Levent Uğurses
ABD seyahat izlenimlerim
Bu sayıda sinema yerine ABD seyahat izlenimlerim var, zaten Cengiz bey’le ilk mutabakatımızda böyle idi. Yılda en az 3 gezi yazısı. Çocukların Şubat tatili nedeni ile aile soğuk ve karlı geçen günlerin riskini azaltma adına daha çok ABD’nin güneyine planladım programı. Tabii gitmişken her zaman olduğu gibi New York’un havasını almadan da duramadık. Duramıyoruz, çünkü ailece hissimiz orada farklı bir enerji olduğu ve belki bu bize ait bir şey ama biz bunu ailece dünyada başka hiçbir yerde hissedemiyoruz. Bunun ailece yaptığımız ve bizi bir hayli eğlendiren deneyi de var. Çıkıyoruz sokağa, bir yere yetişecek hiçbir acelemiz yok, tam tersi belli saat boş zaman ve gezeceğiz, derken bir bakıyoruz inanılmaz hızlı bir biçimde tempo kazanmışız, nerede ise koşuyoruz, neden ve nasıl olduğunu çözemediğimiz şehre özgün bir enerji bu…Yine New York’a her seyahatimde gitmeden duramadığım ve sonrasında aldığım lezzeti özlemle andığım Peter Luger’deki dakikalar benim için unutulmazlar arasında idi. 3 ay önce yapılan rezervasyonumuza ve çocuklardan birisinin kucağımızda uykuda olmasına rağmen, belirtilen saate ilave 25 dakika daha beklemek zorunda kaldık bu 100 yılı deviren et hazırlama ve pişirme üstadı lokantanın kapısında. Kapıda 22 yıldır rezervasyon alan Tom yine orada ve bu çağda rezervasyonu halen eskiden çek ödemelerini takip ettiğimiz kalamozalara benzer büyük bir deftere kötü el yazısı ile işleyip gelenin üstünü çizerek takip etmekte ve ilginçtirki restoran ülkemizde bile olmayan bir şekilde kredi kartını reddedip nakit çalışmakta. Et yüksek seviye lezzet de olunca müşteri bunların hepsine rıza gösteriyor.
New York’tan sonra benim yüksek lisansı yaptığım yıllar yaşadığım Atlanta’ya geçtik, 1991 yılı Ocak sonrası 30 ay boyunca 3 farklı evde kalmıştım. O yıllar sonrası bu üçüncü ziyaretim idi Atlanta’ya, değişim ve yapılaşma o denli büyük ki her gittiğimde bir kaldığım evi yıkılmış görüyordum. Benim için anılarla dolu olsa da çocuklar daha çok merkezi orada olan hem CNN stüdyo turunda hem Coca-Cola müzesinde çok keyif aldılar. Turda CNN yetkilisi, dünyanın herhangi bir yerinde bir olay olduğunda, nasıl hızlı oraya bağlandıklarını gösteren simulasyonda bizim en uzaktan gelen olmamız nedeni ile direkt Adana’ya bizim mağazaların olduğu bir caddeye bağlantı yaparak bize çok heyecanlı anlar yaşattı. Yine Coca-Cola müzesinin yeni açılan kısmında vault dedikleri, gizli formülün yıllar sonra banka kasasından alınıp, müzede görkemli bir mekanizmada saklandığı yere varana kadar adeta görsel bir şölen şeklinde sunulan ışık, ses ve duman şov görülmeye değer diğer bir aktivite idi.
Atlanta devamı rotamız araba ile Alabama üzeri New Orleans idi. Rahat otobanda, yoğun mola seçenekli bir dünyada, radyoda her an var olan iyi müzik eşliğinde ABD’de araba yolculuğu bizim ailece en zevk aldığımız anlardan birisidir. Alabama’da benzin molası sırasında, büyük kızım anonsları anlamakta bölgenin yoğun güney aksanı nedeni ile zorluk çekince, bana, “Baba sadece duş dediklerini anlayabildim, ne demek istiyorlar?” diye sordu. İlk başta bende bir anlam veremedim, anons sürekli duş numarasından bahsediyordu, ben duş bir markadır galiba ve bu numaralar da çekiliş rakamlarıdır diye düşünürken, aldığımız yanıt benzincinin çoğunluğu TIR şoförü olan müşterilerine duş odaları kiraladığı ve anonsları bekleyen yoğun kalabalığı yönlendirme adına yaptığı şeklinde idi. 750 km sonrası varabildik New Orleans’a yıllar önce de uyguladığım test yine aynı sonucu vermişti. Doğa sanki orada farklı çalışıyordu, Adana-Mersin arası yarım saatte ön cam kuş pisliklerinden geçilmez iken orada bu kadar km sonrası bir tanesi bile mevcut değildi ön camda, sanırım onlara göre bizim doğa ile daha çarpık olan ilişkimiz bu konuda da kendini göstermekte idi. New Orleans’ta cazı ve yaklaşan Mardi Gras (Rio karnavalının bir benzeri) nedeni ile çılgın kalabalıkları seyretmek ancak filmlerde görülecek ilginç kareleri yakalama fırsatı verdi bizlere, çocuklar için Disneyland ötesi bir lezzetti bu karelerdeki manzaralar. Zaten festivalin en önemli simgesi olan boncuklar, bir gelenek olarak odalarını kiraladıkları balkonlarda toplanıp sokaklarda gezen kalabalığa atılmakta idi. Kalabalık arasında çocuklu az aileden biri olduğumuz için bizim boncuk sayısı averajın bir hayli üstüne çıkmıştı.
Perakende ziyaretlerim hem gıda hem giysi hem drugstore hem benzin hem elektronik marketlere oldu. Buradan aktaracağım değişik uygulamalar arasında, birkaç mağazanın açılış saatinde aynı Asya’da olduğu gibi ilk gelen müşterileri sıraya dizilmiş çalışanları ile alkışları eşliğinde mağazaya kabul etmesi idi, yine bazı mağazalarda müşteri çıkışlarına hizmetten memnun olursanız lütfen çalın diye konulan çanlar diğer yeni gördüğüm bir uygulama idi. Çocuklar ısrar edince birkaç kez acaba ne olacak diye çaldım ve çalmam sonrası beni teşekkürle alkışlayan çalışanlar oldu, sanırım ABD’liler sevmekte böyle iletişimi.. Gıda da en şaşırdığım daha önce hiç görmediğim oranda üstelik en son açılan mağazalarda bakliyat, baharat vb birçok kategoride dökme ürünlere verilen geniş teşhir mekanizmaları oldu. Müşterilere yapılan teknolojik anlamda yeni uygulama olarak ise kuyrukların uzadığı yerlerde gezici pos cihazı taşıyan seyyar kasiyerlerin ödeme alma hizmetleri idi. Yine hemen hemen her yerde rutin hale gelmiş fişlerin e-posta adresinize anında postalanma hizmeti de sanırım pek yakında ülkemize de adapte olacaktır. Ayrıca New York havalimanında bekleme salonunda koltuklara monte edilen yüzlerce Ipad ülkedeki bazı kötü ekonomik rasyolarla tezat bir görüntü çizmekte idi. Son gezilerimde Avrupa’da gördüğüm ülkemiz adına güçlü ekonomi vurgusuna burada da pek sık rastladım, o kadar ki başbakanımızın adını bilip bana telaffuzum doğru mu kontrolü yaptıranlar dahi oldu. Tempoyu bozmaz, böyle devam edersek ileride Türkçe öğrenenler de görürsem şaşırmam artık, sevgiler.
Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Şubat 2012 – 36. sayısında yayınlanmıştır.
Levent Uğurses
HAFTANIN FİLMİ: SALGIN (CONTAGION)

Covid-19 sonrası evde gecen sürede izlenen popüler filmlerden biri de Steven Soderbergh’in yaklaşık on yıl önce çektiği “Salgın” adlı film oldu. Soderbergh’in en önemli özelliği ne tür rol verirse versin hiçbir ünlu oyuncu ego yapmadan teklifine bugüne dek hep olumlu cevap vermiştir. Burada da böyle olmuş Matt Damon’dan Gwyneth Paltrow’a, Jude Law’dan Kate Winslet’a bir çok ünlü oyuncu küresel salgını anlatan bu filmde yine hep bir aradaydı. İlginç olan Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak ilan edilen Covid-19 gibi burada da hastalık hayvanlardan insanlara yine Asya üzerinden yayılmıştı. Günümüzdeki gibi yüzey temasla hızla yayılan hastalığın korunma önlemi orda da bugüne benzer şekilde el hijyen, maske ve sosyal mesafe ile alınmıştı. Yaşama sarılıp, umudu koruyarak, tedbiri en üst seviyede artırdığımız bugünlerde bizler gibi filmin ana karakterleri de gelişen süreçte hep aynı duygular içindeydi. Kesin olan bir şey vardı, filmdeki gibi Covid-19’a karşı olan mücadeleyi de sonunda mutlaka insanlık kazanacaktı ama önemli olan iyi bir organizasyon ile bu işten ne kadar az kayıpla kurtulacak işte buna uygun planlama yapmaktı. Doğal yolla mı geldi, yoksa biyolojik savaş olarak mı ortaya çıktı sorularının cevabını kısa zamanda öğrenme şansımız elbette olmayacak ama net olarak görünen aşı sonrası dönemde dünyanın eskisine benzer bir formatta kesinlikle olmayacağıydı. Tek amaç milyonlarca sayıda insan öldürmek değildi elbette, zira aksi Çin’den İtalya ve İran geçişi yerine Hindistan bu amaç için sanki çok daha uygun bir destinasyon olacaktı. Bana göre eğer bu mikrop doğal olarak değil biyolojik savaş olarak ortaya çıktıysa nedenine en uygun cevap mevcut düzene karsı blockchain tabanlı yeni dijital düzeni savunanların verdiği kavgada geçişi biraz daha hızlandırma projesi ya da tam tersi karşı kuvvetin daha önce başkan da öldüren paraya sahip olma isteğiydi. Filmde aşağı yukarı beş ayı bulan bir sürede son bulan salgın umarım dünya devletlerinin koordinesi ile günümüzde daha da kısa sürecektir, bu olağanüstü dönemde bize de düşen sağlık ordumuzun tavsiyelerine uyarak istenen tedbirleri sıkı sıkıya uygulamak olacaktır. Güzel ve güneşli günler gelene kadar sağlıkla kalın. NOT: 7
HAFTANIN FİLMİ: ROCKETMAN
Efsane sarkıcı Elton John’un hayatını anlatan en iyi şarkı dalında oskar sahibi “ Rocketman” adlı film adını ünlü yıldızın bir şarkısından da alsa bana daha çok Trump’ın siyasi hiciv yaptığı Kuzey Kore liderini hatırlattı. Taşrada alt yapı ve sevgiden yoksun bir çocukluk dönemine rağmen sahip olduğu Allah vergisi yetenekle çok genç yaşlarda milyonların sevgilisi haline gelen Elton John küçükken hayal ettiği gibi kraliyet ailesi ile oldukça sıkı bir ilişki yaşamaktaydı. Yeni nesil film ve dizi izleme platformlarında çok sık rastlanılan eşcinsel ilişkiler Elton John’un zirve yaptığı yıllar daha henüz o kadar yaygın değildi. Kim bilir özellikle hiç ilgi görmediği babası bunu çok önce keşfettiğinden kendi öz oğluna dahi yıllarca bu denli uzak kalmak zorunda kalmıştı. Elton’ın şöhret ve parayı sindirme sürecinde zihni sıfırlamada çözüm olarak başvurduğu alkol ve uyuşturucu yanlışlığı birçok ünlüde olduğu gibi burada da yine karşımıza çıkmıştı. Kitleyi dönüştürme becerisine sahip olan John eğitim konusundaki alt yapı yetersizliği nedenli maalesef tam tersi kitleye mal olmuş biri idi. Benim Elton John’da en sevdiğim taraf doğasına çok uygun işini çok sevdiğinden kolay gibi görünen zorları seçmeyip daha çok zor gibi görünen kolayları seçme başarısıydı. Yine de ne yaparsa yapsın düzende kendi haline bırakılan her şey sonunda John gibi illa ki bozulacaktı. Entropi de zaten böyle bir şeydi, evrende de yasa olarak bu yüzden vardı. NOT: 7
Levent Uğurses
Kızgın Boğa ve Ölü Adam
Martin Scorsese, Robert De Niro ve Joe Pesci’nin birlikte oynadığı film benim için artık kaymaklı kadayıftır. Sıkılmadan birden fazla kez seyrettiğim 1980 model “Kızgın Boğa (Raging Bull)“ adlr film Robert De Niro’ya Oscar sevinci yaşattığı gibi aynı zamanda sekiz ayrı dalda da Oscar adayı idi. Azimle hırsı birbirine karıştıran De Niro’nun muhteşem oynadığı filmde ünlü aktör orta sıklet boksörü canlandırdığı rolü için tam otuz kilo birden almıştı. Ringlerde yaşadığı şiddeti özel yaşamına da yansıtan De Niro eşi ve kardeşi ile oldukça çalkantılı bir ilişki yaşamaktaydı. Diyalog ve çekimlerin sinema adına doruğa ulaştığı sahnelerde yakın çevresinde olan herkes De Niro’nun ne olabileceğinden korktuğu için onu olduğu gibi sevme yolundaydı. Zira karakter yapısı sürekli ben kötüyüm ama sen de kötüsün, benle uğraşma yoksa daha da kötü olurum mesajı veren boks yaşamındaki gibi oldukça mücadeleci bir kimya idi. O kadar ki başkalarını ıslah edip iyileştirirken kendini sorgulayarak değiştirmeyi asla denemeyendi. Büyük fizikçi Einstein tespitinde bir kez daha haklı çıkmıştı: Bulunduğumuz seviyede yarattığımız sorunları ayni seviyede kaldığımız sürece çözmek pek de mümkün olmayandı. Pesci bunu abisine o kadar çok anlatmıştı ki sonunda artık ilişkiyi tamamen kesmek zorunda kalmıştı. Tüm bunlara rağmen De Niro olup bitenden yine de hiç bir şey anlamamıştı. Fizik ve dinin parçada mutlaka hata olur dediği dünyada, insanın da çift kanatlısı pek öyle sık rastlanan bir şey değildi. (Not: 9)
Birlikte gittiğimiz filmin devre arasında arkadaşımız “Yahu bu Johnny Depp ne yiyor ne içiyorsa onu yemek, hangi işlemi yaptırıyorsa onu öğrenmek lazım, bu kadar nasıl genç kalabiliyor, gerçekten şaşırtıcı” deyince, bize de bu haklı tespiti sadece onaylamak kalmıştı. Asıl komik olan daha sonra kızımın filmin 1995 yılında çekilip sanat haftası nedeniyle yeniden gösterime girdiğini iletmesiyle ortaya çıkmıştı. Doğal olarak o yıllarda Johnny Depp de zaten çok genç bir yaştaydı. Siyah beyaz çekilen kült dokulu filmde yönetmen doğru olanı yaparak böyle bir filmde çok önemli müzik konusunda işi ehline bırakmıştı. Neil Young’ın müzikleri ile katkı yaptığı filmde Depp kadar özellikle Michael Wincott başta olmak üzere diğer tüm yardımcı oyuncular oldukça iyi bir performans ortaya koymuşlardı. 1800lü yıllarda paylaşılamayan bir muhasebeci iken gelişen olaylarla vahşi batıda kafasına ödül konan Depp’in yardımına tesadüfen tanıştığı Kızılderili dostu koşmuştu. Şiddeti Tarantino gibi ince mizahla ele alan filmdeki tek sıkıntı karakter derinleşmesi olmadan ağır bir tempo eşliğinde ilerlemesiydi. Beğendiğim ise her biri ayrı parçaların bir araya gelerek bir bütün oluşturması ama bütünün de parçalardan çok farklı olmasıydı. Depp yaşadığı bu zorlu sürecin her anında sözünden dönmeyecek kadar asil bir kişiliğe sahipken, kuralların olmadığı vahşi batıda istisnalar da normal olarak pek yoktu. Depp kimi anlar inandığı değeri koruyabilmek için doğru bir şekilde ilkelerden vazgeçebilmekte, zaten değer de insanın özüne hitap ederken, ilke daha çok toplumla ilgili bir şeydi. Sefiller boşuna sefiller olmamış, günümüz klasiklerinden olan bu roman tamamen bunu anlatmıştı. Depp’in diğer önemli bir özelliği vahşi batıda zayıf olmanın gücünü sonuna kadar kullanmış olmasıydı. Zaten öyle de değil mi idi, küçük bir çocuğu yaşça büyük biri dövdüğünde herkes kızarak duruma müdahale ederken aynı küçük çocuk benzer şekilde büyük birini dövdüğünde bu defa maalesef herkes gülüp geçmekteydi. (Not: 7.5)
Levent Uğurses
Bohemian Rhapsody, Venom: Zehirli Öfke ve Spinning Man
Televizyonlarda daha henüz TRT dışı kanallar pek yok iken, o dönem yabancı maç ve şovları sadece batının Middle East kanalı üzerinden izlerdik. Hatırlarım o yıllar en keyifli anlardan biri de kitleleri etkileyen şovuyla Freddie Mercury liderliğindeki muhteşem Queen konserleri olurdu. Sesi, azmi ve hayranlarıyla kurduğu özel bağ sayesinde efsane olan sarkıcının sıra dışı yaşam öyküsünü anlatan “Bohemian Rhapsody” adlı filmde Freddie’yi oynayan Rami Malek’in performansı gerçekten görülmeye değer türdendi. Üstelik ego yapmayarak şarkıları bizzat kendi söylememiş, yüksek oktan Allah vergisi orijinal sese sadık kalmıştı. Bu Oscar alması konusunda kendisine dezavantaj da yaratsa, hayran kitlesine saygı esasında oldukça doğru verilmiş bir karardı. Freddie’nin biseksüel tercihinden, HIV virüsüne kadar tüm yaşadıklarını detaylı bir şekilde ele alan filmde Freddie’nin yalnız kaldığı zaman artan korku, endişe ve pişmanlıkları müzikle meşgul olduğu her an doğal olarak gittikçe azalmaktaydı. Freddie’nin en beğendim yanı çevresindekilere kıyasla ne onlar kadar neticeyi küçülten ne de abartan olmasıydı. Düzen hümanist olmayıp daha çok katkıya bakarken, Freddie’de olduğu gibi yaşadığın sorunlar ne pek öyle dikkate almazdı. Artan popülaritesi Freddie’nin dış dünyayı daha da bir önemsemesine sebep olurken, keşke babasını daha çok dinleyip, zahiri yönüne birde batınılıgı eklemiş olsaydı. Böylesi bilinenden bilinmeyene gelişimini de çok daha hızlandırmış olacaktı. Sebebi de apaçık ortadaydı: Akıl kalple buluştuğunda, organizasyon hep çift kanatlı olmaktaydı. (Not: 8)
Aksiyon ve temponun dozunda olduğu “Venom: Zehirli Öfke” adlı filmde başroldeki Tom Hardy ile canlandırdığı karakter arasındaki uyum oldukça üst düzeyde idi. Yeryüzünde hakim olma savaşı veren ulusal ve küresel güçlerin süregelen mücadeleleri çizgi kahramanlar dünyasında da Marvel ve DC Comics üzerinden bir şekilde devam etmekteydi. Tarzı gereği filmden Shakespearevari bir diyalog beklemek çok gerçekçi değilken, patlamış mısır keyfine eşlik edebilmesi benim için zaten yeterli bir düzeydi. Çömez bir muhabirken Venom adlı simbiyoz bir organizmanın taşıyıcısı duruma düşen Hardy beden ve zihni arası kopukluklarla mücadele ederken, peşine düşenleri de birlikte güçlü bir kimya oluşturduğu Venomla yenme azmindeydi. Genelde kötü iyiyi ezerken, iyi de düzende takva ile korunan idi. Elbette herkes eşitti ama takva sahibi olan eşitler arasında biraz daha önde idi. Hardy kötülere karşı olan mücadelesinde bazen kendi de kötü olurken, böylesi kendi iç dünyasında büyük de bir çelişki yaratmaktaydı. O kadar ki birleşmede ulaşmak istediği ben ya da biz birlikte bir türlü olmamakta, biz korunduğu halde ben ise hep yok olmaktaydı. Kötüyken kazanmak onun için asla yeterli olan değildi, çünkü onun da bildiği her ne kadar kaya gülü ezse de, kaya sonunda hep kaya, gül ise hep gül kalacaktı. (Not: 6.5)
ABD ile Türk seçmeni arasındaki en belirgin fark bizde politikacının doğruluğundan çok ne yaptığı ile ilgilenilirken, onlarda sözde doğruluk yapılandan çok daha önemli olandır. Mesela Hillary Clinton ile evli önceki başkanlardan Bill Clinton’ın Monica Lewinsky ile yaşadığı yasak aşk seçmenin fazla dikkatini çekmezken, sorgulamada Clinton’ın ilişki hakkındaki yalan beyanı oy veren kitleyi daha bir öfkelendirmişti. Bizde ise politikacılar tarafından verilen onca yalan vaat tekrar seçim kazandırabilirken, ortaya çıkan yasak bir ilişkide doğru da söylense verilen kredi sonunda tamamen tükenebilirdi. “Spinning Man” adlı izlediğim bu filmde evli ve başarılı bir profesörün öğrencisi ile yaşadığı ilişki sonrasında onu çok seven karısı da aynı ABD’li seçmen gibi oldukça haklı bir tepki vermişti. Minnie kocasının tüm açıklamalarına başta yürekten inanmış, sonrasında polisin yaptığı aksi tespitle kocasına verdiği tüm desteği tamamen askıya almıştı. Filmde polis şefini canlandıran Pierce Brosnan araştırmalarında en ince detayları sorgularken, maalesef aynı felsefe gibi karşılığında hiç bir anlamlı cevap üretememekteydi. Neyse ki en azından bütünde karışık olan konuları parçalayarak, anlaşılması çok daha kolay bir hale getirebilmekteydi. Benzeri elma ile portakalın kıyasında da vardı. Meyve olarak kıyaslamak çok doğru değilken, vitamin ve seker düzeyinde karşılaştırmak pek tabi de mümkün olandı. (Not: 7)