İbrahim Pekbay
Kemerlerinizi bağlayın, uçuyoruz…
Pazar günü saat 21:00 sularında biraz nefes almak için evden dışarı çıktım.
Neden böyle oldu diye düşündüm ve kabahati tamamen kendimizde aramamız gerektiğine karar verdim.
Demek ki bizler neden “Hayır” denmesi gerektiğini tam olarak anlatamamışız ki “Kıl Payı” da olsa, şaibeli de olsa “Evet” önde bitti görünüyor.
Öyle duygular içinde hissediyordum ki, bir anda “Aşti” içinde buldum kendimi. (Bilmeyenler için söyleyeyim, Aşti, Ankara Şehirlerarası otobüs terminalinin adıdır) Ne işim var ki burada diye düşünürken, insanların telaşlarına baktım. Aynı telaşa ben de kendimi kaptırdım.
“N’oluyor yahu” filan demeye kalmadı, herkes gibi ben de sormaya başladım.
“Arkadaş… en taze ve konforlu otobüs hangisi? En iyi otobüs firması nerede?”
Cevaplar, hemen hep aynı firmayı ve o firmanın otobüslerini gösteriyordu.
Koşarak bankoya yanaştım, “Kardeş… Ön taraftan, pencere kenarı bir yer verir misin” dedim. Adam şöyle bir suratıma baktı, sanki bana “Yer buldun da önü tarafı kaldı” der gibiydi…
Cevap bile vermeden kesti bir bilet, elime tutuşturdu.
Sordum “Borcum ne kadar” diye, elbette bilet bedava değildi ki…
Yine suratıma bön bön baktı, ya da ben onun suratına mı bön bön bakıyordum acaba!…
“Bilet ücretleri, otobüsün varış noktasında, arabadan inmeden önce, otobüsün içinde iken tahsil edilecek” dedi…
Yaaaa…
Niye ki? Siz hiç ömrünüzde “Sonradan ödemeli” otobüs bileti aldınız mı? Ya da otobüs mü bu, yoksa dolmuş mu ki, ücreti, bindikten sonra, indikten sonra filan verilecek.
Çok kaptıramadım ya, neyse, düdük çaldı, ha bir de düdük çalınca biniliyor otobüse, bindik.
En ön tarafta otobüsün muavini, eline mikrofonu aldı, “Değerli yolcular… Lütfen dikkat. Öncelikle kemerlerinizin bağlı olduğunu kontrol ediniz” dedi.
İyi de otobüslerde emniyet kemeri yoktur ki, bunlar yeni mi diye aklımdan geçirdim sadece, çünkü olanları merakla izlemeye başlamıştım.
Devam etti muavin, “Masalarınızı kapalı tutun, önünüzdeki koltuğun arka cebinde özel kesekağıdı var, yüksek süratte şayet bulantı hissederseniz, kullanabilin diye. Ancak kişi başı kesekağıdı bir adettir, dikkatle ve idareli kullanılmasını öneririm…”
Affedersiniz de, otobüsün hız limiti belli değil mi? Hemen parmağımı kaldırdım ve sordum, “Özür dilerim ama muavin bey kardeşim, yüksek sürat derken kastınız nedir?”
Bu sefer muavin suratıma baktı. Aptal gibi mi görünüyordum acaba…
Devam etti cevap vermeden; “Hız limitimiz yükseldikçe, ve otobüsümüzün tekerleri yerden kesildikçe” deyince aldı mı beni bir korku…
Abi, biz otobüse mi bindik, uçağa mı?
Çaresiz dinlemeye devam ettim, “…eğer nefes alma zorluğu çekerseniz, baş üstünüzdeki oksijen maskenizi kendinize doğru çekin ve maskeyi ağzınıza tutun. Başınıza geçirmeye gerek yok, çünkü birazdan dağıtacağımız kask ile maskelerinizi, lastikleri ile kullanamazsınız…”
Abi… Biz nereye düştük yaaa… Giderek ödüm şeyime karışma aşamasına geliyorum neredeyse.
Muavin arkadaş çok rahat, devam ediyor, “Öyle bir hıza çıkacağız ki, ömrünüzde bu kadar hızı hiç gördüğünüz sanmıyorum.”
İçimde “Kafa bulma lan muavin, altı üstü otobüs, ne kadara çıkar ki hızı” diye geçirdim.
O arada yanımdaki yolcuya baktım, adam o kadar rahat ki!… Hani onun rahat görünümünün çeyreği bende olsa, kalkar bir de fidayda oynarım ortada, desem de nasıl kalkacaksam, bağlıyız…
Dayanamadım gari, sordum yanımdakine “Kardeş… Bakıyorum çok rahatsın da muavinin dediklerinin farkında değilsin galiba!…”
Cevap kestirmeden; “İyice farkındayım, tercihimizi bu yönde kullandık ve otobüse bindik işte, daha ne istiyorsun ki?”
Bu kez gerçekten adamın yüzüne baka kaldım, o da bana bakıyordu “Ne bakıyorsun aptal aptal” der gibi…
“Tercihimiz” dedim umutsuzca…
“Kardeş” dedi gayet rahat ve mülayimce, “Anayasa referandumunda ‘Evet’ demedik mi?”
Yok, vallahi ben “evet” demedim, yanlış otobüse mi bindim yoksa diye düşünürken devam etti koltuk komşum…
“Ne dediler?”
Merakla sordum, “Ne dediler?”
Adam suratıma bu kez acıyarak baktı vallaha, içinden “Garibim, dünyanın nereye gittiğinin farkında değil galiba” demiş gibiydi.
“Arkadaş bak… Demediler mi siz halk oylamasında ‘evet’ deyin, biz Türkiye’yi uçuracağız… Ekonomi, üretim, dış politika, istihdam, kısacası Türkiye’nin ne kadar sorunu varsa hepsi uçacak, terör bitecek, gari şehit gelmeyecek demediler mi?”
“Dediler mi?”
“Demediler mi?”
Bu noktada sanki plak takılmış gibi ha bire dönüyordu…
“Dediler mi? Demediler mi?”
“Dediler mi? Demediler mi?”
Can havliyle, son bir kez “Yani!…” diyebildim. “Yanisi şu arkadaş. Bu otobüsü biz vatandaş olarak aldık, servise koyduk. Mal bizim olmasına rağmen, biletlerimizi aldık, yerimize oturduk. Zaten bilet BEDELİNİ de varış noktasında ödeyeceğiz, daha ne… Vardığımızda da otobüsleri ‘Varlık fonuna’ devredeceğiz, bedelsiz” demesin mi…
Derken bir gözümü açtım ki yataktayım.
Yav abi, bu kadar da kabus olur mu? Ne araba var ortada, ne muavin, Allah’a şükür ki evdeyim ve yatağımdayım.
XXX
23 Nisan 2018 Pazartesi günü TBMM oturumunu izlerken uyuya kalmışım da. Cengiz Çambel de “Abi, Ramazan yaz” diyor. Ramazan yazmaya halimiz mi var kardeşşşş…
Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Nisan 2018 – 110. sayısında yayınlanmıştır.
İbrahim Pekbay
Bozulan ekonomiye reçete…
Son yıllarda bilim dışı uygulamalar nedeniyle dibe vuran Türkiye’nin ekonomik yapısının, 14 Mayıs 2023 gününde yapılacak seçimde değişmesi beklenen yeni iktidar tarafından nasıl düze çıkartılacağı hemen her ortamda tartışılmaktadır.
Vatandaş, yaşanan ağır enflasyon karşısında her geçen gün daha da yoksullaşmaktadır. Bu durum da elbette sürdürülebilir bir durum değildir.
Çözümü var mı?
(Ben, üretimin sanayi tarafını pek bilmem ancak, genel prensipler itibarıyla üretimde de geçerli olan kurallar vardır ve ben bu kurallar içinde anlatmaya çalışacağım.)
Elbette var, kısa zamanda olmayabilir ama var.
Amasız, fakatsız, lâkinsiz “Üretime” yönelmektir. Elbette yapılacak üretimin de başıboş olmaması, bilim ışığı altında yapılması zorunludur. Aksi takdirde fayda yerine hem üreticiye hem de tüketiciye zarar verecek boyutlara ulaşabilir.
Üretimin doğru ve verimli yapılabilmesi için olmazsa olmaz birinci kural, devlete karşı güven duyulmasıdır. Diğer bir anlatımla, kendisine yönetmesi için belli süreliğine yetki verilen iktidarlara güvenirken, devletin devamlılığı esasının da gözden kaçırılmaması gerekir.
Bu ne demek?
Birincisi; toplum, öncelikle hukukun üstünlüğü ilkesi içinde işleyen bir yargının var olduğunu bilmeli.
İkincisi; her yıl revize edilebilirliği olan beş yıllık üretim planlamaları yapılmalı. Hangi üretici, nerede ne kadar hangi ürünün üretecek, bu önceden bilinmeli. Dahası, kaça mal edeceğini ve makul kar payı ile kaça satacağını da bilmeli.
Başta da belirttiğim gibi ben tarımsal üretim boyutunda düşündüklerimi ifade etmek istiyorum.
Öncelikle, bilinmeyen bir nedenle kapatılan “Devlet Planlama Teşkilatı” yeniden kurulmalıdır. Ve bu teşkilat uzman, liyakatli elemanları eliyle, tarım ve hayvancılığın her aşamasında üretimin nasıl yapılacağı, ürün çeşitliliği ve bölgeler ile belirlenmeli, üretici buna göre yönlendirilmelidir.
Üretim aşamasında devlet desteklemelerine önem verilmeli, ancak verilecek desteklerin yerinde kullanılıp kullanılmadığı, yani üretim için kullanılıp kullanılmadığı da denetlenmelidir.
Bu noktada, üretim girdilerinin öncelikle yerli olmasına özen gösterilmelidir.
Üreticinin ürettiği ürünleri alacak kurumların, yani tarım satış kooperatiflerinin verimli şekilde çalışacağı şekilde yeniden ayağa kaldırılmalıdır.
Kooperatifi olmayan üreticiye, kooperatif kurması için destek verilmeli, yol gösterilmelidir.
Et ve Balık Kurumu, Toprak Mahsulleri Ofisi, le Rize’de Çaykur, Giresun’da Fiskobirlik, Samsun’da Karadeniz Birlik, Edirne’de Trakya Birlik, Bursa’da Marmara Birlik, İzmir’de Tariş, Antalya’da Antbirlik, Mersin’de Yerfisko Birlik ve Bal Kooperatifi, Adana’da Çukobirlik ve Gaziantep’de Güneydoğu Birlik yeniden ve etkili şekilde işler hale getirilirken, gerekli olan diğer üretim alanlarında da aynı şekilde kooperatifleşme sağlanmalıdır.
Tarımsal üreticiler için yeteri kadar ziraat mühendisi, hayvan üreticileri için yine yeteri kadar veteriner hekim, teknisyen tahsisi edilmeli, üretim, onları denetiminde, sonuçları raporlanabilir şekilde yapılmalıdır.
Üretimi planladık, peki bundan sonra ne olacak?
Elbette üretimden elde edilecek ürünlerin tüketiciye ulaştırılması, ihracatın yapılabilir olması gerekir ki, üretimin faydaları görülebilsin.
Tüketiciye ulaşmasında, yukarıda da belirttiğim gibi kooperatiflerin işlevleri çok önemlidir.
İhracatta ise yine devlet desteği olmazsa olmazdır.
Şimdi şu noktaya dikkat edelim…
Üretici, ürettiği üründen kazanacağı makul kar payının bir bölümü ile üretimde yenileşmeye ve geliştirmeye aktarırken, kalanı da elbette birikim, geleceğin sermayesi olarak bir kenara koyacaktır.
Böylelikle üreticinin kazancı, bir şekilde ekonomide geri dönüşüm içine girecek, her sektör bu geri dönüşümden fayda sağlarken, kendi kazancını da aynı şekilde ekonominin içine sokacaktır.
Böylelikle ekonomide nakit akışı sağlanmış, toplumun tüm katmanları, gelişim içindeki kazançtan kendilerine de bir pay çıkarmış olacaktır.
Ekonomi bilim içindeki diğer unsurların da birleşmesi ile ülken parası değer kazanırken, eşit ve hakça kazanç ile toplum refaha kavuşacaktır.
XXX
Değerli okurlarım…
Ben, “Ekonomist” unvanlı birisi değilim.
Ancak 57 yıllık çalışma hayatım içinde bana öğretilen ve benim de öğrendiğim ekonominin kurallarının, basitçe böyle olmasının daha gerçekçi olacağını söylemektedir.
Bu konuda beni yetiştirenlerin isimlerini tek tek vermek isterim ama kendilerinden izin almadım. Ancak en baştaki kurumun adını verebilirim.
Rahmetli Hüseyin Cahit Aral Ekibi ile o ekibin içinde başlamış olmamdır.
XXX
Diğer yandan üretimden sonra dağıtım ve satış, üretimin ayrılmaz bir parçasıdır.
Elbette bunun da bilinçli, programlı doğru yapılması da zorunludur.
Bu konu ise, üretim kadar önemli ve ayrı bir yazı konusudur.
Belki daha sonra yazabilirim.
İbrahim Pekbay
Bugün bana bir şeyler mi oldu?
Bu sabah (18 Ağustos 2022 Perşembe), her zaman olduğu gibi, 10 kişilik guruba mesaj gönderecektim.
Aklıma takıldı bir şarkısını sözleri.
“Ömrümüzün son demi, son baharıdır artık… Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık…”
Müzeyyen Senar’ın sesinden herkesle paylaştım.
Altına da not düştüm.
Bugün kahve ile değil, ömrümüzün kalan 25 yılında maziye bakarak keyfime baktım. Keyifleriniz bol ola.
Dedim.
xxx
Aradan çok bir zaman geçmedi, öğleden önce Üçge firmasından değerli kardeşimiz Esra hanım aradı.
Merak içinde telefona cevap verdim ama…
Duymasam mıydı, yoksa duyarsam n’olurdu?
“İbrahim Bey… Gökçin Bey ile aranızdaki özel ilişkiyi bildiğim için haber vermek istedim. Gökçin Bey’i dün akşam kaybettik.”
Dedi…
Bir anda kendimi kaybettiğimi biliyorum. N’oluyor gibisinden düşünmeye başladım. Daha kaç gün oldu, konuşmuştuk. Öyle pat diye olacak şey mi?
Ama oldu, olmuş…
xxx
Bundan tam 37 yıl önceydi.
Perakende sektörüne girecek, marketçiliğe başlayacaktık. İzmir’de rafları alacağımız yer olarak ismini ve adresini verdiler.
Gittik, mahalle arasında, labirent gibi bir yerde, üzerinde iş önlüğü ile genç birisi karşıladı bizi. Oturduk, derdimizi anlattık, anlaştık ve ayrıldık.
Buraya kadar her şey, olması gereken şey idi, oldu.
Kayseri’de 1986 yılında ilk mağazamızı açmak üzere çalışmalar sürerken, Gökçin Aras’da malzemelerini ve ekibini alarak gelmişti.
Gece gündüz demiyor, yoğun bir şekilde çalışıyorduk. O da ekibinin başında, iş kıyafeti üzerinde “Ben patronum arkadaş” demeden canla başla çalışıyordu.
Böyle başladık.
İlişkimiz yıllarca sürdü.
Kâh ticari, kâh ağabey-kardeş gibi.
Ama hiç kopmadık.
Dürüst.
Yenilikçi.
Adam gibi adam.
Özellikle çalışanlarına karşı.
Ama erken bir gidişi oldu, olmadı bu.
Daha diyeceğim çok, ama aklım gidiki yazamıyorum.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun kardeşim, geride kalanlara sabırlar diliyorum.
xxx
Sabah aklıma takılan şarkı
Keşke olmasaydı.
İbrahim Pekbay
Dert çok da derman var mı?
Bu sabah oldukça geç kalktım.
Hazırlık, sabah kahvaltısı ve ardından kahve keyfi ki böyle bir ortamda nasıl keyif olursa gari, derken yazı yazma vaktinin geçiyor gibi olduğunu görerek, bilgisayarımın başına doğru yürürken dilime dolanmaz mı bir türkü!
“Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yarası
Ben bu derde hande derman bulayım
Meğer dost elinden ola çaresi
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim”
Bazen bana böyle gelenler geliyor…
Neden geliyor? Çünkü dert çok, çözümü var, çözecek yok.
İki kere iki dört eder de bazen dört ettiğini bilmeyenler olursa ki var, matematik dediğimiz bilim dalı o noktada çöküyor ve çökünce de ülke olarak, millet olarak altında kalıyoruz.
Her konuda bilgi sahibi olmanın olanağı yok ama her konuda bilgi sahibi, ilim sahibi ile birlikte oturup konuşma ve ona göre karar verme olanağı her zaman vardır.
Ancak bunu uygulayabilmek için de en azından “Anlayış ve zekâ”, yani feraset sahibi olmak gerekiyor.
Ülke olarak bugün ekonomik olarak düştüğümüz duruma, sanırım 2’nci dünya savaşı sırasında, rahmetli İsmet Paşa’nın, Türkiye’yi savaşa sokmama kararlılığı sırasında çekilen yokluk günlerinde bile çekilmedi.
O günün koşullarında üretim vardı, ancak tüketimi mümkün olduğunca kısarak, olası ve istemediğimiz bir savaşa girmek zorunda kaldığımızda yetecek stokları oluşturmak zorunda olduğumuz günlerdi.
Bugün her şey var, ancak alım gücü denilen şey, yani yeterli gelire sahip değiliz.
İşte bu dengenin tekrar kurulması gerekir.
Bu ekonomik bir konu…
Diğer yandan, düzeltilmesi gereken bir konu daha var ki, günün koşulları içinde dengeli bir şekilde yapamazsanız, doğrudan ekonominize sekte vurabilir.
Oda hiç kuşku yok ki, bağımsız, bağlantısız, Atatürk ilkeleri ışığında dış politikanın yürütülmesi ile olacaktır.
Ancak kesin olan şu ki, üretmeden asla ekonomiyi düze çıkartmak mümkün değildir.
Şimdi soru şu…
Üretebiliyor muyuz, üretebiliyorsak kendimize en azından yetebiliyor muyuz, hatta ihraç ürünü haline üretimi getirebiliyor muyuz?
Ne yazık ki bu soruya bugün için “Evet” deme olanağımız yok.
Neden yok?
Bu soruyu sormak için biraz “Millet” olarak geç kalmış olsak da, aklımızı kullandığımızda cevabını verebileceğimizden en ufak bir kuşkum yok…
Bunu anlamak için de şu söze kulak vereceğiz her zaman…
“Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir.”
Bu sözü kimin söylediğini bilmiyor, hatırlamıyorsanız eğer, kendiniz hiç yormayın derim…