Rauf Arditti
Türkiye’nin en büyük gıda perakendecileri
Türkiye’de ciro yapan gıda perakendecisi, uluslararası açıdan henüz emekleme safhasında! 8 zincirin toplam cirosu 14.6 milyar TL, 10 milyar $ bile etmiyor. Sektörün ekonomi içindeki yeri ise henüz beşinci sıralarda.
Retail Türkiye’nin geçen sayısında “Türkiye’den küresel gıda perakendecisi çıkar mı?’’ diye sormuş ve dünyanın önde gelen zincirleri ile kıyaslayarak “küresel olmasa bile bölgesel lider olmaya aday perakendecilerimiz var’’ sonucuna varmıştık. Bu eğilimimizi de ülkenin iç pazar büyüklüğünden tutun da, kültürünün ihraç potansiyeline varıncaya kadar bir seri gözlemimiz üzerine konuşlandırmıştık.
Fortune Türkiye dergisi, Temmuz 2009 özel sayısında, ülkenin ciro bakımından en büyük 500 şirketini sıraladı. Listede yer alan gıda perakende zincirlerimizin performanslarını ele alırsak ve onlara özel (yalnız gıda perakendecileri) bir tablo oluşturursak ortaya neler çıkıyor?
Bu fotoğrafı yorumlayalım:
1) Türkiye’de ciro yapan gıda perakendecisi, uluslararası açıdan henüz emekleme safhasında! Listede yer alan 8 zincirin toplam cirosu 14.6 milyar TL, 10 milyar $ bile etmiyor. Halbuki ‘küresel’ tanımını ’en az 10 milyar ABD Doları ciro’ olarak belirtmiştik. Perakendecilerin en büyüğü Migros’un bile bu noktaya varması en aşağı 8 yıl! Tabii büyüme hızı 2008’deki % 5,8’den % 9’lara doğru çıkarsa (beklentiler yönünde) bu süre kısalabilir.
3) Bu arada Türkiye’nin başa güreşen ve kayıtlı gıda perakendecilerinin toplam ekonomi içindeki payları, Batı Avrupa ülkelerine kıyasla da düşük görünüyor. Fakat bu sonuca hemen varmamız pek sağlıklı olmayabilir zira gıda perakendeciliğinin ancak % 27,5’i organize gıda perakendeciliği kapsamındadır (AMPD). Daha gidilecek ne kadar yol olduğunu kavramak bakımından ilginç!
4) Gıda perakendecileri az para kazanıyor! 2008’de Carrefoursa’nın gayrimenkul satışından kaynaklanan olağanüstü karını (404 milyar TL) hesap dışı bırakırsak, 7 firmanın toplam net karı, cironun yalnız % 2,43’ü. Listenin üstlerinde yer alanlar karlarını önemli ölçüde arttırmış. Migros % 5,2 ile parlıyor! BİM’in 2007’e göre ciro değişimi % 42,4, 2008 karlılığı da % 2,7. Demek büyük ciro, beraberinde büyük karlılığı da getiriyor.
5) Cirolar, aktif ve öz kaynakların önünde seyrediyor!
4,2 milyarlık cirosuyla 18’nci olan BİM, öz kaynak sıralamasında ancak 93. sırada. Ciro olarak 136’da bulunan Adese Alışveriş Merkezleri, aktiflerde 223. öz kaynaklarda ise 290. sırada. Tabii bu durum aktif ve öz kaynakları ‘gayet iyi kullanmanın’ bir göstergesi olarak da algılanabilir… ‘Yalnız karlılığın yüksek olması halinde geçerlidir’.
Biraz da ‘müneccimlik’ yapalım, bakalım bu liste önümüzdeki yıllarda nasıl değişecek, kim kimi geçecek? Yorumlar tamimiyle yazara aittir ve hiçbir kurum veya kişi bunlardan sorumlu (!) tutulamaz.
• Migros satılır mı?
Türkiye’nin en başarılı gıda perakendecisi Migros’un sahibi olan Moonlight Capital’ın kontrolü BC Partners (Londra) yatırım fonunda. BC Partners’ın bir şirket satın almaya girişmesi ile onu elden çıkarması arasındaki ortalama süre 5 yıl. 1986’da kurulan fon, şimdiye kadar 18 şirketi satarak yatırımlarına esaslı karlar yazdırmış. Migros’un da farklı olması beklenmez.
Tabii bu boyda bir perakende şirketini satın alacak grup, büyük olasılıkla sektörden küresel bir oyuncu olacaktır. Türkiye’yi gözleyen ve henüz adım atmamış bir ABD veya bir Fransız şirketi olabilir mi?
• Sıralama değişir mi?
Büyük bir hızla mağaza açmaya devam eden ve 2008’de inanılması güç bir performans gösteren BİM’in ilk sıraya oturması olanak dışı değil! Organik büyüme yanında inorganik (başka zincirleri satın alarak) ilerlemeye de önem vermek gerekir. Bu kapsamda Migros ve Carrefour’un avantajları ortada. Paraları var ve satın alma iştahları devam ediyor. İlk 3 ile diğerleri arasındaki fark açılacaktır.
Yerel markalar arasında konsolidasyon beklenebilir. Özellikle de kar etmeyen veya düşük karlarla çalışan zincirler arasında.
• Listeye yeni oyuncular girer mi?
Güçleşiyor! İlk 500’e girmenin alt cirosu 80 milyar. (2009’da 90 olabilir) Fakat Türkiye’de gıda perakendeciliğinde ’oyuncu’ olmanın asgarisi büyük olasılıkla 500 milyar TL! Listeye yeni girecek olan zincirin; ciroyu büyüterek, kar etmeye devam ederek ve kendini satmadan bu düzeye yükselmesi için özel yeteneklere sahip olması gerekiyor.
• Yurt dışından gelecek var mı?
Sıfırdan başlama zamanı geçti. En son Tesco, Kipa’yı aldı ve onun bile geçen yıl ettiği zarar ortada. Küresel perakendeci, bundan böyle ancak çalışan bir işletmeyi alır ve büyütür. Orada da ilk 5’e oynamak isteyecektir. Satın alabileceği adaylar da belli!
Fortune 500’ün bizde bıraktığı izlenimler böyle.
Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Temmuz 2009 – 5. sayısında yayınlanmıştır.
Rauf Arditti
Komplo teorilerine inananlar ile dolandırıcılık kurbanları aynı grupta
Eskilerden iki dolandırıcılık örneği:
- Batı Afrika’nın küçük ülkelerinden Sierra Leone’den bir mesaj gelir: “1000 adet elektronik teraziye acilen ihtiyacımız var. Hemen gönderebilir misiniz? ABD bankası üzerine keşide edilmiş çekle ödemeye hazırız”. 5 milyonu bulmayan nüfusu (o tarihlerde) ve gelişmemiş perakendeciliği ile bir defada 75 milyonluk Türkiye’den daha fazla elektronik terazi isteği şüpheye yol açar. “Numune olarak 10 adet gönderelim, çeki önceden görelim” deriz. Çek gelir: Bir Kuzey Karolina bankası tarafından hazırlanmış görünümü veren kabartma imzalı gerçek banka çeki! Türkiye’de Bankamıza ibraz eder ve “bu çek karşılığında hesabımıza, bize rücu edilmeden, ödeme yapar mısınız?” diye yazarız. Bankadan güvence alarak terazileri ihraç eder ve çeki bankaya veririz. Tutar hesabımızdadır. 2 ay sonra çekin karşılıksız olduğu New York’daki clearing banka tarafından haber verilir, Bankamız bizden iade edilmesini istediğinde, kendilerinin verdiği teminat bizi kurtarır.
Çeki hazırlayan taraflar, Türkiye – New York — Kuzey Karolina arasındaki çek yolculuğunun yavaş olmasından yararlanarak yüzlerce Türk firmasını dolandırır. Çoğu önceden bankalarından teminat almadıklarından meblağı iade etmeye mecbur olurlar.
- İngiltere’de saygın başlıklı, Ortaçağ antetli, itibarlı isimli bir firmadan mektup gelir: “Papalık ile çok sıkı ilişkilere sahip olan ortaklarımız sayesinde onların fonlarından 10 milyon USD kredi vermeye hazırız.” Papalığın parası sizde ne arar? “Gizli olduğundan normal bankalar yerine bizi tercih ettiler” diye yanıt gelir. İlişki kurulduğunda, bir süre sonra “Almanya’daki şu hesaba $ 50,000 yatırdığınızda hemen para hesabınıza geçecektir.” 50.000’i, bir 40.000 daha, bir de 15.000 $ takip eder. Dolandırıldığınızı fark ettiğinizde paralar gitmiş, iş bitmiştir.
Bu klasik finansal numaralar ‘80 ve ‘90’larda çok revaçtaydı. Yüzlerce firma dolandırıldı, bazıları Avrupa’da veya Afrika’nın ücra köşelerinde haftalarca kalıp sorumluları bulmaya çalıştılar. Hepsi nafile!
Bugünün ‘meslek erbabı’ saf kişisel yatırımcıları tercih ediyorlar, herhalde iş insanları artık tecrübe kazandıklarından veya kamu bankalarından daha kolay (!) kredi bulduklarından.
Tosuncuk, Thodex… Neden bu işler yurt dışına göre Türkiye’de daha yaygın? Yalnız finansal okuryazarlığımızın daha düşük olmasından mı kaynaklanıyor?
Komplo teorilerini kabul etmeye daha yatkın bir halkımız var. Baştakiler 70 yıllık müttefik ve TSK’in yüksek oranda envanterini sağlayan Amerika’yı “başdüşman” ilan ederken, TL’in düşmesinin nedeni olarak Londra’da “faiz lobisini” gösterirken sade vatandaşın da “demek bizim bilmediğimiz birşeyler var” demesi normal.
Bilmediklerini ona gösterecek, öğretecek birileri çıkarsa, özellikle de dost ve akrabaları kısa bir süre içinde oradan para kazandılarsa fazla araştırmaya gerek yoktur. Bağımsız sorgulamaya ulus olarak pek alışık olmadığımızdan hatta bu düşünce tarzı resmen caydırıldığından, ötesi özgüven eksikliğimizden sürü misali takip etmeye hazırız.
Dolandırıcılık ifşa edildiğinde dahi “Ya dayak yememiş, ya sayı bilmiyor” misali rakamların sorgulanması zayıf. “2 milyar dolar” ile kaçtığı iddia edilen kişi bu paraları nereye saklayacak? 100 dolarlık kupürler olsa toplam 1250 m3’den 14 kamyon dolusu nakit eder. Bugün herhangi bir bankaya 1000 $ nakit ile gittiğinizde seksen soru soruyorlar “kaynağı nedir?”diye.
200 milyon $ (1,6 milyar TL) deselerdi daha makul idi. Anaparası o kadar olmalı, kripto ile 10 kez yükselmiş halinden bahsediyorlar, herhalde.
Skandali yazan muhabirler dahi “komplo teorilerine” kurban gitmişler sanki…
Bu yazı son açıklanan “kaybolan para 100 milyon dolardır” haberinden önce kaleme alınmıştır.
Rauf Arditti
Türkler yurtdışında düşman mı sayılır, dost mu?
Son yıllarda ve özellikle son aylarda giderek Türkiye ve Türklerin yurtdışında dostunun olmadığı, genelde düşmanca davranıldığı ve bu topraklarda yaşayanlara uluslararası çapta olumsuz bakıldığı bizlere aşılanmaktadır.
Doğru mu, öyle ise ne kadar doğru?
Değerlendirmelerim 50 yıllık seyahat deneyimlerime, Batı’da ve Uzak Doğu’da kişisel temaslarıma, iş dünyasından tanıklıklarıma ve ömrüm boyunca Türkiye (ve Osmanlı) üzerine okuduğum yüzlerce kitap ve onbinlerce makalenin bende bıraktığı izlenimleri içerir.
İtalya’da ‘’Mama, li Turchi!’’ (Anne, Türkler geliyor!) Osmanlı donanmasının Güney İtalya’da 16 ve 17. yüzyıllarda işgal ettiği kentlerde yapılan katliamlara atıfta bulunan ve çocukları korkutan bir deyimdi. Fakat Cumhuriyet ile birlikte İtalya’nın Türkiye’yi bir nevi ‘’Akdeniz kardeşliği’’ kapsamında görmesi, önemli sanayi yatırımları (Fiat vb), Türkçe’de İtalyanca’dan kaynaklanan sözcüklerin çokluğu (sigorta, kambiyo, …) ve bir turizm ülkesi olarak benimsemesi, iki halk arasındaki dostluk ilişkilerinin gücünü saptamıştır. OLUMLU.
Fransızların Türklere bakışı tarih boyunca olumludan, son yıllarda giderek olumsuzluğa doğru yol almaktadır. 1525’de Kanuni ile 1. François arasındaki mektup teatisi, 19. YY’de Kırım’da Osmanlı askerleri ile Fransızlar’ın ortak savaşlarına varmış, Sevr Anlaşması ile ilişkiler bozulmakla birlikte Cumhuriyet ile yeniden canlanmış ve NATO bünyesinde müttefik olmuşlardır. Tanzimat reformlarının ve Atatürk devrimlerinin büyük çapta Fransa’dan ilham alması, Türkiye’de 1950’lere kadar en önemli yabancı bilgi ve yasa kaynaklarının Fransızca olması ve ülkede en önemli otomotiv ve perakende yatırımlarının Paris’den yönlendirilmesi ilişkilerin sıcaklığına kanıttır. Yalnız Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini Sarkozy’nin engellemesi, Macron’un Fransa’da yaşayan Müslümanların laik sistemi sıkıca benimsemeleri gereğinin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından onaylanmaması ve Akdeniz’de rekabet iki ülkeyi birbirlerinden soğutmuştur. Fransa’nın Türkiye’de yeni yatırımlar için iştahı yoktur. ÇEKİMSER.
Almanya, uzun süre Osmanlı ile müttefik olmasının ötesinde Hitler yasalarına göre dahi Türklerin ‘’untermenschen’’ (alt ırk) addedilmemeleri Alman toplumunun bakışını özetler. 1960’larda Gastarbaiter döneminde Anadolu’dan göçedenlerin Balkanlar’a kıyasla tercih edilmeleri, çalışkanlıkları ve mütevazi yaşamları, Türkiye’de hayat kuran Almanlar iki ülke arasındaki dostluğu bugünlere taşımış ve Avrupa’da bize en yakın ulus ünvanını almıştır. BioNTech kurucuları Özlem Türeci ve Uğur Şahin’in Liyakat Nişanı’nı hak etmeleri de sempati hanesine yazılmalıdır. OLUMLU’yu korumaya çalışıyorlar.
İngiltere, Filistin ve Çanakkale dışında Türkler’le genelde karşı karşıya gelmemiş, aksine tarih boyunca Osmanlı’yı desteklemiş ve yakınlarda Kore’de ve Afganistan’da omuz omuza savaşanlar olarak Türkiye’ye Avrupa’da en yakın duranlar arasındadır. Göç edenlerin genelde meslek sahibi olmaları, Londra’nın finans merkezi olarak İstanbul ile ilişkileri, Boris’in Türk ecdadı iki ülkenin dostluğunu pekiştirmiştir. Uzaktan OLUMLU.
A.B.D. Türk diasporasının en eğitimli, en girişimci kesimini yansıtır. İki silahlı kuvvet arasındaki sıkı işbirliği ve Kore Savaşı, Amerikan üniversitelerinden yetişenlerin Türkiye iş dünyası ve siyasetteki güçleri, Ortadoğu’da zaman zaman beliren aykırılıklara rağmen ittifaklarını tamamen zedelememiştir. Yalnız Amerikalılar’ın Türkiye’ye genelde olumlu bakışı, Türklerin aynı olumluğu onlara göstermesine imkan vermemiş ve ABD’nin Türk kamuoyunda, Ankara’nın da dürtmesiyle, “faili meçhul”ler kategorisinde yer almasına yol açmıştır. HALKINA OLUMLU, hükümete olumsuz.
Ruslar, Türkiye’ye hislerle değil, maddiyatla bakarlar. Domates ve güneş varsa ne ala, yoksa tarihsel hasımlık yakın dönemde kendini işlemsel süreçlere terk etmiştir. Anti-roket sistemi ve doğal gaz verelim fakat finans desteği istemeyin bizden. Türklerin kuzey komşularına muhabbet düzeyleri oralara göndermedikleri üniversite çağındaki gençlerinden bellidir. ÇEKİMSER.
Arap ülkeleri, hala affetmediler Atatürk’ü; Hilafet’in ilgasından dolayı. Çöldeki rüzgar gibi sık sık dost/düşman olma halleri devam eder. Türkler pek sevmezler Arapları ama ‘Ne yapalım, para onlarda idare etmeliyiz’ derler. Araplar’ın Türkiye’ye bakışları da hala Osmanlı hükümranlığının etkilerini taşır. OLUMSUZca.
İsrail, Türkiye için önemli ülkedir ama diploması olarak değil de iç siyasette koz bakımından. İsrailliler Müslüman alemde kendilerine en yakın buldukları Türklerden AKP yüzünden son yıllarda soğudular fakat ticaret hararetini koruyor. Tel Aviv’de “Turko” sözcüğüne muhakkak gülümseme ile onay verilir, tüm sıkıntılara rağmen. OLUMLUYDU, şimdi ÇEKİMSER.
Japonya ve Kore, kahramanlık ve tarihsel güç olarak bakar Türkiye’ye. Ufuklarında pek Türk yoktur ama bilinç altında olumsuzluk yatmaz. ÇEKİMSER.
Kısaca Türkiye ve Türklerin düşmanları az, dostları fazladır. Ülkeyi ziyarete gelenlerin büyük çoğunluğu üzerinde olumlu iz kalır, konukseverlik ve sofranın paylaşılması bakımından. Çoğu da üzülüyor bu kadar zenginlik içeren bir ülkenin neden bu kadar fakirlik yarattığına.
Rauf Arditti
Boğaziçi’nin kabusu, Türkiye’yi tökezletir
Ben bir ‘’Boğaziçi’’liyim. 1969’da makine mühendisi olarak Robert Kolej Yüksek Okulu’ndan (Boğaziçi Üniversitesi’nin üzerine bina edildiği 160 yıllık temel) mezun oldum. Bitirdiğimde ömrümün yarısından fazlasını (13 yıl – İngilizce hazırlık, ortaokul, lise, yüksek okul) orada geçirmiş, eğitim görmüş, arkadaşlar edinmiş, yetenek kazanmış, dünya görüşüm şekillenmişti.
Okulumuzda veri enjeksiyonu yoktu. Öğrenirdik ama ezberlemezdik. Daha ortaokul ve lise yıllarında dahi hocalarımız (özellikle matematik, fizik ve kimya) sınavlara kitaplarla girmemize ve açıp bakmamıza izin verirlerdi. İmtihanlar formül hatırlamaya değil, soruları öğrendiklerimizle çözmeye yönelikti. Sanki bilgiye kolayca ulaşılabilen internetin geleceği 1960’larda öngörülmüştü.
Okulumuzda sosyal etkinliklere, meraklara ve spora neredeyse dersler kadar önem verilirdi. Yalnız ‘hafız’ lakabıyla bilinen kuru bilgili kişi yetiştirme yerine, daha çaplı karakter geliştirme, dostluklar kurma, çevremizi geniş açıdan değerlendirme gibi yetiler ön plandaydı.
Okulumuzda eğitmenler (Amerikalı veya Türk) ile öğrenciler arasında korku ve mesafe yerine birbirimizden öğrenme ve saygılı arkadaşlık kurulması amaçlanırdı. Bizden daha deneyimlilerden, dünyayı gezmiş olanlardan ve sonuçta daha bilgili olanlardan dersler dışında da yararlanıyor ve ufkumuzu açıyorduk.
Tüm bu ortam ve gelişme sürecinde İngilizce’ye bihakkın hakim olmuş, yanında ikinci (Fransızca veya Almanca) bir dilde de meramımızı anlatacak düzeye gelmiştik.
Varsa, farklılıklarımızın yoksulluk ve düşmanlığa değil, zenginlik ve dostluğa yol açtığını da keşfetmiştik, yıllar içerisinde.
Bu güzide okulun geleceği tehdit altında. Yukarıdan atamaların dahi karşılıklı anlayış ve kabul görmesi gerektiği bu hassas dönemde Boğaziçi’nin başına getirilen rektörü üniversite bünyesi, öğrencileri, öğretim üyeleri kabul etmiyorlar. Boğaziçi şu anda ‘kabus’ görüyor. Bu tutum devam eder ve kurumun esas gücü olan özerkliği ve özgür ruhu yok olursa, yetenekli öğrenciler yabancı ülkelerin eğitim kurumlarına yönelir ve Türkiye’ye dönüş yapmamaları riski yükselir.
Boğaziçi neden ülkenin geleceği ve kalkınması için bu kadar önemli?
Türkiye’nin istihdam sağlaması ve halkının mutluluğu için yatırıma gereksinimi var, özellikle sanayi ve hizmetlerde inovatif olanlara. Bu yatırımlar 3 kaynaktan gelebilir:
- Yerli özel sektör,
- Uluslararası özel sektör,
- Devlet.
Kamunun finans imkanları başka ihtiyaçlara cevap verdiğinden, yerli sermayenin de kısıtlı durumundan dolayı göre ülke, gelecek onyıllarında uluslararası sermayeye giderek daha fazla çağrı yapacaktır.
Uluslararası sermaye güven arar. Boğaziçi mezunları geçmiş yıllarda Avrupa, Amerika ve Asyalı’nın düşünce tarzına ve teknolojisine uyumları ile tanındıkları gibi yatırımları iyi yönetecek kadrolar da oluşturdular. Onları yetiştiren üniversitelerine haklı itibar kazandırdılar.
Dünyayı tanımak, dostluklar kurmak ve yabancı yatırımcıları harekete geçirmek ‘’yerli ve milli olmamak’’ değildir. Aksine Türkiye’yi sevmek, yüceltmek ve zenginleştirmektir.
Bu kurumun yetiştirdiği bir yurttaş olarak ben de uluslararası sermayeyi Türkiye’yi tanımaya ve yatırıma çaba harcadım. 1980’lerde Japonlarla birlikte elektronik terazi (Digi) kavramını tüm ülkeye yaydım. 1990’larda gıda perakendeciliğine yönelik sanayi yatırımlarını özellikle Fransa’dan sağlamada katalizör görevi gördüm.
En gurur duyduğum proje şimdiki Carrefour’un ilk nüvelerinden Continent grubunu ülkede yatırım yapmaya ikna etmekti. Perakendecilikte birçok yerli elemanın yetişmesine ve bugün önemli görevlere gelmelerine vesile oldumsa ne mutlu bana…
Kurulduğu 1863’den bu yana ve özellikle Cumhuriyet’le birlikte çalışkan ve vatansever kadrolar yetiştiren Boğaziçi’nin başarılı sistemine dokunmayın, yazık olur.
Yetişmemde, girişimci ruhumda ve varsa Türkçe’ye hakimiyetimde Robert Kolej’in ve Boğaziçi’nin hocalarının katkılarını saygıyla anıyorum.