Servet Topaloğlu
Bilim ve yönetim
Bilim, içinde yaşanılan ve çalışılan doğal ve yapay düzeni, nitelikli sorgulama ve daha iyiyi arama eylemidir. Bilim, temel bilim ve uygulamalı bilim olarak ikiye ayrılır. Temel bilimlere örnek fizik, kimya, biyolojidir. Uygulamalı bilimlere örnek olarak da mühendislik, tıp ve yönetim gösterilebilir. Uygulamalı bilimler, temel bilimlerin bilgi ve bulgularını kullanıp, sezgi, duygu ve gerçeklerle ilişkilendirerek insanların refah seviyesini artırma çabası içindedir*.
Bu yazının odaklanma noktası, bilimsel ilke, düşünce tarzı ve yöntemi üzerinde durmak ve ”yönetim için öğretiler” çıkarmaktır.
Bilimsel yaklaşımın genel ilkeleri, bilgilere, bulgulara, sezgilere, duygulara ve gerçeğe dayanmaktır.
Bilimsel düşünüş ise, dedüksiyon (zihinden dünyaya doğru akıl yürütme) ve indüksiyon metodunu (dünyadan zihne doğru akıl yürütmeyi) birlikte kullanır. Dedüksiyon, bir tümdengelim metodudur ( örneğin, her memeli hayvanda kalp vardır. Her at bir memeli hayvandır. O halde her atta kalp vardır). İndüksiyon ise bir tümevarım metodudur (örneğin, gözlemlerden her atta kalp olduğu görülmüştür. Her atta kalp vardır).
Bilim dünyası sadece ”daha iyiyi arayan” icracı bilim adamlarından ibaret değildir. Bilim dünyasında ‘’bilim kontrolörleri’’ de mevcuttur. Örneğin bunlardan biri olan Popper, indüktif çıkarımlara tereddütle yanaşan ve bu metotla yapılan çıkarımlara meydan okuyan bir bilim adamı olarak tanınır. Bu nedenle, bilimsel yöntemlerin tanımını geniş tutarak, toplam süreci gözlem ve kanıt, kontrollü deneyler ve mantıksal düşüncenin bir bütünü olarak görmek daha isabetlidir.
Hangi yöntemi kullanırlarsa kullansınlar, bilim insanlarının ortak yönü, bir şeyin doğru olduğunu söyleyen bir savla karşılaştıklarında, bunun hangi kanıtlara dayanarak söylendiğini sorabilmelidir. Kanıtların sınamasından geçirilemeyen bir hipotez belki ilginç olabilir, ancak bilimsel yöntemin süzgeçlerinde takılı kalıyorsa değerini kaybeder. Bilimsel yöntemlerle elde edilen bilgi mutlak da değildir, yaklaşıktır ve sürekli olarak gözden geçirilir. Örneğin pek çok uygulamalı teknoloji alanında yeni araç ve gereçlerin keşfine olanak sağlayan Newton fiziği, Einstein tarafından sarsılmıştır (izafiyet teorisi). Einstein’in izafiyet teorisi, Newton’un teorisini alaşağı etmemiş, onun temel kavramlarından bazılarını değişime uğratmıştır. Dolayısıyla bilim insanlarının bir diğer ortak paydasının, mutlak doğruya ulaşma nosyonunu reddetmeleri ve doğanın bir parçası olarak belli bir belirsizlik payını kabul etmeleri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Örneğin Popper, bilimin ayırt edici özelliğinin doğrulama değil, yanlışlama olduğunu belirterek, bilimin sınır tanımaz karakterini vurgulamıştır. Ona göre mevcut genel kabul görmüş kuramlar, sadece çağın bilimsel düşünce zaman dilimine göre ‘’doğru’’ diye kabul edilmelidir. Bilim her kadar ‘’devrimci’’ bir karaktere sahip olsa da o zaman dilimine kadar geliştirilen bilginin büyük bir bölümü kalıcı niteliktedir**.
Bilimsel ilke, düşünce ve yönteme vakıf olan bir birey daha anlayışlıdır, daha fazla uyum gösterir, daha meraklıdır, daha gerçekçidir, araştırmaya ve öğrenmeye daha açıktır. Bilimsel düşünce, uğraş süresince bireye sabırlı olmayı ve ümitsizliğe kapılmamayı da öğretir.
Entelektüel lafazanlık ve/veya kısa devre faydacı görüş ve yöntemler, bilimsel düşünceyi öldürür. Bilimsel düşünceyi öldürmek kolaydır. Örneğin, yerküre üzerinde milyonlarca kişinin hala bazı korkunç hastalıkların pençesinde olduğu bilinen bir gerçektir. Tüm bu virüsleri, bakterileri ve diğer mikropları öldürmenin ”sırrı” keşfedilmiştir. Arsenik ya da siyanürün kuvvetli bir dozu, bu mikropların hepsini öldürebilir. Ya da daha kestirmeden, bu mikropları 500 dereceye kadar ısıtarak öldürme yoluna da gidilebilir. Buradaki esas mesele, patojenin yerleştiği bedeni öldürmemektedir. Dolayısıyla güçlü dozda bir siyanür, iyi bir bilimsel reçete veya ilaç niteliği taşımaz. Çok az öldürdüğü için değil, çok fazla öldürdüğü için… Bir diğer örnek, doğanın insanlara sunduğu nimetlere bakış açısıdır. Örneğin bir somun ekmek ya da bir kâse pirinç bugün bize 20-30 yıl öncesinde olduğu gibi görünür. Ama durum hiç öyle değildir. Buğdaydaki mantar hastalığı, pirinçteki kavrulma ve diğer hastalıklar, sürekli olarak mevcut ürünü tehdit eden yeni cinsler geliştirmektedir. Yetiştiriciler, ürünlerini hastalıklardan korumak, daha fazla verim almak ve besin değerlerini iyileştirmek için çaba harcamak durumundadır. Nitekim bilim insanları, yetiştiricilere bu hizmetleri sunabilmek için rekabet halindedir. Diğerleri ise ”kullanıcı/tüketici/izleyici” konumundadır. Dolayısıyla günümüzde tüketimi yapılan bu ürünler, doğanın ve bilimin karşılıklı ilişkisi sonucu ortaya çıkan eskisinden hayli farklı ürünler olarak günlük yaşamın içindedir.
Bilimsel düşüncenin ‘’güçlü rakipleri’’, pragmatik yaklaşımlar ve inanç sistemlerine dayanan yöntemlerdir. Pragmatik yönteme göre doğruluğun tek ölçütü ”kısa devre yarardır”. Bu kapsamda herhangi bir şeyin değerine, ortaya çıkacak doğrudan faydaya bakılarak karar verilir. Pragmatik yaklaşım, ‘’eğer bir şey işliyor ve işleyecek gibiyse, o zaman doğrudur’’ kabullenmesinden hareket ederek, bilimsel düşüncenin bir alternatifi olarak görülebilir ve doğrudan uygulamaya geçerek ‘’deneme yanılmayı’’ sıklıkla kullanır. Pragmatik yöntemde önemli olan soru şudur: Bu, benim işime yarıyor mu? Cevap ‘evet’ ise, bu şey doğru ve iyi; ‘hayır’ ise, yanlış ve kötüdür. ABD Başkanı Eisenhower, bilimsel düşüncenin bir ürünü olan ‘’bir maddenin, ışık hızının karesiyle birleştirildiği noktada olağanüstü bir enerji ortaya çıkar’’ teorisini (Einstein), “bir savaşa girdiğimde, atom silahlarının kullanılması bana yarar getirecek mi? Eğer onları kullanmakla savaşı kazanacağımı önceden kestirebilsem, hemen kullanırım’’ şeklinde değerlendirerek, pragmatik düşünceyi devlet yönetiminde kullanmıştır!***. Bilimsel düşüncenin bir diğer güçlü rakibi İnanç sistemleri ise, eskiden beri öz bilineni ve duyulanı temel alır. Bunları ve bunların dışındakileri sorgulamaz ve mevcut sorunlarına geçmişin öz bilinenleri ve duyulanları ile tatminkâr bir yanıt arar ve (”bir şekilde”) mutlaka bulur. Bu yöntemde üstat ve müride geniş bir alan açılırken, mucide (bilim adamına) ayrılan alan dardır.
Uygulamalı bir bilim dalı olan ‘’bilimsel yönetim’’ günümüzde, kendi içlerinde birbirleriyle kıyasıya rekabet eden ‘’pragmatik yönetim’’, ‘’inanç sistemlerine bağlı yönetim’’ ve ‘’melez yönetim’’ sistemleri arasında kendine yer aramaktadır.
Toprak, hammadde, malzeme, ürün, para, araç, gereç, bina, tesis ve bilginin bireylerle buluştuğu yerlerde üst seviyeye çıkan ‘’yönetim ihtiyacının’’ nasıl karşılanması gerektiği, tüzel kişilerin (kurumların) fikir önderlerinin öncülüğünde, bireylerin nitelikli çoğunluğunun kararıdır (özellikle devlet ve büyük şirketler).
Bu yazı, bilimsel ilke, düşünce ve yöntemlerini, pragmatik düşünceyi dışlamadan ve inanç sistemlerinin dayandığı ilkelere yüksek dereceli saygıyı esirgemeden öncelemek, önermek ve hatırlatmak**** için kaleme alınmıştır.
*bkz. Blog yazısı Yönetim Bilimleri, Özel Sektör ve Devlet Sektörü, 20.Ağustos.2021
**Amerikan Bilim Geliştirme Kuruluşu/American Association for the Advancement of Science(AAAS).
***New York Times, 12 Mart 1951.
****Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için, hedefe ulaşmak için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, doğru yoldan sapmaktır, doğru yolu göstermeyene yol sormaktır. Yalnız: İlmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki aşamalarının gelişimini anlamak ve ilerlemelerini zamanında takip etmek şarttır.’’ Mustafa Kemal Atatürk
Servet Topaloğlu
Rekabete İstanbul’dan bakış ve bir öz eleştiri
Dünyaya geldiğim 1959 yılında İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1,6 milyondu. Bu nüfusun yaklaşık %15’i gayrimüslim vatandaşlarımızdı. O günden bugüne 1,6 milyon nüfusun bir kısmı başka ülkelere göç etti veya başka şehirlere taşındı veya doğal nedenlerden dolayı (ölümler) aramızdan ayrıldı. Yaptığım kaba hesaplamayla İstanbul’da doğan, 1959 yılından beri İstanbul’da yaşayan ve o günlerden hayatta kalan yaklaşık 160.000 olağanüstü şanslı bireyden biri olduğumu düşünüyorum. Bu arada İstanbul nüfusu, mülteciler ve turistler hariç, herhalde 18 milyona ulaşmıştır.
Bu nedenle tarihe not düşmek amacıyla bazı şeyleri anlatmam lazım.
O dönemlerde hemen her çocuk gibi ben de ilkokulun tatil dönemlerinde çevrede bulunan bir iş yerinde çalışırdım. Bu İstanbul’da güzel bir gelenekti. Çocuğun hayatı kontrollü bir şekilde anlamaya başlaması için aileler tarafından uygulanır ve çevre iş yerleri tarafından da desteklenirdi. Hangi aileye mensup olduğunuz, ailenizin paraya ihtiyacı olup olmadığı hiç önemli değildi. Bazen çalışılan iş yerinin temizliği, bazen ağır olmayan şeylerin taşınması, hatta ürün satışı ve kasada para alıp-üstünü verme faaliyetleri dahi iş kapsamına girerdi. Beyazıt’ta Kapalıçarşı’ya yakın oturduğumuzdan çevremizde çok miktarda bakkal, çantacı, derici, ayakkabıcı, konfeksiyoncu ve kuyumcu vardı. Aralarında rekabet ederlerdi. İşlerin başında bugünkü gibi beyaz yakalılar değil, dükkan sahipleri, yani bugünkü deyimi ile patron veya ana hissedar vardı.
Burada söz konusu eski tüccar- liderlerin maharetlerini ve verdikleri iş derslerini anlatmayacağım… Zira bu alanda olağanüstü güzel anekdotlar ve biyografiler mevcut.
Anlatacağım konu daha çocuk yaşta yadırgadığım iki gözlemim olacak; o günkü yerel tüccarların birbirleriyle rekabet ederkenki tutum ve davranışları…
Birincisi, bir tüccar, eğer kendi iş kolunda faaliyet gösteren bir komşusu sadık müşterisine ‘’kur yapıp’’, onu kendi mağazasına çekmeye çalışırsa veya çalışanının ”aklını çelip” işe alırsa veya kendisine mal tedariki yapan bir tüccardan benzeri bir ürünü satın alıp, satarsa komşu tüccara ciddi tepki verirdi. Semt tüccarları da bu hassasiyetlere dikkat eder, birbirlerinin alanlarına girmemeye çalışırlardı. Eğer girerlerse, araları bozulurdu. ‘’Mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar bağırır, çağırır ve çevresine komşu tüccarı fena halde kötülerdi. Komşu tüccarın daha iyi ürünü, daha iyi hizmetle, daha iyi bir ortamda ve daha iyi fiyatla müşterisine satıyor olması veya çalışanına daha iyi ücret ve çalışma olanağı sağlaması ”mağdur olan tüccar” için hafifletici veya ders alıcı bir unsur değildi.
İkinci gözlemim ise bazı tüccarların, kamu kuruluşlarından sağladıkları ayrıcalıklarla faaliyetlerini yürütürlerken aniden bozulan işleriyle ilgili olanıydı. O dönemlerde özel sektör henüz gelişmediğinden, kamu sektörü sanayi ve hizmet sektörüne (özellikle toptan satış) ciddi yatırımlar yapar ve ürünlerini özel sektöre girdi olarak satarak, ekonomiyi canlandırmaya ve halkın temel ihtiyaçlarını doğrudan veya dolaylı gidermeye çalışırdı. Bazı tüccarlarda gerek politikacı gerekse de bürokratlarla iyi ilişki kurarak, kamunun ürettiği ürünlerde kendilerine özel avantajlar sağlar, örneğin Sümerbank’ın ürettiği yeni kumaşların kendilerine özel tahsisi, ya da devlet korumacılığında (monopol piyasaları ve teşvikler) ithalat veya üretim faaliyetleri yapar, yüksek kar marjlarıyla piyasaya satardı. Aynen birinci maddede olduğu gibi, eğer bir tüccar aynı faaliyet alanında olan diğer tüccar tarafından ‘’önü kesilirse’’, örneğin bir tüccar Sümerbank toptan mağaza genel müdürüyle halihazırda ”iyi ilişkiler” içerisindeyken, diğer tüccar bakan veya başbakanla daha iyi ilişkiler geliştirip kendisine daha fazla ayrıcalık sağlarsa, ‘’mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar çevresine, ne kadar haksızlığa uğradığını, siyasetin kirlendiğini, ticari ahlakın kalmadığını anlatırdı.
O zamanlar İstanbul’da bırakınız internet, cep telefonu, yurtdışına geniş seyahat olanaklarını, sabit telefon ve TV sayısı dahi son derece azdı. Yani dünyadan kopuk, kendi halinde yerel bir iş dünyası vardı. Nitelikli, katma değerli bir üretim ve hizmet konusunda dış dünyayla kıyaslama yapma olanağı son derece azdı. Erdem konusunda ise tüccarlar karşı taraftan sürekli yüksek bir beklenti içindeydi. Ancak, başkalarından kendisine karşı olan beklentileri asgari düzeyde tutmasını isterdi!..
Aradan yarım asır geçti. Şimdilerde liberal-küresel sistemin sınır tanımayan, olağanüstü bir mal, para, insan, bilgi trafiği ve bunun beraberinde getirdiği bir rekabet düzeni var. İş dünyamız geçen sürede acaba ne kadar değişti? Şüphesiz günümüz iş insanları arasında hala eskisinin yeni sürümü alışkanlarıyla birbirlerini ‘’mağdur eden’’ veya ‘’mağdur edilen’’ bol miktarda tüccar yurttaşımız var. Bununla birlikte şirketleşerek ve kurumsallaşarak kendilerini ‘’açık rekabete’’ hazır hale getiren ve pazar paylarını artıramadıklarında veya kaybettiklerinde, bunun nedenlerini rakiplerinde değil, kendilerinde arayan ciddi sayıda iş insanımız da yetişti. Her ne kadar dünyanın en büyük ilk beş yüz şirketi arasına henüz bir Türk şirketi sokamadıysak da, bu alanda en azından ciddi bir çaba olduğu söylenebilir.
Devlet yönetimi tarafında ise işler biraz karışık. Devlet, bir ülkenin en büyük tüzel kişiliğidir. Yani kutsal değil, insan yapımı kurumlardır ve diğer ulus devletlerle, şirketlerinkine benzer şekilde, ‘’dostane görünümlü kıyasıya rekabet” ederler. Amaçları ülkelerinin doğal varlıklarını ve jeopolitiğini kullanarak, yurtdışından nitelikli insan kaynağını ve yatırım sermayesini ülkelerine çekmek, böylelikle mevcut insan kaynaklarını ve sermaye birikimlerini daha da geliştirerek, halklarının refahını artırmaktır. İşte tam bu noktada büyük resim biraz bulanıklaşıyor. Bazı politikacı ve yurttaşlar küresel rekabette geri kalıp, nitelikli insanlarını ve sermaye birikimlerini rakip devletlere kaybettiklerinde, bunu önleyecek, hatta tersine çevirecek, küresel düzenle uyumlu nitelikli ulusal stratejiler geliştirmek yerine, çözümleri hala ulus devletler arası ‘’vefa’’ ve ‘’dostluk ilişkilerinde’’ arıyorlar. Netice alamadıklarında da aynı benim çocukluk dönemimde müşterisini, elemanını, tedarikçisini komşusuna kaybetmiş tüccar gibi bağırıp, çağırıp, etrafa onları şikayet ediyor, mağdur edildiğini beyan ediyorlar. Bu konuyu 2022 yılında piyasaya çıkan ‘’Ülke Yönetimi’’ adlı kitabımda incelediğimden burada daha fazla detaya girmeyeceğim.
Halbuki rekabet, ister özel sektör olsun ister ulus devlet, bir tüzel kişiliğin kazanmayı istediği bir şeyi, başka bir tüzel kişiliğin aynı zaman diliminde kazanmaya çalışmasıdır. Rekabet ortamı ise, mazeret ve mağduriyetlerin en az dinlendiği ve en az netice verdiği bir alandır. Rekabetçi ve inovatif kaslar yerine, sadece retorik kaslarını geliştirenler, bir yandan bağırarak ve çağarak bolca konuşurlar diğer yandan da nitelikli rekabette alt sıralara düşerler.
1959 yılından beri İstanbul’da sürekli yaşayan, benim gibi bir kaç kuşak İstanbullu olanlara gelince (babam da 1916 İstanbul doğumluydu); itiraf etmem lazım, bizler de bağırarak, çağırarak ve konuşarak İstanbul’da azınlık ve edilgen bir gruba dönüşmüş bulunuyoruz (toplam İstanbul nüfusunun %1’inin altı). Yani rekabette ”yeni İstanbullulara” yenildik. Ne İstanbul yönetiminde varız ne de eski İstanbullular adına konuşacak nitelikli, erdemli ve etkili bir temsilci veya grup yetiştirebildik. Tek tesellim, İstanbul’un hala olağanüstü güzel, bana göre dünyanın sosyal ve ekonomik yaşamı en canlı, en renkli, en kozmopolitik ve temiz şehirlerinden birisi olması… Dünyanın hemen tarafından bakıldığında gıpta edilen bir şehir…Bizlerin İstanbul yönetiminde olup olmaması hiç önemli değil, tamamen duygusal bir hezeyan… Önemli olan İstanbul’un dünya büyük şehirler liginde hala en cazibeli noktalardan birisi olması…
Keşke aynı şeyleri, kendi küresel rekabet konteksti içindeki şirket ve ülke yönetimlerimiz için de söyleyebiliyor olsak…
Servet Topaloğlu
Kurumsal iyi yönetim
Kurumsal yönetimin hangi şartlarda hangi şirket tipleri için ve nasıl uygulanması gerektiği konusunda dünya literatüründe henüz mutabık kalınmış bir standart yoktur. Kurumsal yönetim uygulamaları her ülkede ve hatta her şirkette oldukça farklılık gösterebilmektedir. Dolayısıyla, kurumsal yönetimin ”katı standartlarından” ziyade, ”iyi uygulama örneklerinden” bahsetmek daha doğrudur.
Pratikte karıştırılan iki kavram olan ”kurumsal yönetim” ve ”iyi yönetim” arasında sıkı bir ilişki olmakla birlikte, içerikleri birbirinden hayli farklıdır.
Örneğin, kurumsal yönetim ilkelerinin uygulanmadığı bir şirkete otomatik olarak ”kötü yönetiliyor” diyemeyeceğimiz gibi, kurumsal yönetimin genel kabul görmüş iyi örneklerini uygulayan bir şirketin de mutlaka ”iyi yönetilme” garantisi yoktur. Kurumsal yönetim konusunda zafiyetleri olan pek çok aile şirketinin uzun süre başarı ile faaliyetlerine devam ettiği, kurumsal yönetimi hayli güçlü firmaların ise yatırımcılarını hayal kırıklığına uğratmaları ile ilgili pratikte yeteri kadar örnek bulmak mümkündür.
Bir şirketi ”kurumsal yönetim anlayışıyla iyi yönetmek”, yatırımcıların, çalışanların ve diğer paydaşların en arzu ettikleri yönetim biçimidir.
İyi şirket yönetiminden ne anlaşıldığı hepimizin malumudur; pazarda iyi konumlandırılmış ve kavramsallaştırılmış bir konsepti olan, tüketici perspektifinden rakiplerinden pozitif farklılaşmış, operasyonel anlamda verimli çalışan, rafine ekip çalışması ile yönetimde istikrarlı bir duruş sergileyen ve sürekliliği olan değer yaratabilen şirketler, ”iyi yönetilen” şirket sıfatını hak eden kuruluşlardır.
Kurumsal yönetim dendiği zaman ise öncelikle; şeffaflık, adil olmak, hesap verilebilirlik, sosyal sorumluluk ve kamu otoritelerinin yaptıkları düzenlemelere uyum kavramları ön plandadır. Kurumsal yönetim ilkeleriyle çalışan şirketlerde görev yapanlar bir üst yöneticilerine ve çoğunluğu elinde bulunduran hissedara değil, kuruma değer yaratmak için çaba gösterirler (”liyakat ilkeleriyle görevlerine atanmış omurgalı profesyoneller”).
İyi yönetim ile kurumsal yönetimin ”harmanlanması” en ideal olanıdır. Kurumsal yönetimin yönetim kurulu veya icra kurulu başkanı tarafından isteniyor ve dillendiriliyor olması kafi değildir. Rating şirketlerinden ücret karşılığı alınan ”yüksek kurumsal yönetim notlarının” da ilgili şirketlere imaj artırıcı tesirinin haricinde uzun vadede hiç bir değer artırıcı katkısı yoktur. Esas olan, bu iki kavramını gerekliliklerinin içselleştirilerek icra edilmesi ve bu şekilde oluşmuş yönetim gücünün şirketin tabanına indirilmesidir. Bu kültürün oluşmasında esas görev ve sorumluluk şirket yönetim kurulunundur.
Servet Topaloğlu
Zenginlik ve finansal özgürlük arasındaki fark
Zengin birey, varlıkları kendisinin ve ailesinin yaşamı için gerekenden çok fazla, gelir/gider hacmi yüksek ve bu özelliklerini genellikle hissettiren kişidir. Zengin bireylerin maddi ve manevi borçları ise çoğu zaman şeffaf değildir. Zengin olmak kanımca bir marifet veya ayıp değildir.
Finansal özgür birey ise, maddi ve manevi borçları varlıklarından ehemmiyetli derecede düşük ve kimseye biat etmeden kendisinin ve ailesinin yaşamını nitelikli şekilde güvence altına almış veya alabilme donanımında olan yüksek performanslı (liyakatli) kişidir.
Kapitalist-liberal sistemde zengin birey olmak nispeten kolay, finansal özgür birey olmak ise hayli zordur.
Zengin bireylerin borçlu oldukları kişi ve kurumlar karşısında dik durmaları kendilerinin değil, borçlu oldukları adreslerin kararına bağlıdır. Bu dengeyi değiştirmeye denerlerse bedeli ağır olur. Zira borçlu oldukları kişi ve kurumların ellerinde belki ortaçağdaki ”germe makinaları” gibi çağdışı ekipmanları yoktur, ancak günümüzde benzeri işlevi gören yeterince ipotek ve enstrümanları kullanıma hazır şekilde mevcuttur.
Finansal özgür bireyler ise omurgalı bir yaşam ve iş düzeni kurmak konusunda çok daha rahattır.
Hem zenginlik hem de finansal özgürlük aynı anda birlikte olabilir. Ama bu durum istisnadır.
Türkiye’nin eğitim sistemi zengin bireylerin değil, finansal özgür bireylerin sayısını artırmak üzere yeniden tasarlanmalıdır. Kapitalist-liberal sistem zaten yeterince zengin birey yaratmaktadır, çoğu geçici bir süreliğine de olsa…
Ülkeler, şirketler ve kurumlar ise toplumun finansal özgür ve liyakatli bireyleri tarafından kolektif biçimde yönetilmelidir.
-
Ercüment Tunçalp3 ay önce
Private label enflasyondan korur
-
Genel Haberler6 ay önce
Üretici ile market arasındaki fiyat farkı en fazla yüzde 252,9 ile maydanozda görüldü
-
Firmalardan5 ay önce
A101, Müge Anlı ile iş birliğine imza attı
-
Cengiz Çambel6 ay önce
RCK (Rafinera Cloud Kitchen)’da hedef yurtdışına açılmak