Rauf Arditti
Türkiye’den küresel gıda perakendecisi çıkar mı?
Küresel gıda perakendecisinden kastımız ne? En az 5 ülkede etkin ve en az 10 milyar ABD Doları ciro sağlayan şirket olarak ele alalım. Kimdir bunlar?
Bunlara karşın Türkiye’deki en büyük perakende zinciri Migros’un yurt dışında 4 ülkede mağazası var (Makedonya, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan). BİM’in ise Fas’ta 10 yeni mağaza açacağı açıklandı.
Yanda sıraladığımız küresel zincirleri çıkaran ülkelerin kültürleri, yaklaşımları, yönetim felsefeleri, insan kaynakları ve finans olanakları ile Türkiye nasıl kıyaslanabilir? Türk perakendecileri de ülke zenginliklerinden güç alarak, en azından bu bölgede önemli oyuncu olmaya soyunabilirler mi?
Perakendenin uluslararası şirketleri neden ABD, Almanya veya Fransa’dan çıkıyor? Dünyanın en büyük araç (artık ABD hariç!) veya ilaç üreticileri de oralardan kaynaklandığı için herhalde. Büyük bankalar da (veya eskiden büyüktüler) aynı ülkelerden çıkıyor. Gelişme süreçlerine göreceli olarak erken (19. yy) başlamışlar, imparatorluklar kuran, eğitime önem veren, sanayileşen toplumlar olarak süregelmişler.
Başka yetenekleri de var mı? Örneğin Fransa’nın güçlü olmasının nedeni gıda sanayisinde çeşitliliğin ve perakende sektöründe keskin rekabetin 1960’lı yıllarda (Carrefour, Promodes, Auchan, Leclerc hep aynı dönemde kuruldu) başlamış olması. Carrefour’un 1970 ve 80’lerde ilk İspanya ve Brezilya yatırımları da kültürel olarak Fransızlar’a kendilerini yakın hisseden pazarlardan alevlendi.
ABD’de Wal Mart, ekonomisi en büyük ülkede olmanın avantajlarından yararlandı. Fakat yurt dışına açılması yakın bir döneme (1990’lar) rastlar: Meksika, Brezilya, ardından Almanya, İngiltere ve Çin. Wal Mart’ı büyüten esas anlayış tüm veri tabanını (lojistik, tedarik ve satış) uydular yoluyla her an takip etmek için yaptığı dev yatırımlardır.
Almanya başka bir noktadan geldi. 1920’lerin hiperenflasyon zamanlarından bu yana Almanlar tasarrufçu bir ulus olarak bilinirler. Fiyata en duyarlı milletlerden oldukları için hard discount’çular (Aldi, Lidl) ilk başarılarını orada kazandılar ve iş modellerini tüm Avrupa’ya yaydılar. Metro ise toptancı üstü fikrini en esaslı uygulayan şirket olarak üstünlük sağladı.
Dikkat ederseniz İtalya yok bu listede. Çünkü bu Akdeniz ülkesi 50 yıldır uyguladığı perakende sektörünü koruma politikalarının, kendi işletmelerini ne kadar zayıflattığını geç fark etti. Uzun bir süre dış ülkelerden yatırım kabul etmedi. Sonunda öz şirketleri güçsüzleşti ve bugün İtalya’nın tüm büyük gıda perakendecileri uluslararası şirketlerin (Carrefour, Auchan) kontrolünde. Farklı olan yalnız Coop Italia. O da komünist bir kooperatif olarak satın alınma olanağı olmayan bir yapıda.
Türkiye’den küresel/bölgesel perakendeci çıkar mı? Çıkmasına çıkar:
• Türkiye’nin kültürü ihraç edilmeye uygundur. Yemeklerinin kalitesinden ve lezzetinden tutun da, televizyon dizilerinin albenisine varıncaya kadar cazip olan bir yerde yaşıyoruz. Türkiye dışında yaşayan birçok tüketici bu ülkenin ürün ve hizmetlerini almaya hazır olacaktır.
• Türkiye’nin büyük iç pazarı vardır. Ülke pazarı büyük olmayan perakende sektörünün bölgesel oyuncu olma şansı yoktur. Birçok dalda rekabetçi olmalarına rağmen Avusturya veya İsviçre uluslararası gıda perakende zincirleri oluşturamamışlardır. Portekiz veya Macaristan da öyle. Hollanda veya Belçika kökenli büyük perakendecilerin ilk çıkışları ise şöyle: Pazarlarını yalnız kendi ülkeleri olarak görmediler. Belçika, Hollanda, Almanya’nın batısı, Fransa’nın kuzeyi aynı karakteristik özellikleri taşıyor. Bu bölge tek pazar konumunda!
• Türkiye’nin etki alanı genişlemektedir. Balkanlar’dan (Romanya, Bulgaristan, eski Yugoslavya) başlayarak, bazı Akdeniz (Mısır, Tunus, Fas) ülkelerine, Kafkaslar’a (Azerbaycan, Gürcistan), Orta ve Yakın Doğu’ya (Ürdün, Körfez Emirlikleri, Irak, İran, Pakistan), Türki Cumhuriyetleri’ne (Kırgız, Kazak, Türkmen, Tatar, Özbek vb) ve Ukrayna ile Rusya’ya uzanan coğrafyada Türkiye’nin etkisi giderek artmaktadır. Dış politikası da bu ülkelerde yakından takip edilmektedir.
• Türkiye’de hizmet anlayışı gelişmektedir. Bu noktada Fransa veya İtalya ile kendimizi kıyaslarsak eğitim eksikliğimizi özveri ve azim ile kapatıyoruz diyebiliriz. Hedefi iyi çizildiği takdirde insanımız verimli çalışmaya açıktır.
• Türkiye’de perakendecilik becerileri hızla ilerlemektedir. Metro’nun Türkiye’ye geldiği 1990 yılından beri yerli sermayeli zincirlerin yetenekleri, satın alma ve satış becerileri hızla yükselmiştir.
Yukarıdaki avantajlara rağmen Türk gıda perakendeciliğinin en büyükleri halen uluslararası sermayeli şirketler olmaya devam etmektedir. İdeal formül ise ulusal sermayenin getirdiği Türkiye anlayışı ile uluslararası sermayenin becerilerini harmanlamaktan geçiyor. Migros (BC Partners/Turkven/Bülent Özaydınlı) ve CarrefourSA (Carrefour/Sabancı) bu modelin iyi örnekleri arasında.
Salt yerli sermayeli zincirlerimizin durumu ne olacak? Kanımca yol haritası şöyle:
• Sermaye gereksinimi için uluslararası şirketlerle iş birliği yapılabilir. Türkiye daha uzun bir süre sermaye yetersizliği çeken bir ülke olmaya adaydır. Bankalar dışında borç olanakları son derece kısıtlıdır. Batı’nın sık kullandığı uzun vadeli borçlanma tahvilleri Türkiye’de, devletin bu piyasayı tamamıyla kontrol etmesinden dolayı, yok gibidir. Bankalardan borçlanma ise kısa vadelidir ve yatırımlar için kullanılmamalıdır.
Bu koşullarda ulusal sermayeli perakende zincirlerimizin yurt dışı ile iş birliği yapmaları, hisse alışverişinde bulunmaları ve uzun vadeli programlar çerçevesinde kısmen kontrolü paylaşmalarında yarar var. Bazı Türk patronlarımıza bu yöntem çok güç hatta ‘onur kırıcı’ bile gelebilir. Fakat bölgesel oyuncu olmak için bu yollardan geçmeliyiz.
• Hükümran kültürümüze ‘paylaşımcı’ bir kavram kazandırabiliriz. Yerli sermayeli zincirlerimizin yöneticilerinin demeçlerine veya kurumsal broşürlerine bir göz atarsak sık sık ‘Yabancılara bu kadar taviz vermeyelim’, ‘Biz bu işi daha iyi biliriz, çünkü biz buranın çocuğuyuz’ gibi satırlara rastlarız.
Bölgesel hedefleri olan bir Türk şirketinin ihraç edeceği kültürü veya yönetim ruhunu gideceği ülke koşullarına uyarlaması gerekir. Vatanseverlikten kopmadan fakat fazla da abartmadan bu toprakların cazip yanlarını paylaşmaya hazır olmalı. Yoksa gidilen ülkede bize de ‘yabancı’ muamelesi yapmaları işten değildir. ‘En büyük Türkiye’ demenin bir başka yolu en iyi hizmeti, en dürüst fiyatlarla, en doğru zamanda sunmaktır.
Sonuçta küresel olmasa dahi bölgesel perakendeci olmaya aday şirketlerimiz var. Doğru felsefe ve yöntemlerle onları Kişinev’den Kahire’ye, Tunus’tan Taşkent’e, Belgrat’tan Bağdat’a uzanan bir haritada görmeyi bekliyoruz
Dünyanın önde gelen gıda perakendecileri (*)
2007 Ciro Ülke (USD milyar) Sayısı • Wal Mart (ABD) 375 14 • Carrefour (Fransa) 113 33 • Tesco (İngiltere) 95 13 • Metro (Almanya) 88 32 • Lidl/Kaufland (Almanya) 69 24 • Aldi (Almanya) 58 15 • Rewe (Almanya) 52 14 • Auchan (Fransa) 49 11 • Leclerc (Fransa) 45 6 • Intermarche (Fransa) 41 8 • Ahold (Hollanda) 39 9 • Casino (Fransa) 32 11 (*) Deloitte – Perakendenin Küresel Güçleri 2009. Yalnız 5’ten fazla ülkede faaliyet gösteren ve cirosu gıda ağırlıklı olanlar seçilmiştir. |
Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Haziran 2009 – 4. sayısında yayınlanmıştır.
Rauf Arditti
Komplo teorilerine inananlar ile dolandırıcılık kurbanları aynı grupta
Eskilerden iki dolandırıcılık örneği:
- Batı Afrika’nın küçük ülkelerinden Sierra Leone’den bir mesaj gelir: “1000 adet elektronik teraziye acilen ihtiyacımız var. Hemen gönderebilir misiniz? ABD bankası üzerine keşide edilmiş çekle ödemeye hazırız”. 5 milyonu bulmayan nüfusu (o tarihlerde) ve gelişmemiş perakendeciliği ile bir defada 75 milyonluk Türkiye’den daha fazla elektronik terazi isteği şüpheye yol açar. “Numune olarak 10 adet gönderelim, çeki önceden görelim” deriz. Çek gelir: Bir Kuzey Karolina bankası tarafından hazırlanmış görünümü veren kabartma imzalı gerçek banka çeki! Türkiye’de Bankamıza ibraz eder ve “bu çek karşılığında hesabımıza, bize rücu edilmeden, ödeme yapar mısınız?” diye yazarız. Bankadan güvence alarak terazileri ihraç eder ve çeki bankaya veririz. Tutar hesabımızdadır. 2 ay sonra çekin karşılıksız olduğu New York’daki clearing banka tarafından haber verilir, Bankamız bizden iade edilmesini istediğinde, kendilerinin verdiği teminat bizi kurtarır.
Çeki hazırlayan taraflar, Türkiye – New York — Kuzey Karolina arasındaki çek yolculuğunun yavaş olmasından yararlanarak yüzlerce Türk firmasını dolandırır. Çoğu önceden bankalarından teminat almadıklarından meblağı iade etmeye mecbur olurlar.
- İngiltere’de saygın başlıklı, Ortaçağ antetli, itibarlı isimli bir firmadan mektup gelir: “Papalık ile çok sıkı ilişkilere sahip olan ortaklarımız sayesinde onların fonlarından 10 milyon USD kredi vermeye hazırız.” Papalığın parası sizde ne arar? “Gizli olduğundan normal bankalar yerine bizi tercih ettiler” diye yanıt gelir. İlişki kurulduğunda, bir süre sonra “Almanya’daki şu hesaba $ 50,000 yatırdığınızda hemen para hesabınıza geçecektir.” 50.000’i, bir 40.000 daha, bir de 15.000 $ takip eder. Dolandırıldığınızı fark ettiğinizde paralar gitmiş, iş bitmiştir.
Bu klasik finansal numaralar ‘80 ve ‘90’larda çok revaçtaydı. Yüzlerce firma dolandırıldı, bazıları Avrupa’da veya Afrika’nın ücra köşelerinde haftalarca kalıp sorumluları bulmaya çalıştılar. Hepsi nafile!
Bugünün ‘meslek erbabı’ saf kişisel yatırımcıları tercih ediyorlar, herhalde iş insanları artık tecrübe kazandıklarından veya kamu bankalarından daha kolay (!) kredi bulduklarından.
Tosuncuk, Thodex… Neden bu işler yurt dışına göre Türkiye’de daha yaygın? Yalnız finansal okuryazarlığımızın daha düşük olmasından mı kaynaklanıyor?
Komplo teorilerini kabul etmeye daha yatkın bir halkımız var. Baştakiler 70 yıllık müttefik ve TSK’in yüksek oranda envanterini sağlayan Amerika’yı “başdüşman” ilan ederken, TL’in düşmesinin nedeni olarak Londra’da “faiz lobisini” gösterirken sade vatandaşın da “demek bizim bilmediğimiz birşeyler var” demesi normal.
Bilmediklerini ona gösterecek, öğretecek birileri çıkarsa, özellikle de dost ve akrabaları kısa bir süre içinde oradan para kazandılarsa fazla araştırmaya gerek yoktur. Bağımsız sorgulamaya ulus olarak pek alışık olmadığımızdan hatta bu düşünce tarzı resmen caydırıldığından, ötesi özgüven eksikliğimizden sürü misali takip etmeye hazırız.
Dolandırıcılık ifşa edildiğinde dahi “Ya dayak yememiş, ya sayı bilmiyor” misali rakamların sorgulanması zayıf. “2 milyar dolar” ile kaçtığı iddia edilen kişi bu paraları nereye saklayacak? 100 dolarlık kupürler olsa toplam 1250 m3’den 14 kamyon dolusu nakit eder. Bugün herhangi bir bankaya 1000 $ nakit ile gittiğinizde seksen soru soruyorlar “kaynağı nedir?”diye.
200 milyon $ (1,6 milyar TL) deselerdi daha makul idi. Anaparası o kadar olmalı, kripto ile 10 kez yükselmiş halinden bahsediyorlar, herhalde.
Skandali yazan muhabirler dahi “komplo teorilerine” kurban gitmişler sanki…
Bu yazı son açıklanan “kaybolan para 100 milyon dolardır” haberinden önce kaleme alınmıştır.
Rauf Arditti
Türkler yurtdışında düşman mı sayılır, dost mu?
Son yıllarda ve özellikle son aylarda giderek Türkiye ve Türklerin yurtdışında dostunun olmadığı, genelde düşmanca davranıldığı ve bu topraklarda yaşayanlara uluslararası çapta olumsuz bakıldığı bizlere aşılanmaktadır.
Doğru mu, öyle ise ne kadar doğru?
Değerlendirmelerim 50 yıllık seyahat deneyimlerime, Batı’da ve Uzak Doğu’da kişisel temaslarıma, iş dünyasından tanıklıklarıma ve ömrüm boyunca Türkiye (ve Osmanlı) üzerine okuduğum yüzlerce kitap ve onbinlerce makalenin bende bıraktığı izlenimleri içerir.
İtalya’da ‘’Mama, li Turchi!’’ (Anne, Türkler geliyor!) Osmanlı donanmasının Güney İtalya’da 16 ve 17. yüzyıllarda işgal ettiği kentlerde yapılan katliamlara atıfta bulunan ve çocukları korkutan bir deyimdi. Fakat Cumhuriyet ile birlikte İtalya’nın Türkiye’yi bir nevi ‘’Akdeniz kardeşliği’’ kapsamında görmesi, önemli sanayi yatırımları (Fiat vb), Türkçe’de İtalyanca’dan kaynaklanan sözcüklerin çokluğu (sigorta, kambiyo, …) ve bir turizm ülkesi olarak benimsemesi, iki halk arasındaki dostluk ilişkilerinin gücünü saptamıştır. OLUMLU.
Fransızların Türklere bakışı tarih boyunca olumludan, son yıllarda giderek olumsuzluğa doğru yol almaktadır. 1525’de Kanuni ile 1. François arasındaki mektup teatisi, 19. YY’de Kırım’da Osmanlı askerleri ile Fransızlar’ın ortak savaşlarına varmış, Sevr Anlaşması ile ilişkiler bozulmakla birlikte Cumhuriyet ile yeniden canlanmış ve NATO bünyesinde müttefik olmuşlardır. Tanzimat reformlarının ve Atatürk devrimlerinin büyük çapta Fransa’dan ilham alması, Türkiye’de 1950’lere kadar en önemli yabancı bilgi ve yasa kaynaklarının Fransızca olması ve ülkede en önemli otomotiv ve perakende yatırımlarının Paris’den yönlendirilmesi ilişkilerin sıcaklığına kanıttır. Yalnız Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini Sarkozy’nin engellemesi, Macron’un Fransa’da yaşayan Müslümanların laik sistemi sıkıca benimsemeleri gereğinin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından onaylanmaması ve Akdeniz’de rekabet iki ülkeyi birbirlerinden soğutmuştur. Fransa’nın Türkiye’de yeni yatırımlar için iştahı yoktur. ÇEKİMSER.
Almanya, uzun süre Osmanlı ile müttefik olmasının ötesinde Hitler yasalarına göre dahi Türklerin ‘’untermenschen’’ (alt ırk) addedilmemeleri Alman toplumunun bakışını özetler. 1960’larda Gastarbaiter döneminde Anadolu’dan göçedenlerin Balkanlar’a kıyasla tercih edilmeleri, çalışkanlıkları ve mütevazi yaşamları, Türkiye’de hayat kuran Almanlar iki ülke arasındaki dostluğu bugünlere taşımış ve Avrupa’da bize en yakın ulus ünvanını almıştır. BioNTech kurucuları Özlem Türeci ve Uğur Şahin’in Liyakat Nişanı’nı hak etmeleri de sempati hanesine yazılmalıdır. OLUMLU’yu korumaya çalışıyorlar.
İngiltere, Filistin ve Çanakkale dışında Türkler’le genelde karşı karşıya gelmemiş, aksine tarih boyunca Osmanlı’yı desteklemiş ve yakınlarda Kore’de ve Afganistan’da omuz omuza savaşanlar olarak Türkiye’ye Avrupa’da en yakın duranlar arasındadır. Göç edenlerin genelde meslek sahibi olmaları, Londra’nın finans merkezi olarak İstanbul ile ilişkileri, Boris’in Türk ecdadı iki ülkenin dostluğunu pekiştirmiştir. Uzaktan OLUMLU.
A.B.D. Türk diasporasının en eğitimli, en girişimci kesimini yansıtır. İki silahlı kuvvet arasındaki sıkı işbirliği ve Kore Savaşı, Amerikan üniversitelerinden yetişenlerin Türkiye iş dünyası ve siyasetteki güçleri, Ortadoğu’da zaman zaman beliren aykırılıklara rağmen ittifaklarını tamamen zedelememiştir. Yalnız Amerikalılar’ın Türkiye’ye genelde olumlu bakışı, Türklerin aynı olumluğu onlara göstermesine imkan vermemiş ve ABD’nin Türk kamuoyunda, Ankara’nın da dürtmesiyle, “faili meçhul”ler kategorisinde yer almasına yol açmıştır. HALKINA OLUMLU, hükümete olumsuz.
Ruslar, Türkiye’ye hislerle değil, maddiyatla bakarlar. Domates ve güneş varsa ne ala, yoksa tarihsel hasımlık yakın dönemde kendini işlemsel süreçlere terk etmiştir. Anti-roket sistemi ve doğal gaz verelim fakat finans desteği istemeyin bizden. Türklerin kuzey komşularına muhabbet düzeyleri oralara göndermedikleri üniversite çağındaki gençlerinden bellidir. ÇEKİMSER.
Arap ülkeleri, hala affetmediler Atatürk’ü; Hilafet’in ilgasından dolayı. Çöldeki rüzgar gibi sık sık dost/düşman olma halleri devam eder. Türkler pek sevmezler Arapları ama ‘Ne yapalım, para onlarda idare etmeliyiz’ derler. Araplar’ın Türkiye’ye bakışları da hala Osmanlı hükümranlığının etkilerini taşır. OLUMSUZca.
İsrail, Türkiye için önemli ülkedir ama diploması olarak değil de iç siyasette koz bakımından. İsrailliler Müslüman alemde kendilerine en yakın buldukları Türklerden AKP yüzünden son yıllarda soğudular fakat ticaret hararetini koruyor. Tel Aviv’de “Turko” sözcüğüne muhakkak gülümseme ile onay verilir, tüm sıkıntılara rağmen. OLUMLUYDU, şimdi ÇEKİMSER.
Japonya ve Kore, kahramanlık ve tarihsel güç olarak bakar Türkiye’ye. Ufuklarında pek Türk yoktur ama bilinç altında olumsuzluk yatmaz. ÇEKİMSER.
Kısaca Türkiye ve Türklerin düşmanları az, dostları fazladır. Ülkeyi ziyarete gelenlerin büyük çoğunluğu üzerinde olumlu iz kalır, konukseverlik ve sofranın paylaşılması bakımından. Çoğu da üzülüyor bu kadar zenginlik içeren bir ülkenin neden bu kadar fakirlik yarattığına.
Rauf Arditti
Boğaziçi’nin kabusu, Türkiye’yi tökezletir
Ben bir ‘’Boğaziçi’’liyim. 1969’da makine mühendisi olarak Robert Kolej Yüksek Okulu’ndan (Boğaziçi Üniversitesi’nin üzerine bina edildiği 160 yıllık temel) mezun oldum. Bitirdiğimde ömrümün yarısından fazlasını (13 yıl – İngilizce hazırlık, ortaokul, lise, yüksek okul) orada geçirmiş, eğitim görmüş, arkadaşlar edinmiş, yetenek kazanmış, dünya görüşüm şekillenmişti.
Okulumuzda veri enjeksiyonu yoktu. Öğrenirdik ama ezberlemezdik. Daha ortaokul ve lise yıllarında dahi hocalarımız (özellikle matematik, fizik ve kimya) sınavlara kitaplarla girmemize ve açıp bakmamıza izin verirlerdi. İmtihanlar formül hatırlamaya değil, soruları öğrendiklerimizle çözmeye yönelikti. Sanki bilgiye kolayca ulaşılabilen internetin geleceği 1960’larda öngörülmüştü.
Okulumuzda sosyal etkinliklere, meraklara ve spora neredeyse dersler kadar önem verilirdi. Yalnız ‘hafız’ lakabıyla bilinen kuru bilgili kişi yetiştirme yerine, daha çaplı karakter geliştirme, dostluklar kurma, çevremizi geniş açıdan değerlendirme gibi yetiler ön plandaydı.
Okulumuzda eğitmenler (Amerikalı veya Türk) ile öğrenciler arasında korku ve mesafe yerine birbirimizden öğrenme ve saygılı arkadaşlık kurulması amaçlanırdı. Bizden daha deneyimlilerden, dünyayı gezmiş olanlardan ve sonuçta daha bilgili olanlardan dersler dışında da yararlanıyor ve ufkumuzu açıyorduk.
Tüm bu ortam ve gelişme sürecinde İngilizce’ye bihakkın hakim olmuş, yanında ikinci (Fransızca veya Almanca) bir dilde de meramımızı anlatacak düzeye gelmiştik.
Varsa, farklılıklarımızın yoksulluk ve düşmanlığa değil, zenginlik ve dostluğa yol açtığını da keşfetmiştik, yıllar içerisinde.
Bu güzide okulun geleceği tehdit altında. Yukarıdan atamaların dahi karşılıklı anlayış ve kabul görmesi gerektiği bu hassas dönemde Boğaziçi’nin başına getirilen rektörü üniversite bünyesi, öğrencileri, öğretim üyeleri kabul etmiyorlar. Boğaziçi şu anda ‘kabus’ görüyor. Bu tutum devam eder ve kurumun esas gücü olan özerkliği ve özgür ruhu yok olursa, yetenekli öğrenciler yabancı ülkelerin eğitim kurumlarına yönelir ve Türkiye’ye dönüş yapmamaları riski yükselir.
Boğaziçi neden ülkenin geleceği ve kalkınması için bu kadar önemli?
Türkiye’nin istihdam sağlaması ve halkının mutluluğu için yatırıma gereksinimi var, özellikle sanayi ve hizmetlerde inovatif olanlara. Bu yatırımlar 3 kaynaktan gelebilir:
- Yerli özel sektör,
- Uluslararası özel sektör,
- Devlet.
Kamunun finans imkanları başka ihtiyaçlara cevap verdiğinden, yerli sermayenin de kısıtlı durumundan dolayı göre ülke, gelecek onyıllarında uluslararası sermayeye giderek daha fazla çağrı yapacaktır.
Uluslararası sermaye güven arar. Boğaziçi mezunları geçmiş yıllarda Avrupa, Amerika ve Asyalı’nın düşünce tarzına ve teknolojisine uyumları ile tanındıkları gibi yatırımları iyi yönetecek kadrolar da oluşturdular. Onları yetiştiren üniversitelerine haklı itibar kazandırdılar.
Dünyayı tanımak, dostluklar kurmak ve yabancı yatırımcıları harekete geçirmek ‘’yerli ve milli olmamak’’ değildir. Aksine Türkiye’yi sevmek, yüceltmek ve zenginleştirmektir.
Bu kurumun yetiştirdiği bir yurttaş olarak ben de uluslararası sermayeyi Türkiye’yi tanımaya ve yatırıma çaba harcadım. 1980’lerde Japonlarla birlikte elektronik terazi (Digi) kavramını tüm ülkeye yaydım. 1990’larda gıda perakendeciliğine yönelik sanayi yatırımlarını özellikle Fransa’dan sağlamada katalizör görevi gördüm.
En gurur duyduğum proje şimdiki Carrefour’un ilk nüvelerinden Continent grubunu ülkede yatırım yapmaya ikna etmekti. Perakendecilikte birçok yerli elemanın yetişmesine ve bugün önemli görevlere gelmelerine vesile oldumsa ne mutlu bana…
Kurulduğu 1863’den bu yana ve özellikle Cumhuriyet’le birlikte çalışkan ve vatansever kadrolar yetiştiren Boğaziçi’nin başarılı sistemine dokunmayın, yazık olur.
Yetişmemde, girişimci ruhumda ve varsa Türkçe’ye hakimiyetimde Robert Kolej’in ve Boğaziçi’nin hocalarının katkılarını saygıyla anıyorum.
-
Firmalardan6 ay önce
HADİ, bankacılığı değiştirmeye geldi
-
Firmalardan5 ay önce
Propay Ödeme Teknolojileri’nden Ar-Ge’ye dev yatırım
-
Açılışlar5 ay önce
Lee ve Wrangler, sürdürülebilir odaklı ilk mağazası Cevahir AVM’de
-
Genel Haberler5 ay önce
Markalar tek ses olup hükümetten beklentilerini dile getirdiler