Servet Topaloğlu
Merkeze saygılı olmak güzeldir, ancak inovasyon uç noktalardan çıkar
Kamu ve özel sektörün anahtar pozisyonlarında bulunan “büyüklerimiz” çağdaş makinelere karşı sonsuz hayranlık duyuyorlar.
- Robotlarla çalışan fabrikalar ve devasa depolar,
- Müşteri kasasız süpermarketler,
- Şoförsüz ve yakıtsız araçlar,
- ıadara yakalanmayan robotik hava araçları,
- Uzun menzilli füzeler,
- Masamızdan dünyanın her yerine sipariş vermemizi, ödeme yapabilmemizi ve ürünü kapımızda alabilmemizi sağlayan dijital teknoloji ve yapay zekalar “saygı gören”
çağdaş makine ve teknik sistemlerden sadece bazılarıdır.
Bilimsel ve teknik gelişmelere itiraz etmek tabii ki mümkün değil, ancak bu makine ve sistemleri yaratan “yabancı gençlerin”, toplumumuz içinde de aslında var olan, ancak henüz yeterince tanınmayan yetenekli gençlerimizden nitelik olarak çok önemli farkları yoktur.
İtirazım, yabancılar tarafından geliştirilen bu sistemlerin, “yöneten” konumundaki “büyüklerimiz” tarafından ağızlar açık vaziyette soyut ve küresel mucizeler olarak görülmesine, bunları geliştirenlere insanüstü varlıklar gibi hayranlık duyulmasına, bununla birlikte aynı ortamı soluduğumuz nitelikli yeni kuşak insan varlığımızın önemsenmemesine ve değerlendirilmemesinedir.
Bir itirazım, belki de öz eleştirimde toplumun geniş kesimini temsil eden biz “yönetilenlere” olacak. Kamu ve özel sektörün anahtar pozisyonlarında bulunan ve nitelikli gençlerimize istihdam yaratmak zorunda bulunan “büyüklerimizi”, istisnaları tenzih ederim, bu görevlerini yapamadıkları için bırakınız yapıcı olarak eleştirmeyi, “adam önemli pozisyonda, ses çıkarmayalım, lazım oluI” düşüncesiyle yapay şekilde yüceltmek konusunda adeta yarış halindeyiz. Hatta bu büyüklerimizle bağlantıları olan eş, dost, akraba, okul arkadaşı ve belki özel şoförler dahi bizlerden ciddi saygı görüyorlar. Ve neredeyse hepsi de bu “sözde saygıyı” gerçek zannedip, yapay konforlarının keyfini çıkarıyorlar. Bu durum bende şaşkınlık yaratıyor. Ayırım yapmaksızın herkese saygı duymak şüphesiz iyi bir şeydir. Ancak gösterilen saygı ile işgal edilen makamda icra edilen performansın “olağanüstü dengesizliğine” itirazım olması bir kıskançlık veya öfke reaksiyonu olarak görülmemelidir. İstisnaları tenzih ederek söylüyorum, yönetenler ve yönetilenler arasındaki kişisel yararlara dayalı, nitelikli yeni kuşağı aşağıya savuran bu sarmal devam ettikçe, ülkemizin refaha kavuşması ve şirketlerimizin global ölçekte başarılı olması desiderata (“başarılması arzulanan”) seviyesinde kalır.
Makineler, “büyüklerimiz” ve yakın çevreleri ülkenin çekirdeğinde “ilgi odağı” olurken, periferideki olağanüstü yetenek ve kabiliyetlere yeterince değer verilmemesine bir birey olarak ciddi itirazımın olmasının başka nedenleri de var.
Nitelikli yeni iş yerlerinin açılması ile ilgili gelen sinyaller uzunca bir zamandır hiç iyi değil. Nitekim ülkemizin üniversite mezunu sayısı arttıkça, üniversite mezunu işsizlerin sayısının da artması bu tezimi doğrulamaktadır. Eurosat’ın verilerine göre 15-24 yaş arası üniversite veya benzeri okullardan mezun işsizlik oranımız yaklaşık %35’dir (gelişmiş ülkelerde bu oran yaklaşık %4). Olağanüstü sıkıntılı bir sayı!
Nitelikli iş gücündeki arz-talep dengesinin gençlerin bu kadar aleyhine olduğu durumlarda, bırakınız nitelikli olmasına rağmen iş bulamayan gençleri, iş sahibi nitelikli gençlere de verilen önemin ve duyulan saygının azalması sürpriz olmayacaktır. Zira pazarda nitelikli iş gücü sıra beklemektedir ve gelişmekte olan ülkelerde 100 para birimine yapılacak işi 20 para birimine yapmaya hazırdır. Bu sürecin sonunda ya beyin gücü göçü ya da özenle yetişen yetenek ve kabiliyetlerin körelmesi kaçınılmazdır. Bu sorun orta ve uzun vadede Türkiye’yi vasatlaştırır.
Kamu sektörü, gelir grubu düşük az eğitimli kesimlere kalıcılığı tartışılabilecek istihdam yaratmaya çok daha fazla önem veriyor (popülist politikalar). Özel sektörde benzeri şekilde az zahmetli ve ARGE gerektirmeyen yatırımları daha fazla tercih ediyor (kısa sürede yüksek kar, gerektiğinde sektörden hızlı çıkış). Üniversitelerin gençlere verdiği eğitimin önemli bir kısmının pazardaki karşılığı neredeyse yok gibi (“bilgi yığma”). Nitelikli yeni kuşağı bekleyen örselenmiş bir gelecek, bir önceki nesilden iyi bir miras alarak farklı sektörlerde yöneticilik yapmış kıdemli bir beyaz yakalı olarak bende ciddi tedirginlik yaratıyor.
Perakende sektöründe inovasyonun, yani şirketleri rakiplerinden olumlu yönde farklılaştıran yeniliklerin, merkezde bulunan laboratuvarlarda değil, mağazanın içinde müşteri ihtiyaç, istek ve şikayetlerin bilfiil görülerek yapıldığını içselleştirmiş ve icra etmiş biriyim. Bu yazımla, kamu ve özel sektördeki büyüklerimizi nitelikli gençlerimizi bir “müşteri” olarak görmeleri ve nitelikli gençlerin arasına girip, kendilerinin ihtiyaç, istek ve şikayetlerini iyi dinlenmelerini rica ediyorum. Türkiye’nin orta gelir tuzağından kurtularak refah devleti olması yolunda gereksinim duyacağı inovasyonu sağlayacak unsurlar merkezde değil, toplumun çekirdeğin çevresinde ve uç noktalarındadır. Merkezde anahtar yönetim pozisyonlarında bulunan yöneticilerin (“büyüklerimizin”), nitelikli gençlerdeki bu inovasyon yaratma potansiyelinin fitili ateşlemeleri ve içlerinde “aslan vuranlarınıg” da, anahtar yönetim pozisyonlarına birlikte çalışmak üzere davet etmeleri kafidir. Nitelikli gençler, nitelikli mekanizmaları kendileri geliştireceklerdir.
Türkiye’nin gelişmiş ülkelere kaybedeceği veya nitelikli iş veremediği için körelteceği tek genci olmamalıdır. Gerisi tali konulardır. Nitelikli gençlerimiz ülkenin refahı ve sektörlerinin küresel ölçekte rekabetçi konuma gelebilmeleri için gerekenleri en az bizler kadar bilecek ve yerine getirecek potansiyele sahipler. Yapılması gerekenler sadece, onlara eşit göz hizasında bir birey olarak saygı gösterilmesi, kamu ve özel sektörün anahtar pozisyonlarında görev verme cesaretinin gösterilmesi ve yetkin mentorları tarafından yönlendirilme olanağı sağlanmasıdır.
Nitelikli gençlere “……’den öğreti ve tavsiyeler” içerikli seslenişler yapmak, malumun ilanı olduğu için anlamsızdır. Büyüklerimizden de bu tutum ve davranışları bırakmalarını ve kendilerine tavsiye vermek yerine, onlarla birlikte çalışmalarının ve kendilerine sorumluluk vermelerinin yollarını bulmalarını rica ediyorum. Nitelikli gençler mevcut bilgi birikimlerini dünyayı ve mesleki literatürleri takip ederek zaten geliştiriyorlar. Zira bilgi ve tavsiye artık bol, erişimi de çok kolay. Tavsiyeleri de icraat yaparlarken, hizmet ettikleri kitlelerden ve sosyal paydaşlarından dönen çark içinde geri bildirim olarak alacaklardır.
Yazarın bu yazısı http://www.topaloglupartners.com/ sayfasında yayınlanmıştır.
Servet Topaloğlu
Rekabete İstanbul’dan bakış ve bir öz eleştiri
Dünyaya geldiğim 1959 yılında İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1,6 milyondu. Bu nüfusun yaklaşık %15’i gayrimüslim vatandaşlarımızdı. O günden bugüne 1,6 milyon nüfusun bir kısmı başka ülkelere göç etti veya başka şehirlere taşındı veya doğal nedenlerden dolayı (ölümler) aramızdan ayrıldı. Yaptığım kaba hesaplamayla İstanbul’da doğan, 1959 yılından beri İstanbul’da yaşayan ve o günlerden hayatta kalan yaklaşık 160.000 olağanüstü şanslı bireyden biri olduğumu düşünüyorum. Bu arada İstanbul nüfusu, mülteciler ve turistler hariç, herhalde 18 milyona ulaşmıştır.
Bu nedenle tarihe not düşmek amacıyla bazı şeyleri anlatmam lazım.
O dönemlerde hemen her çocuk gibi ben de ilkokulun tatil dönemlerinde çevrede bulunan bir iş yerinde çalışırdım. Bu İstanbul’da güzel bir gelenekti. Çocuğun hayatı kontrollü bir şekilde anlamaya başlaması için aileler tarafından uygulanır ve çevre iş yerleri tarafından da desteklenirdi. Hangi aileye mensup olduğunuz, ailenizin paraya ihtiyacı olup olmadığı hiç önemli değildi. Bazen çalışılan iş yerinin temizliği, bazen ağır olmayan şeylerin taşınması, hatta ürün satışı ve kasada para alıp-üstünü verme faaliyetleri dahi iş kapsamına girerdi. Beyazıt’ta Kapalıçarşı’ya yakın oturduğumuzdan çevremizde çok miktarda bakkal, çantacı, derici, ayakkabıcı, konfeksiyoncu ve kuyumcu vardı. Aralarında rekabet ederlerdi. İşlerin başında bugünkü gibi beyaz yakalılar değil, dükkan sahipleri, yani bugünkü deyimi ile patron veya ana hissedar vardı.
Burada söz konusu eski tüccar- liderlerin maharetlerini ve verdikleri iş derslerini anlatmayacağım… Zira bu alanda olağanüstü güzel anekdotlar ve biyografiler mevcut.
Anlatacağım konu daha çocuk yaşta yadırgadığım iki gözlemim olacak; o günkü yerel tüccarların birbirleriyle rekabet ederkenki tutum ve davranışları…
Birincisi, bir tüccar, eğer kendi iş kolunda faaliyet gösteren bir komşusu sadık müşterisine ‘’kur yapıp’’, onu kendi mağazasına çekmeye çalışırsa veya çalışanının ”aklını çelip” işe alırsa veya kendisine mal tedariki yapan bir tüccardan benzeri bir ürünü satın alıp, satarsa komşu tüccara ciddi tepki verirdi. Semt tüccarları da bu hassasiyetlere dikkat eder, birbirlerinin alanlarına girmemeye çalışırlardı. Eğer girerlerse, araları bozulurdu. ‘’Mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar bağırır, çağırır ve çevresine komşu tüccarı fena halde kötülerdi. Komşu tüccarın daha iyi ürünü, daha iyi hizmetle, daha iyi bir ortamda ve daha iyi fiyatla müşterisine satıyor olması veya çalışanına daha iyi ücret ve çalışma olanağı sağlaması ”mağdur olan tüccar” için hafifletici veya ders alıcı bir unsur değildi.
İkinci gözlemim ise bazı tüccarların, kamu kuruluşlarından sağladıkları ayrıcalıklarla faaliyetlerini yürütürlerken aniden bozulan işleriyle ilgili olanıydı. O dönemlerde özel sektör henüz gelişmediğinden, kamu sektörü sanayi ve hizmet sektörüne (özellikle toptan satış) ciddi yatırımlar yapar ve ürünlerini özel sektöre girdi olarak satarak, ekonomiyi canlandırmaya ve halkın temel ihtiyaçlarını doğrudan veya dolaylı gidermeye çalışırdı. Bazı tüccarlarda gerek politikacı gerekse de bürokratlarla iyi ilişki kurarak, kamunun ürettiği ürünlerde kendilerine özel avantajlar sağlar, örneğin Sümerbank’ın ürettiği yeni kumaşların kendilerine özel tahsisi, ya da devlet korumacılığında (monopol piyasaları ve teşvikler) ithalat veya üretim faaliyetleri yapar, yüksek kar marjlarıyla piyasaya satardı. Aynen birinci maddede olduğu gibi, eğer bir tüccar aynı faaliyet alanında olan diğer tüccar tarafından ‘’önü kesilirse’’, örneğin bir tüccar Sümerbank toptan mağaza genel müdürüyle halihazırda ”iyi ilişkiler” içerisindeyken, diğer tüccar bakan veya başbakanla daha iyi ilişkiler geliştirip kendisine daha fazla ayrıcalık sağlarsa, ‘’mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar çevresine, ne kadar haksızlığa uğradığını, siyasetin kirlendiğini, ticari ahlakın kalmadığını anlatırdı.
O zamanlar İstanbul’da bırakınız internet, cep telefonu, yurtdışına geniş seyahat olanaklarını, sabit telefon ve TV sayısı dahi son derece azdı. Yani dünyadan kopuk, kendi halinde yerel bir iş dünyası vardı. Nitelikli, katma değerli bir üretim ve hizmet konusunda dış dünyayla kıyaslama yapma olanağı son derece azdı. Erdem konusunda ise tüccarlar karşı taraftan sürekli yüksek bir beklenti içindeydi. Ancak, başkalarından kendisine karşı olan beklentileri asgari düzeyde tutmasını isterdi!..
Aradan yarım asır geçti. Şimdilerde liberal-küresel sistemin sınır tanımayan, olağanüstü bir mal, para, insan, bilgi trafiği ve bunun beraberinde getirdiği bir rekabet düzeni var. İş dünyamız geçen sürede acaba ne kadar değişti? Şüphesiz günümüz iş insanları arasında hala eskisinin yeni sürümü alışkanlarıyla birbirlerini ‘’mağdur eden’’ veya ‘’mağdur edilen’’ bol miktarda tüccar yurttaşımız var. Bununla birlikte şirketleşerek ve kurumsallaşarak kendilerini ‘’açık rekabete’’ hazır hale getiren ve pazar paylarını artıramadıklarında veya kaybettiklerinde, bunun nedenlerini rakiplerinde değil, kendilerinde arayan ciddi sayıda iş insanımız da yetişti. Her ne kadar dünyanın en büyük ilk beş yüz şirketi arasına henüz bir Türk şirketi sokamadıysak da, bu alanda en azından ciddi bir çaba olduğu söylenebilir.
Devlet yönetimi tarafında ise işler biraz karışık. Devlet, bir ülkenin en büyük tüzel kişiliğidir. Yani kutsal değil, insan yapımı kurumlardır ve diğer ulus devletlerle, şirketlerinkine benzer şekilde, ‘’dostane görünümlü kıyasıya rekabet” ederler. Amaçları ülkelerinin doğal varlıklarını ve jeopolitiğini kullanarak, yurtdışından nitelikli insan kaynağını ve yatırım sermayesini ülkelerine çekmek, böylelikle mevcut insan kaynaklarını ve sermaye birikimlerini daha da geliştirerek, halklarının refahını artırmaktır. İşte tam bu noktada büyük resim biraz bulanıklaşıyor. Bazı politikacı ve yurttaşlar küresel rekabette geri kalıp, nitelikli insanlarını ve sermaye birikimlerini rakip devletlere kaybettiklerinde, bunu önleyecek, hatta tersine çevirecek, küresel düzenle uyumlu nitelikli ulusal stratejiler geliştirmek yerine, çözümleri hala ulus devletler arası ‘’vefa’’ ve ‘’dostluk ilişkilerinde’’ arıyorlar. Netice alamadıklarında da aynı benim çocukluk dönemimde müşterisini, elemanını, tedarikçisini komşusuna kaybetmiş tüccar gibi bağırıp, çağırıp, etrafa onları şikayet ediyor, mağdur edildiğini beyan ediyorlar. Bu konuyu 2022 yılında piyasaya çıkan ‘’Ülke Yönetimi’’ adlı kitabımda incelediğimden burada daha fazla detaya girmeyeceğim.
Halbuki rekabet, ister özel sektör olsun ister ulus devlet, bir tüzel kişiliğin kazanmayı istediği bir şeyi, başka bir tüzel kişiliğin aynı zaman diliminde kazanmaya çalışmasıdır. Rekabet ortamı ise, mazeret ve mağduriyetlerin en az dinlendiği ve en az netice verdiği bir alandır. Rekabetçi ve inovatif kaslar yerine, sadece retorik kaslarını geliştirenler, bir yandan bağırarak ve çağarak bolca konuşurlar diğer yandan da nitelikli rekabette alt sıralara düşerler.
1959 yılından beri İstanbul’da sürekli yaşayan, benim gibi bir kaç kuşak İstanbullu olanlara gelince (babam da 1916 İstanbul doğumluydu); itiraf etmem lazım, bizler de bağırarak, çağırarak ve konuşarak İstanbul’da azınlık ve edilgen bir gruba dönüşmüş bulunuyoruz (toplam İstanbul nüfusunun %1’inin altı). Yani rekabette ”yeni İstanbullulara” yenildik. Ne İstanbul yönetiminde varız ne de eski İstanbullular adına konuşacak nitelikli, erdemli ve etkili bir temsilci veya grup yetiştirebildik. Tek tesellim, İstanbul’un hala olağanüstü güzel, bana göre dünyanın sosyal ve ekonomik yaşamı en canlı, en renkli, en kozmopolitik ve temiz şehirlerinden birisi olması… Dünyanın hemen tarafından bakıldığında gıpta edilen bir şehir…Bizlerin İstanbul yönetiminde olup olmaması hiç önemli değil, tamamen duygusal bir hezeyan… Önemli olan İstanbul’un dünya büyük şehirler liginde hala en cazibeli noktalardan birisi olması…
Keşke aynı şeyleri, kendi küresel rekabet konteksti içindeki şirket ve ülke yönetimlerimiz için de söyleyebiliyor olsak…
Servet Topaloğlu
Kurumsal iyi yönetim
Kurumsal yönetimin hangi şartlarda hangi şirket tipleri için ve nasıl uygulanması gerektiği konusunda dünya literatüründe henüz mutabık kalınmış bir standart yoktur. Kurumsal yönetim uygulamaları her ülkede ve hatta her şirkette oldukça farklılık gösterebilmektedir. Dolayısıyla, kurumsal yönetimin ”katı standartlarından” ziyade, ”iyi uygulama örneklerinden” bahsetmek daha doğrudur.
Pratikte karıştırılan iki kavram olan ”kurumsal yönetim” ve ”iyi yönetim” arasında sıkı bir ilişki olmakla birlikte, içerikleri birbirinden hayli farklıdır.
Örneğin, kurumsal yönetim ilkelerinin uygulanmadığı bir şirkete otomatik olarak ”kötü yönetiliyor” diyemeyeceğimiz gibi, kurumsal yönetimin genel kabul görmüş iyi örneklerini uygulayan bir şirketin de mutlaka ”iyi yönetilme” garantisi yoktur. Kurumsal yönetim konusunda zafiyetleri olan pek çok aile şirketinin uzun süre başarı ile faaliyetlerine devam ettiği, kurumsal yönetimi hayli güçlü firmaların ise yatırımcılarını hayal kırıklığına uğratmaları ile ilgili pratikte yeteri kadar örnek bulmak mümkündür.
Bir şirketi ”kurumsal yönetim anlayışıyla iyi yönetmek”, yatırımcıların, çalışanların ve diğer paydaşların en arzu ettikleri yönetim biçimidir.
İyi şirket yönetiminden ne anlaşıldığı hepimizin malumudur; pazarda iyi konumlandırılmış ve kavramsallaştırılmış bir konsepti olan, tüketici perspektifinden rakiplerinden pozitif farklılaşmış, operasyonel anlamda verimli çalışan, rafine ekip çalışması ile yönetimde istikrarlı bir duruş sergileyen ve sürekliliği olan değer yaratabilen şirketler, ”iyi yönetilen” şirket sıfatını hak eden kuruluşlardır.
Kurumsal yönetim dendiği zaman ise öncelikle; şeffaflık, adil olmak, hesap verilebilirlik, sosyal sorumluluk ve kamu otoritelerinin yaptıkları düzenlemelere uyum kavramları ön plandadır. Kurumsal yönetim ilkeleriyle çalışan şirketlerde görev yapanlar bir üst yöneticilerine ve çoğunluğu elinde bulunduran hissedara değil, kuruma değer yaratmak için çaba gösterirler (”liyakat ilkeleriyle görevlerine atanmış omurgalı profesyoneller”).
İyi yönetim ile kurumsal yönetimin ”harmanlanması” en ideal olanıdır. Kurumsal yönetimin yönetim kurulu veya icra kurulu başkanı tarafından isteniyor ve dillendiriliyor olması kafi değildir. Rating şirketlerinden ücret karşılığı alınan ”yüksek kurumsal yönetim notlarının” da ilgili şirketlere imaj artırıcı tesirinin haricinde uzun vadede hiç bir değer artırıcı katkısı yoktur. Esas olan, bu iki kavramını gerekliliklerinin içselleştirilerek icra edilmesi ve bu şekilde oluşmuş yönetim gücünün şirketin tabanına indirilmesidir. Bu kültürün oluşmasında esas görev ve sorumluluk şirket yönetim kurulunundur.
Servet Topaloğlu
Zenginlik ve finansal özgürlük arasındaki fark
Zengin birey, varlıkları kendisinin ve ailesinin yaşamı için gerekenden çok fazla, gelir/gider hacmi yüksek ve bu özelliklerini genellikle hissettiren kişidir. Zengin bireylerin maddi ve manevi borçları ise çoğu zaman şeffaf değildir. Zengin olmak kanımca bir marifet veya ayıp değildir.
Finansal özgür birey ise, maddi ve manevi borçları varlıklarından ehemmiyetli derecede düşük ve kimseye biat etmeden kendisinin ve ailesinin yaşamını nitelikli şekilde güvence altına almış veya alabilme donanımında olan yüksek performanslı (liyakatli) kişidir.
Kapitalist-liberal sistemde zengin birey olmak nispeten kolay, finansal özgür birey olmak ise hayli zordur.
Zengin bireylerin borçlu oldukları kişi ve kurumlar karşısında dik durmaları kendilerinin değil, borçlu oldukları adreslerin kararına bağlıdır. Bu dengeyi değiştirmeye denerlerse bedeli ağır olur. Zira borçlu oldukları kişi ve kurumların ellerinde belki ortaçağdaki ”germe makinaları” gibi çağdışı ekipmanları yoktur, ancak günümüzde benzeri işlevi gören yeterince ipotek ve enstrümanları kullanıma hazır şekilde mevcuttur.
Finansal özgür bireyler ise omurgalı bir yaşam ve iş düzeni kurmak konusunda çok daha rahattır.
Hem zenginlik hem de finansal özgürlük aynı anda birlikte olabilir. Ama bu durum istisnadır.
Türkiye’nin eğitim sistemi zengin bireylerin değil, finansal özgür bireylerin sayısını artırmak üzere yeniden tasarlanmalıdır. Kapitalist-liberal sistem zaten yeterince zengin birey yaratmaktadır, çoğu geçici bir süreliğine de olsa…
Ülkeler, şirketler ve kurumlar ise toplumun finansal özgür ve liyakatli bireyleri tarafından kolektif biçimde yönetilmelidir.
-
Ercüment Tunçalp3 ay önce
Private label enflasyondan korur
-
Genel Haberler6 ay önce
Üretici ile market arasındaki fiyat farkı en fazla yüzde 252,9 ile maydanozda görüldü
-
Firmalardan5 ay önce
A101, Müge Anlı ile iş birliğine imza attı
-
Cengiz Çambel6 ay önce
RCK (Rafinera Cloud Kitchen)’da hedef yurtdışına açılmak