Sosyal Medya Hesaplarımız

İbrahim Pekbay

Alışveriş merkezleri ve perakendecilik

İbrahim Pekbay
Abone Ol:

Yanlış hatırlamıyorsam, Ekim 1988, İstanbul’da bir yer açıldı, adı “Galleria” idi… Büyükçe bir alan üzerine inşa edilen bu binada, başta tekstil olmak üzere neredeyse yok yoktu. Açıldığı günlerde insanlarda öylesine ilgi uyandırmıştı ki, uzun seneler gece gündüz doldu taştı, hafta sonları ise neredeyse adım atacak yer bulanamıyordu.

Cazibesi neydi?

Kısaca söylemek gerekirse, ne ararsan orada bulma imkanının ötesinde, insanların gönüllerince zaman geçirme yeri idi. Çocuk çoluk sanki hafta sonu pikniğe gider gibi… Alışveriş merkezini yönetenler memnun, mağaza sahipleri mutlu, müşterilerin ise keyfine diyecek yok… Aradan uzunca bir süre geçtikten sonra Galleria’nın ‘tek’ olma özelliği kayboldu. Hemen her yerde mantar gibi aynı anlayışta yerler türedi. Hatta buralarda ‘cazibe merkezileri’ daha da arttırıldı, yapılan etkinlikler dikkatleri böylesi yerlere çeker oldu.

Alışveriş, zaman geçirme, yemek, sinema, çocuklar için oyun alanları v.s. Hatta iş öyle bir boyuta geldi ki, bu merkezlerde alışveriş yapanlar için ‘imrenilecek, umutlandırılacak’ çekilişler de yapılmaya başlandı. Elbette ‘çekicilik’ özelliği öne çıkınca, buralarda mağaza, mekan açma talepleri de yoğunlaştı. Günümüzde, Türkiye’nin özellikle büyük kentlerinde, yönünüzü nereye dönseniz dönün bu anlayışta alışveriş merkezlerini görür oldunuz. Şimdi ise gerek Türkiye’de, gerekse dünyada ekonomik kriz baş gösterdi. Bir başka deyişle, deniz bitmek üzere, kara göründü… Görünmesine göründü ‘kara’ da, acaba gemi karaya yanaşabilecek mi? Çünkü gövdesinde açılan büyük bir delikten hızla su almaya başladı… Şimdi gemilerdeki yolculardan bir kısmı, ellerine geçirdikleri tencere, tava, çaydanlık, yoğurt kabı, ne buldularsa, suyu boşaltmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Biliyorlar ki gemi tümden batarsa, telef olacak ilk kişi onlar.

Niye mi?

Yüzme bilmedikleri halde, gemiye tayfa yazıldılar da ondan… Sınırlı olanaklarıyla, büyük bir yükün altına girdiler. Gemi normal seyir halindeyken mesele yok da, su almaya başlayınca sorun olmaya başladı. Gemiye ‘Ben yüzme bilirim’ diye girenler de var elbette. Ne var ki plajda denize girmekle, bir gemiye ‘tayfa yazılma’ arasındaki farkı bilmeden yazılmışlar…

Şimdi onlar da kova filan arıyorlar suyu boşaltmak için. Gemi batarsa, büyük bir kısmı telef olacaklar arasında. Geminin su aldığı yer ile sahile ulaşım arasında epeyce bir mesafe var, plajda yüzmeye benzemez…

Bulurlarsa kovayı, suyu boşaltmaya yardım edecekler… Ancak, geminin makine dairesinde hiçbir hareket yok. Onlar, yukarıdaki çabanın olumlu sonuç vermesini bekliyorlar, yarı bellerine kadar battıkları suyun içinde…

Onlar, profesyonel gemiciler… Güçlü, kuvvetli, yüzmeyi iyi bilenler…

Bir kısmının güç isteyen tulumlara yapışması, var güçleri ile suyu pompalamaları, diğerlerinin de açılan deliği kapatmak için çaba harcamaları gerek…

Aslında gemi batarsa, bunların hiç kurtulma şansı yok, tümü telef olacak. Yukarıya tırmanmak için geçecekleri kapıları, ne yazık ki o katları dolduran suyun basıncı yüzünden açamayacaklar…

Bilmem anlatabildim mi?

Şimdi; alışveriş merkezi sahip ve yöneticileri, bu mekanlarda iş yapmaya çalışan markalar ve sınırlı olanaklarla işe başlayanlar  gemide kendilerini yukarıda tarif ettiğim yerlere uygun bir şekilde yerleştirsinler. Eğer bütün gemi personeli üzerine düşeni yaparsa, gemi kurtulacak.

Yoksa…

Gemi su alıyor, batıyor…

Kurtulanlar çok az, telef olanlarsa çok fazla olacak…

Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Haziran 2009 – 4. sayısında yayınlanmıştır.

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

İbrahim Pekbay

Bugün bana bir şeyler mi oldu?

İbrahim Pekbay

Bu sabah (18 Ağustos 2022 Perşembe), her zaman olduğu gibi, 10 kişilik guruba mesaj gönderecektim.

Aklıma takıldı bir şarkısını sözleri.

“Ömrümüzün son demi, son baharıdır artık… Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık…”

Müzeyyen Senar’ın sesinden herkesle paylaştım.

Altına da not düştüm.

Bugün kahve ile değil, ömrümüzün kalan 25 yılında maziye bakarak keyfime baktım. Keyifleriniz bol ola.

Dedim.

 

xxx

 

Aradan çok bir zaman geçmedi, öğleden önce Üçge firmasından değerli kardeşimiz Esra hanım aradı.

Merak içinde telefona cevap verdim ama…

Duymasam mıydı, yoksa duyarsam n’olurdu?

“İbrahim Bey… Gökçin Bey ile aranızdaki özel ilişkiyi bildiğim için haber vermek istedim. Gökçin Bey’i dün akşam kaybettik.”

Dedi…

Bir anda kendimi kaybettiğimi biliyorum. N’oluyor gibisinden düşünmeye başladım. Daha kaç gün oldu, konuşmuştuk. Öyle pat diye olacak şey mi?

Ama oldu, olmuş…

 

xxx

 

Bundan tam 37 yıl önceydi.

Perakende sektörüne girecek, marketçiliğe başlayacaktık. İzmir’de rafları alacağımız yer olarak ismini ve adresini verdiler.

Gittik, mahalle arasında, labirent gibi bir yerde, üzerinde iş önlüğü ile genç birisi karşıladı bizi. Oturduk, derdimizi anlattık, anlaştık ve ayrıldık.

Buraya kadar her şey, olması gereken şey idi, oldu.

Kayseri’de 1986 yılında ilk mağazamızı açmak üzere çalışmalar sürerken, Gökçin Aras’da malzemelerini ve ekibini alarak gelmişti.

Gece gündüz demiyor, yoğun bir şekilde çalışıyorduk. O da ekibinin başında, iş kıyafeti üzerinde “Ben patronum arkadaş” demeden canla başla çalışıyordu.

Böyle başladık.

İlişkimiz yıllarca sürdü.

Kâh ticari, kâh ağabey-kardeş gibi.

Ama hiç kopmadık.

Dürüst.

Yenilikçi.

Adam gibi adam.

Özellikle çalışanlarına karşı.

Ama erken bir gidişi oldu, olmadı bu.

Daha diyeceğim çok, ama aklım gidiki yazamıyorum.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun kardeşim, geride kalanlara sabırlar diliyorum.

 

xxx

 

Sabah aklıma takılan şarkı

Keşke olmasaydı.

Devamını Oku

İbrahim Pekbay

Dert çok da derman var mı?

İbrahim Pekbay

Bu sabah oldukça geç kalktım.

Hazırlık, sabah kahvaltısı ve ardından kahve keyfi ki böyle bir ortamda nasıl keyif olursa gari, derken yazı yazma vaktinin geçiyor gibi olduğunu görerek, bilgisayarımın başına doğru yürürken dilime dolanmaz mı bir türkü!

“Derdim çoktur hangisine yanayım

Yine tazelendi yürek yarası

Ben bu derde hande derman bulayım

Meğer dost elinden ola çaresi

Efendim efendim benim efendim

Benim bu derdime derman efendim”

Bazen bana böyle gelenler geliyor…

Neden geliyor? Çünkü dert çok, çözümü var, çözecek yok.

İki kere iki dört eder de bazen dört ettiğini bilmeyenler olursa ki var, matematik dediğimiz bilim dalı o noktada çöküyor ve çökünce de ülke olarak, millet olarak altında kalıyoruz.

Her konuda bilgi sahibi olmanın olanağı yok ama her konuda bilgi sahibi, ilim sahibi ile birlikte oturup konuşma ve ona göre karar verme olanağı her zaman vardır.

Ancak bunu uygulayabilmek için de en azından “Anlayış ve zekâ”, yani feraset sahibi olmak gerekiyor.

Ülke olarak bugün ekonomik olarak düştüğümüz duruma, sanırım 2’nci dünya savaşı sırasında, rahmetli İsmet Paşa’nın, Türkiye’yi savaşa sokmama kararlılığı sırasında çekilen yokluk günlerinde bile çekilmedi.

O günün koşullarında üretim vardı, ancak tüketimi mümkün olduğunca kısarak, olası ve istemediğimiz bir savaşa girmek zorunda kaldığımızda yetecek stokları oluşturmak zorunda olduğumuz günlerdi.

Bugün her şey var, ancak alım gücü denilen şey, yani yeterli gelire sahip değiliz.

İşte bu dengenin tekrar kurulması gerekir.

Bu ekonomik bir konu…

Diğer yandan, düzeltilmesi gereken bir konu daha var ki, günün koşulları içinde dengeli bir şekilde yapamazsanız, doğrudan ekonominize sekte vurabilir.

Oda hiç kuşku yok ki, bağımsız, bağlantısız, Atatürk ilkeleri ışığında dış politikanın yürütülmesi ile olacaktır.

Ancak kesin olan şu ki, üretmeden asla ekonomiyi düze çıkartmak mümkün değildir.

Şimdi soru şu…

Üretebiliyor muyuz, üretebiliyorsak kendimize en azından yetebiliyor muyuz, hatta ihraç ürünü haline üretimi getirebiliyor muyuz?

Ne yazık ki bu soruya bugün için “Evet” deme olanağımız yok.

Neden yok?

Bu soruyu sormak için biraz “Millet” olarak geç kalmış olsak da, aklımızı kullandığımızda cevabını verebileceğimizden en ufak bir kuşkum yok…

Bunu anlamak için de şu söze kulak vereceğiz her zaman…

“Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir.”

Bu sözü kimin söylediğini bilmiyor, hatırlamıyorsanız eğer, kendiniz hiç yormayın derim…

Devamını Oku

İbrahim Pekbay

Bilebilmek ya da bilememek

İbrahim Pekbay

Hatırlarsınız…

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, yine bir toplantıda ve ardından TV programında, özellikle Ticaret Bakanı’nın sorumluluğunun biraz yoğun olacağını ifade ederek şöyle dedi…

“O da nedir? Zincir marketler başta olmak üzere tüm marketlerdeki bu denetimleri ciddi bir şekilde sürdürmek suretiyle, bu zincir marketlerdeki fiyat farklılıklarını, üzerine gitmek suretiyle buralardaki bu ciddi fiyat farklılıklarını da süratle kaldıracağız. Bunu inşallah Amerika dönüşü de bizzat işin üzerine kendim de ilgilenmek suretiyle gideceğiz.” dedi.

Hani Adanalıların bir deyişi vardır, “Adanılıyık, Allah’ın adamıyık” derler…

Biz de Gayseriliyik, Allah’a şükürler olsun ki ticareti iyi bilirik…

Çünkü Kayserilinin ticareti yeteneği bir kenara, ticari deneyimi sayesinde bu konuda haklı bir ünü vardır.

Ayrıca üretimi de çok iyi bilenlerdir.

Bu faaliyetlerin tamamına birden “Ticaret” dersek, ayakta kalabilmenin, yatırıma devam edebilmenin, istihdam yaratılabilir ortam yaratabilmenin tek koşulu, kâr etmeyi bilmektir.

Ahlakın sahibi olan ticaret erbabı da ahlaki kurallar ve ekonomik koşulların ortaya koyduğu gerçekleri göz önünde bulundurarak “Kâr etmeyi sağlamaları” ilk hedefleridir.

Dikkat ederseniz, “Ahlaki kurallar ve ekonomik gerçekler içinde” ifadesini özellikle kullandım. Bu iki özelliği kalbinde ve aklında birleştiremeyenler, ticarette kaybeder ya da kul hakkını bir güzelce yerler. Ancak son gidecekleri yere 2 metre beyaz patiska ile giderler.

Ticarette herkes bilir ki, bir “Maliyet hesabı” denilen hesap vardır.

Hep örnek gösterilir, “Tarlada domates 30 kuruş, markette 4 lira” diye ve bu örnek ile de marketler, manavlar, aradaki farkın tamamını tek başlarına kazanıyorlarmış gibi gösterilmeye çalışılarak, suçu nihai satıcıya yüklerler…

Maliyet hesaplama uzmanı değilim am, hasbelkader (Yazgıdan dolayı) 8 yıl gibi bir süre bu konuda emek verdim. Az buçuk bilirim yani…

Eğer 30 kuruşluk domates örneğinden yola çıkarak açıklamak gerekirse…

Tarlada toplama ve sevkiyat giderleri…

Tarladan sebze haline, nakliye ücreti…

Hal’de komisyoncu hakkı ve belediye rüsumu (Vergileri), tekrar paketlenmesi, gideceği ilin sebze haline nakliyesi, gittiği yerdeki komisyoncu hakkı, belediye rüsumu, satış noktasına nakliyesi, satış noktasında (hizmet ve insan odaklı marketlerde) ürünün seçilip firesi ayrılarak tezgâha konulması, müşterinin seçimi sırasında verdiği hasarlarda oluşacak fireler, marketin giderlerinden oluşan masrafları…

Bunların hepsi birden giderleri yani maliyeti ve tarlada 30 kuruş olan domatesin, market tezgâhında müşterinin marketten çıkarken aldığı fiyatı oluşturur.

Elbette bu, kabaca bir anlatım, ancak ben bu maliyetin fiyatlandırmasının nasıl yapıldığını da çok iyi bilirim de o kadar detaya girmeye gerek yok. (Ancak şu kadarını belirteyim, sebze halinden alınan fiyatın üzerine en az %22’i, en fazla %26’ya kadar varan giderler, fiyatta etkili olur.)

Üretimden tüketime, ekonominin içinde olan ne kadar ürün varsa, kabaca anlattığım maliyet çerçevesi içinde oluşur ve tüketiciye ulaşır.

Sanayi ürünlerinde de tarımsal ürünlerde eğer üretiyorsanız, üretimin her aşamasında bir “Maliyet” ögesi (Unsuru) olmazsa olmazdır.

Ekonominin oluşturduğu gerçekler ile ahlaki değerler içinde fiyat oluşturan, üreten ve satanlara karşı ön yargı, doğru bir davranış değildir.

Market denetlemekle fahiş fiyat önlenemez.

Hele ki “Ekonomist” olan kişi, böyle bir laf edemez, etmemeli…

Yani…

Bilebilmek ile bile bilememek arasında oldukça uzun bir ara vardır…

Devamını Oku

İbrahim Pekbay

POPÜLER