Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Reel faizin çok uzağındayız!

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

MB politika faizini yüzde 42,5’e yükseltince, bazı piyasa yönlendiricileri “Faizde zirveye yaklaştık” açıklamaları yapmaya başladılar. Hatta Ocak ayında da 250 baz puanlık artışla faiz artış döngüsünün tamamlanacağı ve yüzde 45’in son durak olacağı tahmininde bulundular.

Elbette bu şaşırtan yorumu ortaya atanların gerekçelerine baktım…

2024 yıl sonu enflasyon beklentileri yüzde 40 civarında yoğunlaştığı için sınırlı da olsa reel pozitif alana geçilmiş oluyor”muş…

Reel faiz hesabında; özellikle bizim ülkemizde 1 seneden uzağa bakılmaz, zira o resim net olarak görülemez. Nedeni de bugüne kadar yapılan tahminlerin nasıl boşa çıktığını defalarca yaşayarak görmüş olmamızdır. Dolayısıyla paramızı 3 ay vadeli hesapta tutuyorsak 3 ay sonraki, 6 ay vadelide tutuyorsak 6 ay sonraki beklenen enflasyonu dikkate almak zorundayız.

2024 yılı için biliyoruz ki; yıl ortasında yıllık enflasyon yüzde 75 civarında tepe noktaya ulaşacak. Bu durumda da yıl sonundaki enflasyonun yüzde 40 veya daha düşük çıkma ihtimali matematiğe uymayacaktır.

Şu anda faiz yüzde 42,5 ve resmi enflasyon yüzde 62 olduğuna göre eksi reel faiz bütün haşmetiyle devam etmektedir. Kaldı ki reel faiz hesabı beklenen enflasyona göre yapılacağından, ben de yukardaki güncel durum yerine daha kötümser olan gelecekteki durum üzerine yapılacak hesabı tercih ettim.

2024 yılında enflasyondaki yükselişin en az 6 ay süreceği, sonraki dönemin ise baz etkisi dışında nasıl bir tablo sunacağı bugünden kestirilemiyor. Zira faiz artışı dışında yapılması gerekenlerin ne kadar sahaya yansıyacağı (örneğin yapısal sorunlar) bugünden bilinemiyor.

Üstelik geçen hafta “Yüksek enflasyonun büyüme adına tercih edildiği”ni bizzat yetkili bir ağızdan aktarmıştım. Şimdi bu politika değişikliklerinin de ne zaman ve nasıl devreye gireceğini bugünden kestirmek mümkün olamıyor.

Eksi reel faizin sonuçları bilinmeyen şeyler değildir. Parasının eridiğini gören insanlar doğal olarak TL’den kaçarlar…

Nereye?

  • Altına, dövize, arabaya, gayrimenkule…
  • Hiç birikimi olmayanlar bile ellerindeki parayı markette fiyatı artan ve nispeten uzun ömürlü olan ürünlere harcarlar. Örneğin resmi enflasyonun çok üstünde fiyat artışları olan şeker, un, pirinç, bulgur, ayçiçeği yağı, zeytinyağı gibi ürünleri stoklarlar.
  • Talep arttıkça fiyatlar ve tüketici enflasyonu artar.
  • Kur arttıkça da maliyet enflasyonu artar.
  • Haliyle dezenflasyonun da bu aşamada gerçekleşmesi o kadar kolay olmaz.

Sonuç olarak; son 5-6 aydır doğru politikalar uygulansa da biriken sorunları çözmeye yetmedi. Bunun için henüz gidilecek uzun bir yol olduğunu ve enflasyonla mücadelenin de daha yeni başlayacağını ümit ediyorum.

Peki piyasada ‘sona gelindiği’ gibi bir inanış nasıl oluşuyor?

Elbette bunda kurumların açıklamaları etkili oluyor.

MB son faiz kararı metninde; “Kurul, dezenflasyon tesisi için gerekli parasal sıkılık düzeyine önemli ölçüde yaklaşıldığını değerlendirerek, parasal sıkılaştırma adımlarını en kısa zamanda tamamlamayı öngörmektedir” açıklamasında bulunuyor.

İşte tam anlaşılamayan bölüm burasıdır…

Zira şu anda dünyada eksi reel faizde rekor kıran 2 ülke bulunuyor; Arjantin ve Türkiye…

Eğer MB faiz artış sayısını yeterli buluyorsa (8 defa art arda) bunun doğru bir yaklaşım olduğuna katılamıyorum. Öncelikle; enflasyonla faiz arasındaki makas için ne söylendiğini ve dezenflasyon tesisine de nasıl katkı verdiğini   duymak isterdim. Öğrenirsek yeni bir değerlendirme daha yapılabilir.

Yoksa iktisat biliminde matematik ve istatistiği dışarda tutarak, dilek ve temenni kıvamında değerlendirmelere yer yoktur.

İşte bir başka kamu kurumundan ne kadar haklı olduğumuzu gösteren taze bir açıklama daha:

TÜİK tarafından; Kasım ayı itibariyle finansal yatırım araçlarından son bir yıl içinde en fazla getiriyi altının (%10,19), en fazla reel kaybı da mevduatın (- % 29,19) yarattığı açıklandı.

TL adına sona gelinemediğine dair bundan daha güçlü kanıt olabilir mi?

TL’nin değer kaybı engellenemeden dezenflasyon (düşen enflasyon süreci) tesis edilebilir mi?

Kaldı ki sorunlar sadece yukarda anlattıklarımızla da sınırlı değildir…

Cari açık finansmanı sorunu var ve ilacı olan doğrudan yabancı sermaye yatırımı da yeteri kadar gelmiyor. Bütçe açığı kamu borçlanmasını gerektiriyor, maliyeti yüksek oluyor. Bankalara gelmeyen mevduat kredi kanalını tıkıyor.

Bu sorunlar sürerken faiz artırımına son vermek, tedavi bitmeden ilacı kesmek gibidir. Bir de küresel enflasyona bakarak alınan tedbirleri kıyaslamak var ki; en hatalı tarafı da budur. Yüzde 10-11’i geçmeyen enflasyonla mücadelede sadece eksi reel faizden kurtularak sonuca ulaşmak mümkünken; yüzde 80’e yaklaşan enflasyonda reel faize ulaştıktan sonra bile yapılacakların uzun bir listesi vardır. Esas işi zorlaştıran da budur!

Elbette yüksek faiz gideri bireyler ve şirketler için önemli bir yüktür ama aynı zamanda da yüksek enflasyonun getirdiği bir mecburiyettir. Maalesef sebebini yok edene kadar neticesine katlanmaktan başka da çare yoktur.

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Ham bal en doğalıdır!

Ercüment Tunçalp

Tüketicinin bal konusundaki kafa karışıklığı çok normaldir. Zira yanlış bilginin düzeltilmesi ve müşterinin aydınlatılması değil ticari fayda sağlanması öncelenmektedir. Dolayısıyla birçok gıda kategorisinde; küresel markalar bile ülkemizde rahatlıkla batı ülkelerinden farklı içerik kullanabilmektedirler.

Bugünkü konumuza geçecek olursak; Avrupa’da ayrı bir ham bal müşterisinin varlığından bahsetmek mümkünken, bizde görünüşü itibariyle daha çarpıcı olan cam gibi berrak işlenmiş bal tercih edilmektedir.

Oysa bilinmelidir ki; doğal olan ham baldır.

Bu bal, kovandan elde edildikten kısa bir süre sonra katılaşabilir, yani halk dilindeki şekliyle donar. Güya ilk olumsuzluk da(!) burada ortaya çıkar. Zira tüketici nezdinde bu durumun “şekerlenme” şeklinde değerlendirilmesi ve bala şeker ilave edildiğine inanılması yanlış algının kaynağıdır.

Oysa bu balın doğal halidir ve katılaşmış şekilde de tüketilebilir. Şimdi bundan sonrasına da bakalım. Tüketiciyi aydınlatmak için uğraşmak yerine, balı onun beğeneceği forma sokmak çok daha kestirme bir yoldur. Dolayısıyla ürün benmari ve filtrasyon işleminden geçirildikten sonra market raflarında gördüğümüz şekliyle albenisi olan berrak bir yapıya kavuşur. Ballara uygulanması çok gerekli olmayan bu durum tamamen tüketici tercihidir. Oysa Avrupa’da ham bala olan talep sürekli artmaktadır. Zira bilinçli tüketici, ısıl işlem ve filtrasyon esnasında az veya çok besin değerinde kayıplar yaşanacağını bilir. Pastorizasyon, balın içinde bulunan enzimleri ve vitaminleri; filtrasyon ise polenleri azaltabilir. Ham balı doğal yapan işlemden geçmemiş olmasıdır.

Bu bakımdan tüketici için bir ham bal vardır, bir de işlem görmüş bal vardır. İşlem görenler de; standartlara uygun olan bal ve gerçek olmayan bal (çeşitli karışım veya arının yapmadığı bal) şeklinde ikiye ayrılır. Elbette hiçbir üretici “yoğurdum ekşi” demeyeceği için bu ayrımı yapmak tüketiciye düşmektedir. Bakarak anlamak mümkün olmadığı için de ya etiketinde ‘ham bal’ yazılı ürünü ya da kötü şöhreti olmayan (tağşiş listelerinde yer almayan) güvenilir markaları tercih etmek en uygunu olacaktır.

Uzmanların da tavsiyesi; “balın şifasından yararlanmak için ham haliyle tüketilmelidir” şeklindedir. (Taylan Samancı – Ziraat Yüksek Mühendisi).

Ham balın önemli bir üretim süreci yoktur. Kovan peteklerinden süzülen bal, balmumu ve ölü arı gibi yabancı maddelerden ayrılması için bir ağ veya bez üzerine dökülerek süzüldükten sonra kavanozlanır. Bu kadar!

Pastorizasyon ve filtrasyon gibi adımları içermez. Basitçe söylemek gerekirse; ham, çiğ, doğal, saf, işlenmemiş, ısıtılmamış, filtrelenmemiş ve en gerçek bal ifadelerinin tümü balın bu şeklini tanıtmak için yeterlidir. Bu balı satışa hazırlamak için mutlaka fabrikaya ihtiyaç yoktur. Doğrudan petek balından elde edildiği için içeriğinde polen taneleri, balmumu ve propolis bulunma olasılığı yüksektir. Bu da onu bulanık ve sevimsiz görünüme sahip kılabilir. Olsun, bunlar ürünün önemli özelliği ve doğal görünümüdür.

Güvenli ticari ballar ise saf balın (ham bal) rafine edilmiş halidir. Bunun dışında raflarda maalesef sahte ballara, hatta arı ile hiç tanışmamış ballara da her an rastlamak mümkündür.

Ham bal, bir bal çeşidi değildir. Doğal yapısı bozulmadığı için balın tam da kendisidir. Her çeşit balın ham olanı mevcuttur. Örneğin ham çiçek balı, ham çam balı, ham kestane balı gibi…

Yani tamamının ortak özelliği kovandan çıktığı şekilde doğal yapısını koruyor olmasıdır. Bizde 1-2 marka dışında ham bal satışı pek yoktur.

Dünyada ise “Raw Honey” ham balın ismidir. Ve batı ülkelerindeki market raflarında bu bal donuk görünümünü muhafaza eder, bilinçli tüketici için de bu durum sorun olmaz, tam tersine tercih nedeni olur.

Türk Gıda Kodeksi Bal Tebliği’nde ham bal tarifi; “45 dereceden yüksek ısıl işlem görmemiş ve 0.3 mm den daha büyük filtreler ile filtre edilmiş ballar ‘ham bal’ olarak tanımlanabilir” şeklindedir. Sınırlarımız dışına çıkıldığında ise bu bakışın değiştiğini izliyoruz. Zira küresel anlayış, hiçbir şekilde filtre edilmemiş ve hiçbir derecede ısıtılmamış balları ham bal sayıyor. Nitekim Avrupa’da çoğu ham bal ambalajı üzerinde “filtre edilmemiş ve ısıtılmamış” ibareleri yer alıyor. Dolayısıyla Gıda Kodeksi’nde ham balın neden yukardaki şekilde ifade edildiğini anlayabilmiş değilim. Öğrenmeyi çok isterim.

İşte bal gurmesi Ahmet Bağran Aksoy’un tanımı: “Ham bal, arı kovanından sofralara doğrudan gelen ısıtma gibi endüstriyel hiçbir işlemden geçmeyen, tabiatta bulunabilecek en doğal baldır.” Aynı fikirdeyim…

Almanya, AB’nin en büyük bal ithalatçısıdır, aynı zamanda AB içinde de en büyük bal üreticisidir. Bitmedi, başta bal olmak üzere organik gıda ürünleri için de Avrupa’nın en büyük pazarıdır.

Sağlık bilincine sahip Alman tüketici, sağlık yararları olduğu bilinen yiyecekleri özellikle takip eder. İşte tam da bu arayışın sonucu onlar için ‘tıbbi bal’ı önemli hale getirmiştir. Bu konuda en başarılı örnek, Yeni Zelanda’dan gelen manuka balıdır. Manuka bitkisinin çiçeklerini tozlaştıran arılar tarafından üretilen bir çiğ (ham) baldır.

Sonuç olarak; Avrupa’nın en büyük organik pazarına belki sahte balı göndermek mümkündür ama bunu tüketicisine yedirmek o kadar kolay değildir.


Not: Geçtiğimiz haftalarda Yunanistan- Türkiye fiyat kıyaslaması yapmıştım.

“Biz tarım ülkesiyiz, daha geniş meyve sebze kıyaslaması yapın” talebi geldi.

Aşağıdaki listede görüleceği üzere bu isteği de yerine getirdim. Fark daha da açıldı. Euro bazında yüzde 54 daha pahalı çıktık. Üstelik komşuda bazı ürünlerin organik olmasını da hesaba katmadım. Yani oradakinin organik olması yanında bizdeki normal üründen ucuz olması da fiyat farkını artıracaktır.

Don olayının nasıl fırsata çevrildiğini de daha önce açıklamıştım.

Fiyatlar 2 Temmuz 2025 tarihine aittir. Euro kuru da 47.- TL olarak aynı gün için dikkate alınmıştır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ekonomik büyüme mi, kalkınma mı?

Ercüment Tunçalp

Başlıktaki sorunun cevabı, ‘her ikisi de’ olmalıdır. Zira yeterli büyüme olmadan kalkınma olmaz, kalkınma olmadan ise büyüme gerçekleşebilir ama o da vatandaşa ilaç olmaz.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye ekonomisi 2025’in ilk çeyreğinde yıllık bazda yüzde 2 büyüme kaydetmiş.

Kalkınma olmadan büyüme, toplumun çoğunluğu tarafından hissedilemiyorsa sadece bir veri olarak kenarda durur. Zira gelir dağılımında adaletsizlik sürdükçe, ülkede çalışmaya hazır nüfusun üçte biri işsiz ise (geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 32,2) rakamsal artış kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Yani halkı ilgilendiren kalkınma tarafıdır. Bu da sadece üretimin artması ile değil gelir adaletinin sağlanması, kurumsal yapının güçlenmesi, eğitim ve sağlık sistemlerinin genişlemesi ve de refahın yaygınlaşması ile ölçülür. Kısaca kalkınma ekonomik büyümeden çok daha fazlasını ifade eder.

Kaldı ki büyüme tarafında da sorunlarımız var…

Üretici tarafına baktığımızda; tarımda yüzde 2, sanayide ise yüzde 1,8 küçülme gerçekleştiğini görüyoruz.

Peki büyümeyi yukarı çeken nedir?

Büyümenin lokomotifi deprem konutları ve kentsel dönüşüm etkisiyle gelen inşaat sektöründeki yüzde 7,3’lük, bilgi ve iletişim faaliyetlerindeki yüzde 6,1’lik büyümedir.

Bu güne kadar hep ‘tüketime dayalı büyüme’ diyorduk, şimdi o da sadece dayanıksız tüketim harcamasından gelen yüzde 2,05’lik büyüme ile sınırlı kaldı. Dayanıklı tüketim malları harcamasındaki dramatik küçülme oranı ise yüzde 6,52 dir.

2025 ilk çeyrekte GSYH, geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 2 büyüse de, bu oranın ülke büyüme potansiyelinin çok altında kaldığını söylemeye bile gerek yoktur. Yüzde 4’ün altındaki her oran kalkınmadan biraz daha uzaklaşıldığını ifade eder.

Ekonomik büyümenin nasıl kullanıldığı da önemlidir.

Birleşmiş Milletler Üniversitesi Dünya Kalkınma Ekonomisi Araştırma Enstitüsü tarafından yürütülen bir çalışmada, “Yoksulluğu azaltma ve kamu mallarına erişimi artırma konusunda başarı gösteren ülkelerin çoğu, bu ilerlemeyi güçlü ekonomik büyümeye dayandırdı” deniyor.

Enstitü, ancak faydaların yalnızca seçkin bir gruba akması durumunda büyümenin sürdürülemeyeceğini de belirtiyor.

Dolayısıyla Türkiye örneğinde olduğu gibi sıcak para girişleri ile finanse edilen tüketim iştahı, sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin garantisi olamadı.

OECD raporunda, Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 2,9 ve gelecek yıl yüzde 3,1 büyüyeceği tahmin ediliyor. Rapora göre, daha sıkı finansal koşullar ve mali konsolidasyon hane halkı tüketimini sınırlandırırken, bu yıl zayıf dış ticaret nedeniyle özel sektör yatırımları ve ihracattaki büyümenin yavaşlaması ancak 2026’da kademeli şekilde toparlanmayı işaret ediyor.

İşte ekonomimize dışardan bakan iki ayrı gözün tespitleri bunlar…

Sonuç olarak; bizde büyüme adına daha çok tüketim ve daha az tasarruf tercihi sürdükçe, ‘üretimde verimlik’ ihmale uğradıkça, ne enflasyonla mücadele kazanılır ne de refah gelebilir. Büyümede üretime ağırlık vermek (tarım ve sanayi başta olmak üzere) bize bir türlü uymuyor.

Oysa üretimde gerileme en kötüsüdür. Zira geniş halk kitlesinin yoksullaşmasına sebep olur. Sağlıksız büyüme dediğimiz de budur.

Forbes’un küresel dolar milyarderleri listesindeki 35 Türk’ün toplam serveti 79,5 milyar dolar çıkmış. Bunun “bir rekor” olduğu, Forbes Türkiye’nin yayımlanmaya başladığı 2005’ten bu yana milyarderlerin toplam servetlerinin hiç bu kadar yüksek olmadığı da açıklanmıştır. Bu rekorun, ekonomik sıkıntıların arttığı bir durgunluk dönemine tesadüf etmesi de dikkat çekicidir.

TÜİK verilerine göre Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesim, toplam gelirin yaklaşık yüzde 48’1’ini alırken, en yoksul yüzde 20’lik kesim sadece yüzde 6,3’ünü alabilmektedir. Bu zengin ile yoksulun arasındaki makasın oldukça açık olduğunu gösteriyor.

Dolayısıyla Türkiye gini katsayısına göre de Avrupa’da gelir dağılımı eşitsizliğinde ilk sıradadır. Dünyadaki 130 ülke içinde ise 28. sıradadır. (Bianet)

Kaldı ki, önümüze gelen her veriyi birbiriyle de kıyaslamak zorundayız. 2024 yılı fert başına gelirimizin 15.463 dolara yükseldiğini görüyoruz. Ancak bu durumda 4 kişilik bir ailenin 62 bin dolara varan yıllık gelirinin karşılığı 2.5 milyon lira ve bu da aylık 208 bin lira demektir. Böyle bir gelir nüfusun çoğunluğunu acı acı gülümsetir. Çünkü ayda 208 bin lirayı yan yana hiç görmeyen büyük bir kitle vardır. Elbette açıklanan fert başı gelir ortalama bir değerdir ve ülkede bir yıl içinde yaratılan toplam katma değerin (GSYH’nin) nüfusa bölünmesi ile bulunur. Ancak yukarda da belirttiğimiz gibi pramitin üst kısmında birikme yapmaktadır. İşte esas sorun da zaten buradadır…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Son kullanım tarihi üzerine…

Ercüment Tunçalp

Son kullanım tarihi (SKT) uygulaması, tüketici sağlığı için ne kadar büyük öneme sahipse, bu konudaki boşvermişlik daha da fazla ilgiyi hak ediyor.

Bu yazıda gördüklerimize ve ortaya dökülmüş olan bilgilere dayanarak; yaşam süresini doldurmuş ürünlerin imhası yerine bir şekilde ön veya arka kapıdan nasıl paraya çevrildiğini inceleyeceğiz. Her şey o kadar gözler önünde cesaretle sergileniyor ki; bırakınız iş disiplinini, bu gözü karalar korkuyu da bir kenara bırakmış bulunuyorlar.

Çünkü;

  • Ön kapıdan tüketiciye yapılan satışta; eğer üründe küf veya görüntüyü bozacak başka bir olumsuzluk görünmüyorsa, SKT dolsa bile çare bulunuyor. Birinci uygulama tarih etiketini değiştirmek veya eski etiket üzerine yenisini monte etmek şeklinde gelişiyor. Ürün kategorisine ve ambalajın cinsine göre bu işlem ya üretim yerinde ya da mağaza dahilinde yapılabiliyor.
  • Son yıllarda cesareti artanlar ve yaratıcılıkta sınır tanımayanlar market içinde SKT’si geçmiş ürüne bile özel teşhir yapabiliyorlar. Örneğin yaşlı, dalgın veya hızlı alışveriş alışkanlığı olan müşteriler için tarih arkada kalacak şekilde günlük sütlerin itina ile dizilmesine şahit oluyoruz. Hem de defalarca belirttiğim Bağdat Caddesi üzerindeki bir şubede gerçekleşiyor bunlar. Merkezi bir yerde bu kadar rahat yapılabiliyorsa, Anadolu’nun gözlerden uzak bir köşesinde neler yapılabileceğini de aylardır yazıyorum. Nitekim o haber aynı ulusal market zincirinin Çorum şubesinden geldi. Son tüketim tarihi geçmiş tam 33 çeşit ürün tespit edilmiş ve yetkili makamlarca yasal işlem başlatılmış. Bir kere daha hatırlatıyorum; dalgın müşterinin sağlığı risk altındadır. Para cezası yetmez, uzun süreli kapatma işlemi ve ihmali olanlar için adli süreç başlatılması gerekir. Yoksa bunun önü alınamaz.
  • Peki marketi yönetenler bu yola neden başvurmaktalar?

Ciro hedefini tutturmak üzere ürün fazla fazla alınmakta, muhtemel satış düşüşünde ise tarihi geçmektedir. “O zaman iade etsinler” denebilir. Her ürünün iade performansı tedarikçi tarafından takip ediliyor ve iadesi yüksek perakendecinin imkanları kısılıyor. Doğal olarak o da mağaza yöneticilerine yansıyor ve kayba uğramak istemeyen yönetici de ürünü bir şekilde elden çıkartmaya çalışıyor. Hatta SKT’si geçen ürüne indirim uygulayanlar var. Sakın Avrupa’da görülen SKT’si yaklaşan ürünler için ayrı bir köşede yapılan indirim uygulaması ile karıştırılmasın. Bizdeki uygulamalar imhalık ürünleri kapsıyor.

  • “Peki mağazaların bir merkezi denetim birimi yok mu?

Elbette var ama etkisinin her geçen gün azaldığı izleniyor. “Neden?”

Büyük perakendecilerde pandemi ile birlikte evden çalışma sistemi başladı. Yöneticilerde bu rehavet alışkanlık yaptı ve mağazaların kontrolü gevşedi. Pandemi gündemden düşmesine rağmen olumsuz sonuçları ise baki kaldı. En büyük aksama da SKT konusunda gerçekleşti. Şimdi tanınmış ulusal perakendeciye bile güveni kalmayan tüketicinin, hiç değilse SKT’si geçmiş pilici ve yumurtayı indirimli de olsa almayarak bu aymazlığı yetkili mercilere şikayeti şarttır. Yoksa bir müddet sonra toplu zehirlenmeleri izleriz.

Ülkemizin değişik bölgelerinde ve ayrı ayrı Belediyeler tarafından sırf bu sebeple sürekli şubeleri mühürlenen bir başka perakendeci, bundan ders çıkartmak ve önlem almak yerine bu haberleri yapan siteleri dava edebiliyor. Geldiğimiz noktayı görmek açısından ibret vericidir.

  • Oysa son tüketim tarihine 1 gün kalan ürün bile satış alanında tutulamaz. Zira alındığı gün tüketilme mecburiyeti olan bir ürün olamaz. Örneğin böyle bir litrelik günlük sütü aldınız. SKT dolabınızda dolacak demektir.
  • Gelelim arka kapıdan yapılan SKT’si dolmuş ürünlerin satışına…

Ülkemizde son tüketim tarihi geçmiş, hatta küflenmiş peynirlerin de alıcısı vardır. Bunlar tekrar eriterek bu ayıplı mallara hayat veren sözde üreticilerdir.

Yıllar önce görev yaptığım süre içinde benden iade peynirler için fiyat isteyenler vardı. Yıllar geçip bugünlere geldiğimizde, kişiler değişse de talep devam ediyor. Son canlı örnek Gıda Dedektifi hesabından izlenebilir. Sakarya ilinin Pamukova ilçesindeki üretim yerinde, piyasa değeri 1.5 milyon lira olan 5 ton sahte kaşar peynir ele geçirilmiş bulunuyor. Bu gıda teröristine kesilen idari para cezası 210 bin liradır. Bu kadarla kurtulduğu için çok mutlu olmalıdır. Zira ilk partide yakalanmadığına göre en azından benzer 5 parti ürünü 200 liradan piyasaya sürdüyse yaptığı ciro 5 milyon liradır. Son partisi yakalanıp imha edildiği için kilosunu en fazla 50 liradan (50 lira x 5 ton) 250 bin liraya mal edip, ödediği ceza olan 210 bin lira ile birlikte bütün gideri 460 bin liradır. Görüldüğü gibi 5 milyon lira hasılatın en fazla yüzde 25’i maliyettir. Yani (5.000.000-1.250.000= 3.750.000) geriye kalan kısmından imha maliyetini ve cezayı (460 bin lira) düştükten sonra hâlâ 3 milyon 290 bin lira kârdadır. Dürüst üreticide böyle bir kâr yoktur. Halkı zehirleyenin ödediği ceza ise tahminen kazancının sadece yüzde 6’sıdır. Dolayısıyla bu cezalarla gıda terörünü engellemek mümkün değildir.

Yine Gıda Dedektifi haberine göre İzmir’de bir depoda; etiketsiz, tarihi geçmiş, küflenmiş, bozulmuş 7 ton süt ürününün imha edildiğini duyuyoruz. Eğer bu parti mal yakalanmasaydı, bir önceki örnekte olduğu gibi yine bir merdiven altı imalathaneye yenilenmek üzere gidecekti.

Sonuç olarak; ne taklit tağşiş olaylarını ne de bir adım ötesindeki sütsüz sahte peynir imalatçılarını para cezası ile engellemek mümkün değildir. Hayatımızı tehdit etmenin karşılığı mutlaka adli süreç olmalıdır. Yoksa “can çıkmayınca huy çıkmaz” sözüne uygun olarak imalathanelerin sadece adresi değişir…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER