Levent Uğurses
Phantom Thread, Florida Projesi ve Somali Korsanları

Bu yılki Oskar adayları arasında en az gişe yapan “Phantom Thread” beklediğimden çok daha rafine çok daha stil sahibi idi. Hani hep acaba bir sonraki sahnede ne olacak diye merak edip, bir türlü bir şey olmayan, ağır tempoda iki saatten fazla süren film oyunculuk ve set dekoru açısından oldukça üst düzey idi. Mesleğinde dorukta bir terziyi canlandıran usta aktör Daniel Day-Lewis, flört yaptığı kadınlardan ilham alan inatçı ve geçinmesi çok zor bir kişilikti. Allahtan iş hayatı boyunca yanında sürekli müşterilerle daha iyi iletişim kuran bir kız kardeşi vardı. Gittiği bir restoranda aşık olduğu Alma ile evlenerek daha mutlu bir yaşam süren Lewis’in asıl bilmesi gereken hakimiyetle özgürlüğün birbirleriyle ters yönde çalışan değerler olduğu idi. Lewis, işindeki en ufak detaya sahip olmak için kendinden bir hayli fazla ödün verirken, narsist karakteri de zamanla karısı ile olan ilişkisini toksinler hale gelmişti. Öyle ki, her zorluğun yanında bir kolaylık varken, aslında her kolaylık da biraz zorluktur deyimi adeta onlar içindi. İlişkide güçlü olan baştan beri hep Lewis’ken, sahip olan konumunda ise sürekli Alma vardı. Alma, yüksek zekasına rağmen aralarındaki mekanizmanın devamlılığını korumakta bir hayli zorlanırken, Lewis’i gerektiğinde süpersin diye pohpohlaması onu varoluş amacına bir türlü adapte çabasıydı. Artık sevdiği adam hayalindeki gibi değil hisleri de sahte ihtiyaçtan kaynaklı bağımlılık haline gelmişti. Oysa gerçek sevgi olsaydı, eminim böyle bir durum ortaya hiç çıkmayacaktı. Aynısı insanın sigara ve su ile olan ilişkisinde de vardı. Sigaraya olan bağımlılıkken, su ile olan hep ontolojik bir ihtiyaçtı. (Not: 7)
Böyle annelerin böyle çocukları olunca, insanın doğurmaya da vize koyası geliyor. Yönetmen Sean Baker’ı çok küçük yaştaki çocukları böylesine başarılı bir şekilde başrol oynattığı için özellikle kutlamak gerek. ABD’nin Florida eyaletinde düşük gelirlilerin yaşadığı bir çevrede ikamet eden eğitimsiz, hırsızlık ve uyuşturucu gibi her türlü kötü alışkanlığın içinde yaşayan genç bir annenin hayatta kalma uğruna verdiği mücadeleyi anlatan film bana göre gecen yılın en iyi filmleri arasındaydı. Tamam az bir şey gereğinden fazla uzundu ama yine de sonuna kadar zevkle de izletendi. Sarkastik bir dünya görüşü, zeka ürünü diyaloglar ve hafif tertip cinsellik içeren filmde küçük kızı müthiş oynayan Brooklynn Prince’in oskar törenlerinde en azından adaylar arasında olması gerekirdi. Önceki filmini ıphone ile ceken yönetmen bu filmde de cok iyi açılar kullanmış, fakirliği anlattığı öyküyü yüksek bir bütçe ile bitirmesi de bir miktar yaman çelişki olmuştu. Büyümüş de küçülmüş, hiperaktif, hınzır mizaha sahip çocukların yaptığı tüm yaramazlıklara karşı filmdeki performansıyla oskar adayı olan Willem Dafoe asla doğrudan önleyici değil daha çok etkiye tepkiyle hatayı azaltmak için azami gayret gösterendi. Sonu çok berbat bir finalle biten filmde diğer tüm komşular ve eyalet çocuk bürosu mahallede çocukların karışacağı bir vukuat olmasın diye önlem alırken, basiret ve tedbir sahibi akıllı yönetici Dafoe tüm bunlar olduğunda yükü kimi taşıyacak ona karar veren bir eğilimdeydi. Birbirilerini anlamaları da pek öyle kolay değildi, zira hem idari otorite hem de site sakinleri görünenle meşgulken, Dafoe ise tam tersi görünmeyenin peşinde idi. (Not: 7)
Çok sevdiğim lagos balığının son yıllardaki ithalatı nedenli adını sıkça duyduğum Somali’de geçen öykü Al Pacino’nun kısıtlı süresine rağmen yine de oldukça iyi bir seyir keyfi sunmaktaydı. Kariyer hayatında çıkış arayan Kanadalı gazeteci Jay Bahadur’un daha önce hiç kimsenin gitmeye cesaret edemediği ülkede başından geçenleri anlatan “Somali Korsanları (The Pirates of Somalia)” adlı biyografik film çömez gazetecinin muhabirlik yıllarından gerçek kesitler sunmaktaydı. Bahadur’un daha kariyerinin başında ileriki meslek yaşamında başarılı olacağı nerdeyse kesin gibiydi. Kendisine göre oldukça deneyimli efsane gazeteci Al Pacino’nun kurnaz yaklaşım içeren öğütlerini sadece dinleyen Jay, mesleğe saygının en büyük göstergesinin kendini kandırmamaktan geçtiğine inanmakta idi. Somali’de kaldığı süre boyunca yaşadığı onca tehlikeye rağmen gerek ülke bürokrasisi gerek de ABD medyası ile olan ilişkilerinde ona buna tapmanın gereksiz olduğunu düşünen Bahadur aksi takdirde ciddi zarar görebileceğinin de mutlak bilincindeydi. Öyle ki olası bir süreçte birilerinin adamı olması, sonunda mutlaka kendisini onlara tapındırmaya yöneltecekti. Para kazanmak ne kadar kolaysa, nitelikli kalmak da bir o kadar zor bir şeydi. Hal böyle iken Jay’in birlikte iş yaptığı Somalilerin bu dünya ile hiç ilgileri yoktu, onlar işin hep gırgırında, olur da bir şekilde raydan çıkılırsa da, karşılığını hayatlarıyla ödemekteydi. Jay’in geçirdiği zor günlerde ona eşlik eden Barkhad Abdi yüksek mavra gücü ile Jay’in orada kaldığı süre boyunca ona ciddi şekilde yardım edendi. Abdi gibiler hayatta iyi ki de varlardı, spor beden için nasıl lazımsa, zihnin de sporu böylesine güçlü bir mizahtı. (Not: 7)
Levent Uğurses
HAFTANIN FİLMİ: SALGIN (CONTAGION)

Covid-19 sonrası evde gecen sürede izlenen popüler filmlerden biri de Steven Soderbergh’in yaklaşık on yıl önce çektiği “Salgın” adlı film oldu. Soderbergh’in en önemli özelliği ne tür rol verirse versin hiçbir ünlu oyuncu ego yapmadan teklifine bugüne dek hep olumlu cevap vermiştir. Burada da böyle olmuş Matt Damon’dan Gwyneth Paltrow’a, Jude Law’dan Kate Winslet’a bir çok ünlü oyuncu küresel salgını anlatan bu filmde yine hep bir aradaydı. İlginç olan Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak ilan edilen Covid-19 gibi burada da hastalık hayvanlardan insanlara yine Asya üzerinden yayılmıştı. Günümüzdeki gibi yüzey temasla hızla yayılan hastalığın korunma önlemi orda da bugüne benzer şekilde el hijyen, maske ve sosyal mesafe ile alınmıştı. Yaşama sarılıp, umudu koruyarak, tedbiri en üst seviyede artırdığımız bugünlerde bizler gibi filmin ana karakterleri de gelişen süreçte hep aynı duygular içindeydi. Kesin olan bir şey vardı, filmdeki gibi Covid-19’a karşı olan mücadeleyi de sonunda mutlaka insanlık kazanacaktı ama önemli olan iyi bir organizasyon ile bu işten ne kadar az kayıpla kurtulacak işte buna uygun planlama yapmaktı. Doğal yolla mı geldi, yoksa biyolojik savaş olarak mı ortaya çıktı sorularının cevabını kısa zamanda öğrenme şansımız elbette olmayacak ama net olarak görünen aşı sonrası dönemde dünyanın eskisine benzer bir formatta kesinlikle olmayacağıydı. Tek amaç milyonlarca sayıda insan öldürmek değildi elbette, zira aksi Çin’den İtalya ve İran geçişi yerine Hindistan bu amaç için sanki çok daha uygun bir destinasyon olacaktı. Bana göre eğer bu mikrop doğal olarak değil biyolojik savaş olarak ortaya çıktıysa nedenine en uygun cevap mevcut düzene karsı blockchain tabanlı yeni dijital düzeni savunanların verdiği kavgada geçişi biraz daha hızlandırma projesi ya da tam tersi karşı kuvvetin daha önce başkan da öldüren paraya sahip olma isteğiydi. Filmde aşağı yukarı beş ayı bulan bir sürede son bulan salgın umarım dünya devletlerinin koordinesi ile günümüzde daha da kısa sürecektir, bu olağanüstü dönemde bize de düşen sağlık ordumuzun tavsiyelerine uyarak istenen tedbirleri sıkı sıkıya uygulamak olacaktır. Güzel ve güneşli günler gelene kadar sağlıkla kalın. NOT: 7
HAFTANIN FİLMİ: ROCKETMAN
Efsane sarkıcı Elton John’un hayatını anlatan en iyi şarkı dalında oskar sahibi “ Rocketman” adlı film adını ünlü yıldızın bir şarkısından da alsa bana daha çok Trump’ın siyasi hiciv yaptığı Kuzey Kore liderini hatırlattı. Taşrada alt yapı ve sevgiden yoksun bir çocukluk dönemine rağmen sahip olduğu Allah vergisi yetenekle çok genç yaşlarda milyonların sevgilisi haline gelen Elton John küçükken hayal ettiği gibi kraliyet ailesi ile oldukça sıkı bir ilişki yaşamaktaydı. Yeni nesil film ve dizi izleme platformlarında çok sık rastlanılan eşcinsel ilişkiler Elton John’un zirve yaptığı yıllar daha henüz o kadar yaygın değildi. Kim bilir özellikle hiç ilgi görmediği babası bunu çok önce keşfettiğinden kendi öz oğluna dahi yıllarca bu denli uzak kalmak zorunda kalmıştı. Elton’ın şöhret ve parayı sindirme sürecinde zihni sıfırlamada çözüm olarak başvurduğu alkol ve uyuşturucu yanlışlığı birçok ünlüde olduğu gibi burada da yine karşımıza çıkmıştı. Kitleyi dönüştürme becerisine sahip olan John eğitim konusundaki alt yapı yetersizliği nedenli maalesef tam tersi kitleye mal olmuş biri idi. Benim Elton John’da en sevdiğim taraf doğasına çok uygun işini çok sevdiğinden kolay gibi görünen zorları seçmeyip daha çok zor gibi görünen kolayları seçme başarısıydı. Yine de ne yaparsa yapsın düzende kendi haline bırakılan her şey sonunda John gibi illa ki bozulacaktı. Entropi de zaten böyle bir şeydi, evrende de yasa olarak bu yüzden vardı. NOT: 7
Levent Uğurses
Kızgın Boğa ve Ölü Adam
Martin Scorsese, Robert De Niro ve Joe Pesci’nin birlikte oynadığı film benim için artık kaymaklı kadayıftır. Sıkılmadan birden fazla kez seyrettiğim 1980 model “Kızgın Boğa (Raging Bull)“ adlr film Robert De Niro’ya Oscar sevinci yaşattığı gibi aynı zamanda sekiz ayrı dalda da Oscar adayı idi. Azimle hırsı birbirine karıştıran De Niro’nun muhteşem oynadığı filmde ünlü aktör orta sıklet boksörü canlandırdığı rolü için tam otuz kilo birden almıştı. Ringlerde yaşadığı şiddeti özel yaşamına da yansıtan De Niro eşi ve kardeşi ile oldukça çalkantılı bir ilişki yaşamaktaydı. Diyalog ve çekimlerin sinema adına doruğa ulaştığı sahnelerde yakın çevresinde olan herkes De Niro’nun ne olabileceğinden korktuğu için onu olduğu gibi sevme yolundaydı. Zira karakter yapısı sürekli ben kötüyüm ama sen de kötüsün, benle uğraşma yoksa daha da kötü olurum mesajı veren boks yaşamındaki gibi oldukça mücadeleci bir kimya idi. O kadar ki başkalarını ıslah edip iyileştirirken kendini sorgulayarak değiştirmeyi asla denemeyendi. Büyük fizikçi Einstein tespitinde bir kez daha haklı çıkmıştı: Bulunduğumuz seviyede yarattığımız sorunları ayni seviyede kaldığımız sürece çözmek pek de mümkün olmayandı. Pesci bunu abisine o kadar çok anlatmıştı ki sonunda artık ilişkiyi tamamen kesmek zorunda kalmıştı. Tüm bunlara rağmen De Niro olup bitenden yine de hiç bir şey anlamamıştı. Fizik ve dinin parçada mutlaka hata olur dediği dünyada, insanın da çift kanatlısı pek öyle sık rastlanan bir şey değildi. (Not: 9)
Birlikte gittiğimiz filmin devre arasında arkadaşımız “Yahu bu Johnny Depp ne yiyor ne içiyorsa onu yemek, hangi işlemi yaptırıyorsa onu öğrenmek lazım, bu kadar nasıl genç kalabiliyor, gerçekten şaşırtıcı” deyince, bize de bu haklı tespiti sadece onaylamak kalmıştı. Asıl komik olan daha sonra kızımın filmin 1995 yılında çekilip sanat haftası nedeniyle yeniden gösterime girdiğini iletmesiyle ortaya çıkmıştı. Doğal olarak o yıllarda Johnny Depp de zaten çok genç bir yaştaydı. Siyah beyaz çekilen kült dokulu filmde yönetmen doğru olanı yaparak böyle bir filmde çok önemli müzik konusunda işi ehline bırakmıştı. Neil Young’ın müzikleri ile katkı yaptığı filmde Depp kadar özellikle Michael Wincott başta olmak üzere diğer tüm yardımcı oyuncular oldukça iyi bir performans ortaya koymuşlardı. 1800lü yıllarda paylaşılamayan bir muhasebeci iken gelişen olaylarla vahşi batıda kafasına ödül konan Depp’in yardımına tesadüfen tanıştığı Kızılderili dostu koşmuştu. Şiddeti Tarantino gibi ince mizahla ele alan filmdeki tek sıkıntı karakter derinleşmesi olmadan ağır bir tempo eşliğinde ilerlemesiydi. Beğendiğim ise her biri ayrı parçaların bir araya gelerek bir bütün oluşturması ama bütünün de parçalardan çok farklı olmasıydı. Depp yaşadığı bu zorlu sürecin her anında sözünden dönmeyecek kadar asil bir kişiliğe sahipken, kuralların olmadığı vahşi batıda istisnalar da normal olarak pek yoktu. Depp kimi anlar inandığı değeri koruyabilmek için doğru bir şekilde ilkelerden vazgeçebilmekte, zaten değer de insanın özüne hitap ederken, ilke daha çok toplumla ilgili bir şeydi. Sefiller boşuna sefiller olmamış, günümüz klasiklerinden olan bu roman tamamen bunu anlatmıştı. Depp’in diğer önemli bir özelliği vahşi batıda zayıf olmanın gücünü sonuna kadar kullanmış olmasıydı. Zaten öyle de değil mi idi, küçük bir çocuğu yaşça büyük biri dövdüğünde herkes kızarak duruma müdahale ederken aynı küçük çocuk benzer şekilde büyük birini dövdüğünde bu defa maalesef herkes gülüp geçmekteydi. (Not: 7.5)
Levent Uğurses
Bohemian Rhapsody, Venom: Zehirli Öfke ve Spinning Man
Televizyonlarda daha henüz TRT dışı kanallar pek yok iken, o dönem yabancı maç ve şovları sadece batının Middle East kanalı üzerinden izlerdik. Hatırlarım o yıllar en keyifli anlardan biri de kitleleri etkileyen şovuyla Freddie Mercury liderliğindeki muhteşem Queen konserleri olurdu. Sesi, azmi ve hayranlarıyla kurduğu özel bağ sayesinde efsane olan sarkıcının sıra dışı yaşam öyküsünü anlatan “Bohemian Rhapsody” adlı filmde Freddie’yi oynayan Rami Malek’in performansı gerçekten görülmeye değer türdendi. Üstelik ego yapmayarak şarkıları bizzat kendi söylememiş, yüksek oktan Allah vergisi orijinal sese sadık kalmıştı. Bu Oscar alması konusunda kendisine dezavantaj da yaratsa, hayran kitlesine saygı esasında oldukça doğru verilmiş bir karardı. Freddie’nin biseksüel tercihinden, HIV virüsüne kadar tüm yaşadıklarını detaylı bir şekilde ele alan filmde Freddie’nin yalnız kaldığı zaman artan korku, endişe ve pişmanlıkları müzikle meşgul olduğu her an doğal olarak gittikçe azalmaktaydı. Freddie’nin en beğendim yanı çevresindekilere kıyasla ne onlar kadar neticeyi küçülten ne de abartan olmasıydı. Düzen hümanist olmayıp daha çok katkıya bakarken, Freddie’de olduğu gibi yaşadığın sorunlar ne pek öyle dikkate almazdı. Artan popülaritesi Freddie’nin dış dünyayı daha da bir önemsemesine sebep olurken, keşke babasını daha çok dinleyip, zahiri yönüne birde batınılıgı eklemiş olsaydı. Böylesi bilinenden bilinmeyene gelişimini de çok daha hızlandırmış olacaktı. Sebebi de apaçık ortadaydı: Akıl kalple buluştuğunda, organizasyon hep çift kanatlı olmaktaydı. (Not: 8)
Aksiyon ve temponun dozunda olduğu “Venom: Zehirli Öfke” adlı filmde başroldeki Tom Hardy ile canlandırdığı karakter arasındaki uyum oldukça üst düzeyde idi. Yeryüzünde hakim olma savaşı veren ulusal ve küresel güçlerin süregelen mücadeleleri çizgi kahramanlar dünyasında da Marvel ve DC Comics üzerinden bir şekilde devam etmekteydi. Tarzı gereği filmden Shakespearevari bir diyalog beklemek çok gerçekçi değilken, patlamış mısır keyfine eşlik edebilmesi benim için zaten yeterli bir düzeydi. Çömez bir muhabirken Venom adlı simbiyoz bir organizmanın taşıyıcısı duruma düşen Hardy beden ve zihni arası kopukluklarla mücadele ederken, peşine düşenleri de birlikte güçlü bir kimya oluşturduğu Venomla yenme azmindeydi. Genelde kötü iyiyi ezerken, iyi de düzende takva ile korunan idi. Elbette herkes eşitti ama takva sahibi olan eşitler arasında biraz daha önde idi. Hardy kötülere karşı olan mücadelesinde bazen kendi de kötü olurken, böylesi kendi iç dünyasında büyük de bir çelişki yaratmaktaydı. O kadar ki birleşmede ulaşmak istediği ben ya da biz birlikte bir türlü olmamakta, biz korunduğu halde ben ise hep yok olmaktaydı. Kötüyken kazanmak onun için asla yeterli olan değildi, çünkü onun da bildiği her ne kadar kaya gülü ezse de, kaya sonunda hep kaya, gül ise hep gül kalacaktı. (Not: 6.5)
ABD ile Türk seçmeni arasındaki en belirgin fark bizde politikacının doğruluğundan çok ne yaptığı ile ilgilenilirken, onlarda sözde doğruluk yapılandan çok daha önemli olandır. Mesela Hillary Clinton ile evli önceki başkanlardan Bill Clinton’ın Monica Lewinsky ile yaşadığı yasak aşk seçmenin fazla dikkatini çekmezken, sorgulamada Clinton’ın ilişki hakkındaki yalan beyanı oy veren kitleyi daha bir öfkelendirmişti. Bizde ise politikacılar tarafından verilen onca yalan vaat tekrar seçim kazandırabilirken, ortaya çıkan yasak bir ilişkide doğru da söylense verilen kredi sonunda tamamen tükenebilirdi. “Spinning Man” adlı izlediğim bu filmde evli ve başarılı bir profesörün öğrencisi ile yaşadığı ilişki sonrasında onu çok seven karısı da aynı ABD’li seçmen gibi oldukça haklı bir tepki vermişti. Minnie kocasının tüm açıklamalarına başta yürekten inanmış, sonrasında polisin yaptığı aksi tespitle kocasına verdiği tüm desteği tamamen askıya almıştı. Filmde polis şefini canlandıran Pierce Brosnan araştırmalarında en ince detayları sorgularken, maalesef aynı felsefe gibi karşılığında hiç bir anlamlı cevap üretememekteydi. Neyse ki en azından bütünde karışık olan konuları parçalayarak, anlaşılması çok daha kolay bir hale getirebilmekteydi. Benzeri elma ile portakalın kıyasında da vardı. Meyve olarak kıyaslamak çok doğru değilken, vitamin ve seker düzeyinde karşılaştırmak pek tabi de mümkün olandı. (Not: 7)