülmüştür.

Peki kur hızlı yükselirken enflasyon oranı bu kadar sert düşebilir mi?

Hayır, enflasyon da artmaya devam eder. Zira döviz kurundaki artış sadece ithal edilen ürün fiyatlarını artırmaz, aynı zamanda üretiminde ithal girdi ve ithal ara malı kullanılan bütün ürünlerin fiyatlarını da artırır. Petrol ve doğal gaz fiyat artışlarının etkilemediği herhangi bir ürün yoktur. Kaldı ki; rekabetçi ortamlarda yurt içinde ithal girdi kullanmadan üretilen ürünlerin fiyatları da kur artışından nasibini alır. Yani üzüm üzüme baka baka kararır…

Şimdi tek haneli enflasyonun olabilirliği konusunda bir tahminde de ben bulunayım. Aşağıda görüleceği üzere 2024 yılında 36,78 TL olacağı öngörülen ortalama dolar kuru yüzde 30 artarak 2026 yılında 47,80 TL ye yükselirken; aynı dönemde enflasyon yüzde 33’den yüzde 8,5’e düşemez. Ayrıca belirteyim ki, benim tahminlerim hem kur hem de enflasyon oranları olarak daha yüksektir. Ancak konuyu daha karmaşık hale getirmemek için burada yeni bir rakamsal tahminde bulunmuyorum. Sadece açıklanan rakamların birbiriyle uyumlu olmadığını, yani aynı tabloda yan yana gelemeyeceklerini ifade ediyorum.

Yıllık programların tutturulamadığı ortamda üç yıllık hedeflerin inandırıcılığı sınırlı kalır. İleriye ait kur, enflasyon gibi göstergelerin bu şekilde vitrine konması iç ve dış yatırımcılar için bir rehber niteliğindedir ama daha ilk yılında büyük sapma göstermesi ihtimali beklenen faydayı azaltır. Zira inandırıcılık ve güven unsuru programların olmazsa olmazıdır.

Programda yer alan bazı hedefler:
                                                       2023         2024       2025     2026
TÜFE oranı                                    %65            %33       %15,2      %8,5
Dolar kuru (ortalama değer)    23,88        36,78        43,94     47,80
Büyüme                                         %4,4             %4          %4,5         %5

OVP ile ilgili gazetecilerin sorularını yanıtlayan Şimşek, bundan sonra ücret düzenlemelerinin hedef enflasyona göre yapılacağını söyledi. Şimdiye kadar hiç tutmamış olan bir hedefin ölçü alınması, bana hayli şaşırtıcı geldi.

Programda her rakamın kapsamlı ve doyurucu şekilde nasıl gerçekleşeceği; bunun yükünü hangi kesimlerin ne oranda taşıyacakları, kamunun yapacağı tasarrufların ne getireceği (rakamsal) ayrıntılı şekilde yer almalıydı.

Örneğin;

  • Programda, “Kamu harcamalarında tasarrufu sağlayacak yapısal değişiklikler hayata geçirilecektir” deniyor. Nasıl gerçekleşeceği belirtilmiyor.
  • Programda, “Kamu hizmetleri, bütçe imkanları içinde kalınarak azami tasarruf anlayışı içinde yerine getirilecektir” deniyor. Tasarrufun ölçüsü veya standardı net olarak anlaşılamıyor. Uygulanmaması durumundaki yaptırım da yer almıyor.
  • Programda, “Yeni taşıt edinimlerinde, ekonomiklik gözetilerek yerli üretim ile çevreci araçlara öncelik verilecektir” deniyor. İnandırıcı bulamıyorum. Zira bunu yapmak için OVP’nin beklenmesi gerekmiyordu. ‘Yerli üretime ve çevreci araçlara öncelik’ değerlendirmesi ise kişiden kişiye değişebilen yine temenni kıvamında kalabilecek bir istektir. Daha net belirtilmeliydi.
  • İthal girdi oranının yüksekliği milli sorundur. İç üretimi desteklemek üzere ne yapılacağının net olarak ortaya konması gerekirdi.
  • Eksi reel faiz ise kronik sorun olmayı sürdürmesine rağmen ne zaman ve nasıl çözüleceğini bilmiyoruz. Kur, enflasyon, büyüme tahminleri yapılırken; faizin durumunun net olmaması programın eksik tarafıdır, kolay anlaşılamıyor.

Sonuç olarak; dilek ve temenni yerine geçebilecek ifadeler program içinde çok sık kullanılmamalı, en fazla programda son cümle olarak yer almalıydı.

İnandırıcılık açısından, geçmiş programların gerçekleşme derecesine de bakılır ve yenisi için emsal alınır. Örneğin, önceki programda yüzde 24,9 olarak belirlenen 2023 enflasyon tahmini yüzde 65’e revize ile yanılma payını yüzde 161’e çıkarttı. Peki bu durumda 3 sene sonraki tahmine hangi gözle bakacağız?

Bırakalım 3 senelik tabloyu, 2023-2024 arasında dolar kuru yıllık yüzde 54 artarken ve büyümede istikrar öngörülürken; enflasyonun yüzde 65’den yüzde 33’e yarı yarıya düşmesini nasıl normal karşılayacağız?

Sıkılaştırma programı gerektiği gibi uygulanırsa, 2024 için öngörülen yüzde 4’lük büyüme de izaha muhtaç kalıyor.

BDDK tarafından yayımlanan bültene göre, bankacılık sektörünün kredi hacmi 1 Eylül itibariyle 75 milyar lira arttı. Üstelik ticari kredi faizlerinde önemli artış olması bankaların kredi musluklarını daha da açmasını sağlayacak. Böyle bir durumda krediler sıkılaştırıcı değil genişletici etki yapar. Yani muhtemelen önümüzdeki ilk 6 ay daha teşvik edici adımları, seçim sonrası da gerçek sıkılaşmayı göreceğimiz anlaşılıyor ama bu önemli ayrıntı da OVP içinde izlenemiyor.

Çok sözü edilen yapısal reformların bir bölümü bu programda yer almış. Ancak bu 7 başlık arasında yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, eğitimde dönüşüm gibi tedavi edici özelliği bulunan birçok hayati konu yok ki…

Dolayısıyla bizdeki esas sorun bu konularda bir türlü uygulamaya geçilememesidir. Önceki programlara göre gerçeklik derecesi artan son OVP’nin sadece yol gösterici olması değil, emredici niteliğe de kavuşturulması iyi olurdu.

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Harap-tar market!

Ercüment Tunçalp

Usta sanatçı Şener Şen’in Züğürt Ağa filminde yer alan Haraptar Market birdenbire neden aklıma düştü?

Bir kişinin bütün iyi niyetine ve gayretine rağmen, iş bilmezliğin bir aile marketini nasıl batırdığına en iyi örnektir de onun için…

Evet ülkede bir tane daha Haraptar Market yok ama Harap Marketler’e ait şubelerden bolca var. Kelime anlamı, “bakımsız kalmış, bakımsızlıktan yıkılacak duruma gelmiş” olduğu için aşağıda belirteceğim mevcut durumu daha iyi yansıtacağını düşünmekteyim. Peki bunların sonu neden filmdeki örnekte olduğu gibi acıklı bitmez?

Çünkü verimsiz şubeleri bir müddet diğer şubeler taşır. Taşınamayacak hale gelince de o verimsiz şubeler kapatılır. Zira bizim ülkemizde “lokasyon analizi” diye bir çalışmaya fazla ihtiyaç duyulmaz. Aynen filmde olduğu gibi bir kişi kararını verir, çalışanlar da satış yerini açılışa hazırlar. Oysa batıda ‘yanlış mağaza yeri seçimi’ne karar veren sorumlular belli bir hata payını aştıklarında, bunun bedelini işlerini kaybederek öderler. Zira bir şubeyi kapatmanın maliyeti çok yüksektir. Bu topraklarda 500 şube kapatan perakendeci vardır, 50-60 şube kapatmak ise sıradan uygulama sayılır. Dolayısıyla bizim patronlar kapatılan şubelerin sayısına bakarak, “bu şubelerin açılmasına karar verenler bir adım öne çıksın” demezler.

Bazı marketlerin kontrolden çıkması; raflara, soğuk dolaplara kirden el değilememesi de sıradanlaşmıştır. Müşteri olarak iştahınız kaçtığı için alışveriş yapmak istemezsiniz. Belli ki herhangi bir denetim yoktur, markete bir Bölge Satış Müdürü gelse bile heyecan yaratamamaktadır. En iyi görüntü veren marketlerde bile temizlik daha çok zemin ile sınırlıdır. Raf temizliğine son yıllarda ben hiç şahit olmadım. Bir büyük zincirde rafa yapışık bal kavanozunu işaretledim, bir hafta sonra aynı şekilde buldum. Bir markette soğuk dolaptan 15 gün boyunca zemine su kaçağının sürdüğünü izledim.

Kontrolsüzlük, normal insanı bile yoldan çıkartacak güvenlik sorunu yaratır. Küçük mağazalarda, kasadaki 1 kişi dışında satış alanı tamamen terkedilmiş örneklerle doludur. Hırsızlık için bundan daha uygun bir ortam bulunamaz.

Kontrolsüz kalan personel yazın mağaza çevresinde, kışın depoda sosyalleşme faaliyetindedirler. Yalnız kalınan zamanlarda da en iyi arkadaş cep telefonudur.

İnsan kaynakları departmanları çalışan sayısına bakarak norm kadroları oluştururlar ama çalışan başına verimlilik ölçülmediği ve denetlenmediği için her şey kağıt üzerinde kalmaktadır. Bir şubede 3 kişinin işini 1 kişi layıkıyla yaparken, başka bir şubede 1 kişilik işi 3 kişi becerememektedir.

Haraptar Market satın alma departmanı olmadığı için istediği ürünü rafa koyabilir ve bu da hoş görülebilir. Ancak kategori yönetimi ve kalite kontrol departmanı bulunan zincirlerin hiç değilse fiyatından bile gerçek olmayan balı anlamaları beklenir. Raflarda 460 gramı 80-85 lira ve altında satılan bal gerçek olamaz. Çünkü ülkemizde çiçek balının üreticide kilogram fiyatı 115 TL’den (en düşük fiyat) başlar. Az bulunan çam balının üretici kilogram fiyatı da 135 TL’den başlar. Bu fiyatlar 26 kilogramlık teneke ambalaj içindeki balların toptan kg fiyatıdır. Market rafına gelene kadar bu fiyatlara paketleme giderleri (benmari işlemi, kavanoz, kapak, koli, işçilik, nakliye), marka sahibinin ve perakendecinin kârları eklenir. Dolayısıyla markette satılan bir balın kilogram fiyatı 200 TL’nin altında olamaz. Olursa da gerçek bal sayılamaz. Peki bu fiyatları aşan balların kalite garantisi var mıdır?

Yoktur. Bunları öğrenmek için de daha önce belirttiğimiz üzere Tarım ve Orman Bakanlığı’nın tağşiş listelerini takip etmek gerekir.

Son günlerde aniden bollaşan ve fiyatı düşen Antep fıstığının kaynağı yoğun olarak ihracattan dönen ürünler olamaz mı? Mağaza içinde sadece bu tek çeşit için orta teşhiri yapanın öncelikle bunu sorgulaması gerekmez mi?

Sebze meyve tezgahı sabah saatlerinde hazırlandıktan sonra asla kendi kaderine terkedilemez. Ancak yaygın uygulama gün boyu boş bırakılan ve akşam saatlerinde de bozulan ürünlerin çöp konteynerlerine doldurulması ile sonuçlanır. Bu büyük firelerin, maliyetleri ve perakende fiyatları yükselttiği de bir başka gerçektir. Fireyi azaltmanın yolu ise çöp haline gelen sebzeyi indirimli satmak değil, çöp haline gelmesini engellemektir…

Bağdat Caddesi üzerinde yer alan bir gurme marketin soğuk dolabında sık sık son kullanım tarihi geçen onlarca günlük süte (1-2 tane değil) rastlıyorum.

Bizde sıradan hale gelen bu ihmalin cezası İngiltere’de 7,5 milyon sterlindir. Ülkemizde ise yetersiz para cezalarının caydırıcı olamadığı çok açıktır. O kadar ki aynı market tağşişli baharatı müşteri şikayetine rağmen rafta tutabilmektedir.

Binlerce şube açmak iyidir de o şubelere et ve süt ürünlerini soğuk zincir dışında normal araçla taşımak da kendi kalenize gol atmak gibidir.

Mağazalarda bazı koridorlar depo olarak kullanılıyor. Depo dediysem düzenli olduğu anlaşılmasın, sanki bilhassa müşteri geçişini engellemek üzere gelişi güzel etrafa saçılmış, palet üzerinde olmayan yığınları kastediyorum.

Sonuç olarak; mesleki bilgi ve beceriye henüz sıra gelmeden kişisel hijyen, sağlıklı beslenme ve işi sahiplenme alışkanlıklarına akıllı tüccar özelliğinin ilavesi yeterlidir. Bu konularda işletme büyüklüğünün hiç önemi yoktur. Zira yukarda saydığım ihmallerin bir tanesine bile rastlanmayan esnaf örnekleri çoktur. Sorumlu olduğu şubeler ‘harap’ durumda olan satış yöneticisinin başka bir kilit performans göstergesini incelemeye ihtiyaç yoktur. Bakmakla görmek arasındaki fark açıldıkça değil yeni bir sistem kurmak, mevcut sisteme de uyum sağlamak mümkün değildir. Avrupa ile anlayış farkımıza örnek olarak Budapeşte Aldi şubesinden aşağıda bir fotoğraf sunuyorum. Üretici ambalajı küçültüyor, perakendeci ise tüketiciyi uyarıyor; “Dikkatli olun, ürün küçülmüştür” diye. Bunu bizim ülkemizde görmek mümkün müdür? Tağşişli ürünü bile raftan kaldırmayan perakendeci, küçülen ambalajı mı duyuracak? ABD’den ithal edilen kabuklu cevizi (2023 mahsulü) etiketinde “Menşei Türkiye” olarak, Çin’den ithal edilen sarımsağı etiketinde yerli malı olarak gösteren bir anlayıştan daha fazlasını mı bekleyeceğiz?

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Gıda terörünün görünmeyen yüzü!

Ercüment Tunçalp

Para cezalarının gıda terörünü önlemede yetersiz kalacağını çok fazla seslendirdik. İfşa mekanizması tam 31 ay çalıştırılmayınca, bütün sahtekarlara bir rahatlama geldi. Sosyal medyada “Bir insan markasını hiç tehlikeye atar mı?” şeklinde makul görülebilen bir soru var. Oysa bizim ülkemizde bu kişiler markayı riske ettiklerini hiç düşünmediler ki…

Markalarının tehlikede olduğunu 2 Ekim’de ani ifşa kararı ile anladılar!

Bugün için gıda teröründen korunabilmek, sokaktaki terörden kaçabilmekten daha zordur. Sokak mafyaları, yabancı çeteler, uyuşturucu ayakçıları, kadınların muhatap olduğu riskler gözümüzün önünde gerçekleştiği için en korkutucu sorun zannediliyor. Oysa yavaş yavaş ve gizli gizli zarar veren sorunlu gıdalar en büyük tehdittir. O zaman görünmez olan tarafından; yani gıda teröründen gelecek riskleri tek tek sayarak başlayalım. Yüksek pestisit, sülfür dioksit, salmonella, aflatoksin, sildenafil, tadalafil, ağır metal, ölçüsüz natamisin kullanımı, gıdada kullanılmasına izin verilmeyen boya tehditleri ile hijyen eksikliğinin bize yükleyeceği riskleri aktarmaya öncelik vereceğim.

Başlıyoruz;

  • En büyük risk yaş sebze meyvede bilinçsiz kullanılan tarım ilaçlarından oluşan tehlikedir. Şimdiye kadar ben yurt içinde bu kusurundan dolayı sahadan toplatılan ürün pek duymadım. Ancak her gün ihracata giden ürünlerden bir iki partinin, gittiği ülkenin sınırından standart dışı kalite sebebiyle geri döndüğünü yabancı kurumlar sayesinde öğrenebiliyoruz. Burada hem ilaç uygulama miktarı ve zamanlama yanlışları hem de Irak ve Suriye’den kaçak yollardan gelen ucuz tarım ilaçlarının kullanılması en büyük riski yaratıyor. Facianın boyutunu öğrenmek isteyenler, yazının sonundaki ‘notlar’ bölümünde en fazla kalite sorunu yaşanan ürünleri ve iade edildikleri ülkeleri mutlaka görmeliler. Eğer neler yediğimizin bir kısmını merak edenler veya ülkemizdeki kanser vakalarının neden patladığı hakkında fikri olmayanlar varsa şöyle bir göz atmaları yeterlidir. Güncel olarak takip etmek isteyenler ise; Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Kurumu RASFF, inside eat ve gıda dedektifi hesaplarından izleyebilirler.
  • Şimdiye kadar ihracattan dönen bu binlerce ton ürünün yurt içinde tüketilmediğini garanti eden bir söz duymadım. Afiyetle yediğimiz en güçlü ihtimaldir. Bunun için öncelikle bu vatan millet düşmanlarının ifşa edilmesi gerekir.
  • Birinci tehlike, yukardaki duyuruların bütün dünya ülkeleri tarafından takip edilmesi sonucunda, yakında bizim zehire batırılmış meyve sebzemizi kabul edecek ülke bulunamayacak olmasıdır. İkinci tehlike ise bilgilenme imkanını kaybedecek olmamızdır.
  • Yukardaki durum; kuru meyvelerde, kuru yemişte, baharatta ve bakliyatta da benzer sonuçlar ortaya çıkartmaktadır. Üzücü olan ise; sınırlarımızdan çıkmadan önce bu kalite sorunlarının tespit edilemiyor olmasıdır.
  • Ülkemizde sahte zeytinyağı ve sahte baldan daha bol bir şey yoktur. Şu anda hileli ürün olarak ilan edildiği halde bazı ulusal zincirlerin raflarında satışı devam eden birçok ürün bulunmaktadır. Sorumsuz e ticaret siteleri de bu tip ürünleri hiç araştırma gereği duymadan tüketicinin önüne koyabiliyorlar. Çin’den bol miktarda zeytinyağı aroması geliyor. Bunları kimlerin kullandığına gelince; bu sahtekarların hiç birisi ambalaj üzerindeki adreste bulunamıyor. Yani cesaretin pik yapması sayesinde sadece ürün değil, adreste sahte olabiliyor.
  • Ülkemizde etiketsiz et ve süt ürünlerini rahatça satma imkanı vardır. Bazı pazarlarda ve “yöresel lezzetler” adı altındaki organizasyonlarda bu ürünler soğuk muhafaza olmadan, toz içinde ve sinek eşliğinde açıkta satılabilmektedir.
  • Hangi lokantada yemek yenilebileceğinin, hangisinde yenemeyeceğinin anlaşılması hayli zorlaşmıştır. Zira at ve eşek eti kullanımı sıradanlaşmıştır.

Sonuç olarak; sahte ürünü ifşa etmek yetmez, e ticaret başta olmak üzere bütün perakende satış noktalarından toplatılması gerekir. Zira listelerde yer alan birçok tağşişli ürün raflarda yer almayı sürdürmektedir. Zira ilgili Bakanlık denetimlerinden çekinmedikleri gibi tüketici sağlığını düşünenler de azalmıştır.

Gerek bu tarz perakende noktaları, gerekse yeme içme mekanları arasında kapatma kararı yaygınlaştırılmalıdır. Eğer amaç caydırmak ise…

Tağşişi defalarca tekrarlayan hilekarlar meslekten men edilmelidirler.

Son kullanım tarihi geçmiş ürünü satanın, indirim uygulayarak satanın veya ambalajdaki tarihi tahrif ederek satanın cezası katlamalı olmalıdır.

Pahalı satılan organik üründe bile hileye tenezzül eden sahtekarlar vardır. Bu tarz üreticiler ile birlikte mutlaka sertifika kuruluşları da cezalandırılmalıdır.

Sadece ilgili Bakanlığı hedef alan ve sahtekarları koruyan, dezenformasyon yaratan fırsatçılar türemiştir. Bunu da gözden kaçırmamak gerekir.

Sektör içinde, fiyatları tırmandırma görevi yanında, domuz eti sahtekarlığının ticari olmadığını da savunabilen çevreler vardır. Bu kişilerin bizim bildiğimiz sıfır maliyetli ‘yaban domuzu’ gerçeğini bilmemeleri mümkün değildir. Bu şekilde zaten yetersiz olan mücadeleyi sulandırmak da gıda terörüne hizmettir.

Gıda Katkı Maddeleri Yönetmeliği’ne uygun kabul edilen ürünler içinde bile korunmamız gereken maddeler vardır. Tüketici olarak sağlıklı kalmak için çok dikkatli olmak zorundayız. Ambalaj üzerindeki içerikler ne kadar küçülse de, büyüteç yardımı ile de olsa aydınlanma ihtiyacı hayati derecede önemlidir.

Ülkemizde paketli gıdalarda kullanımı yaygın olan palm yağı konusunda; Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA), kanserojen etkisini ortaya koyarak, bu yağı içeren ürünlerden kaçınılması gerektiğini bildirmektedir.

Yine paketli gıdalarda bulunabilen glikoz şurubu gıda sektöründe şeker yerine kullanılmaktadır. Mısır, patates veya buğday nişastasından elde edilir. Yaygın kullanımın amacı, düşük maliyet- yüksek kâr sağlamasındandır. Tüketiciye sağladığı da; organizma üzerindeki olumsuz etkisidir ve bu da bir bilimsel gerçekliktir (Los Angeles Üniversitesi). Bunu anlatmamın sebebi, gıda terörü dışında da sağlık riskini sıfırlayamadığımızı göstermek içindir. O zaman da bu tarz ürünlarin sınırlı tüketimi belki de bir tedbir sayılabilir.

 

NOTLAR:

Son altı ayda not ettiğim; sağlık riski yarattığı için gönderildiği ülkelerden iade edilen, üreticisini bilmediğimiz gıda çeşitlerini aşağıda sunuyorum. Her ürün çeşidinin yanında ve parantez içinde ihraç ve iade edildiği ülke adı yer almaktadır. Sakın yanlış anlaşılmasın; bu kalabalık liste sadece örnektir. Her yapılan ticaretin dörtle beşle çarpılması gerçeğe yaklaştırır.

Eğer sağlığını düşündüğü için fiyat farkı da ödeyerek organik beslenenler varsa sertifikalı organik ürünler içinden bile problem yaratan örnekleri de görme imkanları olacaktır. Aşağıda görüleceği üzere ülkemizden giden sorunlu ürünleri geri göndermek zorunda kalan sadece AB ülkesi sayısı 18’dir. Diğer kıta ülkeleri ile birlikte sayının 30’u geçmesi muhtemeldir. Eminim bu ülkeler bu kadar fazla ürünün, bizim sınırlardan hiçbir denetime takılmadan çıkabilmesine çok şaşırıyorlardır. Bize göre ihracata gidenlerin daha titiz seçilmiş ürünler olduğunu düşünürsek, yurt içinde bizim payımıza düşenlerin sağlığımızı hangi ölçüde tehdit ettiğini tahmin etmek zor olmasa gerektir…

 

Bazı ürünler ve iade edildiği ülkeler:

Nar (Letonya), leblebi (İtalya), kuru kayısı (Yunanistan), çeri domates (Romanya), Antep fıstığı (İtalya), domates (Hırvatistan), organik taze incir (Fransa), salatalık (Avusturya), nar (Bulgaristan), çörek otu (Almanya), çiğ fındık (Hollanda), taze biberler (Bulgaristan), kuru kekik (Almanya), yeşil mercimek (Slovenya), kuru incir (Hollanda), bitkisel yağ (Almanya), kuru kayısı (Almanya), armut (Hırvatistan), helva (Almanya), asma yaprağı (Almanya), dolmalık biber (Bulgaristan), Antep fıstığı (İsviçre), köy leblebisi (İsveç), köri tozu (Almanya), kuru incir (Fransa), sivri biber (Bulgaristan), kuru dut (İtalya), Antep fıstığı (Almanya), kuru kayısı (Hollanda), limon (Bulgaristan), kabuklu susam (Yunanistan), taze kayısı (Hırvatistan), köpek maması (Finlandiya), kuru incir (Fransa), kuru incir (Bulgaristan), domates (Avusturya), çarliston biber (Belçika), armut (Danimarka), yeşil erik (Almanya), susam (Yunanistan), kuru üzüm (Hollanda), kuru incir (Fransa), greyfurt (Bulgaristan), poşet çay (İtalya), tahin (Almanya), susam (İspanya), nar (Almanya), defne yaprağı (Letonya), kaynak suyu (Avusturya), fındık kreması (Belçika), asma yaprağı (Bulgaristan), kapari turşusu (İtalya), organik kuru üzüm (Almanya), portakal (Bulgaristan), mandalina (Bulgaristan), ayçiçek yağı (Danimarka), pizza kutuları (Fransa), kırmızı biber (Hollanda)…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Nobel getiren özverili çalışma

Ercüment Tunçalp

Bir Türk vatandaşının Nobel Ödülü almasını milletçe kutluyoruz ama bunu bir seri sportif başarının sonucu gibi algılamazsak iyi olur. Ekonomisi sorunlu bir ülkenin iktisatçısı bu ödülü almışsa; hangi çalışmalarla hedefe ulaştığına iyi bakmak gerekir. Öyle ya eğer Acemoğlu bu günkü ekonomi yönetimi ile aynı fikirleri paylaşsaydı, uygulamada başarısız olmuş bir sisteme ait önerilere bu ödül verilebilir miydi?

Elbette hayır…

Peki Daron Acemoğlu hangi çalışması ile bu ödülü kazanmış oldu?

Her ne kadar Nobel getiren çalışmanın etiketi, “Kurumların nasıl oluştuğu ve refah üzerindeki etkileri” olsa da aynı ekibin (bir kişi eksiği ile) 11 yıl önce kaleme aldığı “Ulusların Düşüşü” isimli kitapta da bu konu işlenmişti.

Dolayısıyla daha öncesi de olduğundan, uzun bir maratonun sonunda gelen bu ödülün, emek ve özveri dolu bir çalışma süreci geçirdiğini söyleyebiliriz.

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, 2024 Nobel Ekonomi Ödülü açıklamasında; “Ödül sahipleri bir ülkenin refahı için toplumsal kurumların önemini ortaya koydular. Hukukun üstünlüğünün zayıf olduğu ve halkı sömüren kurumların bulunduğu toplumlarda büyüme ya da daha iyiye doğru değişim gerçekleşemez. Ödül sahiplerinin araştırmaları bunun nedenini anlamamıza yardımcı oluyor” deniyor.

Daron Acemoğlu’nun bu ödülü eninde sonunda alacağını biliyorduk. “Ulusların Düşüşü” kitabını yıllar önce (Türkçe ilk baskı 2017) satır satır okumuş, notlar almıştık. Zira ülkemiz adına ders çıkartılacak birçok küresel örnek vardı kitapta. Peki esas okuması gerekenler (direksiyonda olanlar) buradan dersler çıkartmış veya az da olsa iyileşme sağlamışlar mıdır?

Hayır!

İşte bunun için bizler Daron Acemoğlu’nu alkışlarken, dışardan ülkemize bakanlar da bizi alkışlıyor (!) olabilirler. Bu bakımdan neyi alkışladığımızı iyi bilelim. Kitapta ülkeler gruplara ayrılarak hangilerinin neden fakir kaldıkları, hangilerinin de neden zenginleştikleri anlatılıyor. Bizim hangi tarafta yer aldığımızı anlamak da okuyucuya kalıyor.

Kitaptan kısa bir alıntı (s. 357) ile devam ediyoruz…

“Bugün uluslar neden başarısız oluyorlar?” sorusunun cevabı; “Çünkü böyle ulusların sömürücü kurumları insanların tasarruf, yatırım ve yenilik için ihtiyaç duydukları teşvikleri sağlamıyorlar. Sömürücü siyasal kurumlar sömürüden çıkar sağlayanların gücünü pekiştirerek bu ekonomik kurumlara destek sağlıyorlar.” Bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

Şimdi de Acemoğlu’nun kendi ülkesine dair düşüncelerine bakalım:

  • “Türkiye ekonomisinin şu anki durumuyla sonuç getiren politikalar geliştirmek için kadroya gerek var. Bu kadro şu anda yok.”
  • “Türkiye’nin problemleri çok daha yapısal, bir tek enflasyonu azaltarak çözülecek şeyler değil. Bu yapısal problemlere (yolsuzluk, verimsizlik, teknolojiye yeterince yatırım yapılamaması, eğitim durumu, kurumların kötüleşmesi) çözüm getirmediğimiz sürece aslında ekonominin potansiyelinin çok altında kalacağız.”
  • Türk demokrasisi de şu anda iyi bir durumda değil. Eğer uluslararası araştırma gruplarının sheet score’larına bakarsanız hepsi Türkiye’deki demokrasinin özellikle son on sene içinde geriye gittiğini, zayıfladığını gösteriyorlar.”
  • Yargı kurumlarında bağımsızlık yok, parlamento çok zayıfladı, Cumhurbaşkanlığı sistemi merkezileşme getirdi.” (Kaynak; euronews)
  • Bu kadar insanın göçü çöküşe yol açar. Türkiye bunun eşiğinde.”
  • “Önemli olan reel faiz. Eksi reel faiz hangi yatırımcıya güven versin?” (Kaynak: T24)

Farklı zaman ve mekanda söyledikleriyle de devam edelim;

Medyayı ele geçirip, yanlış bilgilerle demokrasiye karşı cephe açan yönetim tarzı devre dışı kalmalıdır. Büyüme olsa bile halka refah getiremiyorsa kıymeti yoktur. Üretkenlik sorunu (elindeki kaynakları üretken kullanamamak) halledilmelidir. Geleceği doğru düşünüp, hazırlıklar buna göre planlanmalıdır. Çalışanın yanında durmayan demokrasi ölür. Okullarda evrensel değişimi yakalayan eğitim verilmelidir.”

Bu topraklarda doğmuş olan Daron Acemoğlu, ülkesini seven ve o ülkenin her zaman gelişmesi önündeki engelleri bıkmadan usanmadan söyleyen başarılı bir iktisatçımızdır. Dünyanın yararlandığı bu kişiden, kendi ülkesine olan ilgisini mesleki görüşü dışında siyasi açıdan değerlendirmek zorlama olur. Bir an önce faydalanmak ve hangi görüşleriyle ödüle layık bulunduğunu bilmek yönetim kademelerinde bulunanlar için hayati öneme sahiptir.

Yapılan çalışmalar, her topluma göre eksikliği duyulan yapısal reformların önceliğine işaret etmektedir. Buna bir türlü yanaşmayan yönetimlerin diğer icraatlarına sıra gelmeyeceği de çıkarılması gereken en önemli sonuçtur. Ve de en kısa özet; ‘sağlam kurumlar inşa edemeyen ülkelerde refah artmaz’ veya ‘pasta büyürken iyi paylaşılamıyorsa kalkınma da olmaz, refah da gelmez’ şeklinde okunmalıdır.

Sonuç olarak; Nobel’i paylaştığı Simon Johnson ve James A. Robinson beraberliği de gösteriyor ki, çalışmalar küresel genişliktedir. Yani uzun araştırmalar sonunda gelen ödülün hangi önerilere verildiği gelişmekte olan bütün ülkeleri ilgilendiriyor. Bizim için hedef ise şimdilik tren kaçtığına göre bunu okuyup sindirecek seviyede öğrenciler yetiştirmek olmalıdır.

Kadın öğretmenin giyim kuşamını eğitim programına almak yerine, çağdaş ve kaliteli eğitim planlayarak ilk aşamada beyin göçüne engel olmak gerekir.

Yoksa o göç daha çok batı ülkelerine yönelir, kişisel gelişim orada sağlanır, meyvesini başkaları yer; kazanılan ödüllere sevinmek de bize düşer…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER