Yalçın Aras
Sende anlat anlat biraz…

Hani ,“Benim doğduğum köyderde” diye başlar şair Cahit Külebi.
Bende böyle başlamak istiyorum yeni yılımın ilk yazısına. Benim doğduğum yerde aç kurtlar basardı kasabayı.
Kara kışın ortasında evin sevimli köpeği” Tarzan”ı kapının önünden aç ve saldırgan kurt sürüsünün nasıl götürdüğüne bütün ev halkı şahit olmuştuk.
Yedi kardeşten en büyüğünün bir küçüğü olan, ablam sayfaları birbirine ekleyerek destan yazmıştı, kurtların elinden alamadığı köpeğimize.
Ardahan’ın Göle ilçesi denizden 2038 rakımlı, üç metre yağan kar 6 ay kalkmazdı. (O zamanlar Kars’a bağlıydı.)
Göle ilçesinin bir iki kilometre uzağındaki ormanlar; yaz aylarında her gün içine girdiğimiz devasa sarı çam ağaçları dalları donarak aşağı sarkar ve yağan karla üstüne beyaz çarşaf örtülmüş bir dağı andırır dı.
Motorlu aracın ve teknolojik gürültünün olmadığı o güzelim yıllarda karşı köylerden sabahları horoz, akşamları köpek sesleri gelirdi.Rüzgarlı havalarda ormanlar adeta şarkılar türküler söylerlerdi.
Geceleri yatağa girdiğimde ormanın içindeki kurtları, ayıları, tilkileri bitkileri ve böcekleri hayal ederdim, zaman zamanda rüyalarıma girerdi.
Kış ayları kasvetli geçerdi, siyah beyaz rengi bile lüks gelirdi. Günlerce kar yağar, kapılar açılmazdı. Zaman zaman güneşle tanışık gökyüzünün en koyu mavisi ve geceleri ise yıldızları elle tutacak gibi hissederdiniz. Her şeye rağmen mutlu olmanın yolunu bulurduk. Bazı geceleri kar yürüyüşleri yapılır, şiir bilen büyükler şiir okurken kulağımıza gelen kar gıcırtılarının sesinin kulağımdan hiç gitmeyeceğini nereden bilebilirdim.
Altı ay karın kalkmadığı kış gecelerinde yatağa başımı koyduğumda düşleyerek yatardım.
Türkiye’de en az dört beş kuşak neslin geçmişinde tatlı ve derin izleri bırakan “Doğan Kardeş dergilerin devamı haftaya” olan çizgi roman hikayelerini düşleyerek yatardım. 11 yaşına kadar hiç görmediğim denizin nasıl bir şey olduğunu, nasıl maviye boyandığını merak ederek düşlerime çağırırdım.
Asfalt yolu hiç görmemiştim. Nedense merak ederdim, niçin başka renge boyamazlar da hep siyah olur diye…
Çizgi romandaki kahraman “sarışın kız” rüyama gelmiş üç metre karı kazdıktan sonra altın renkli bir buğday başağı karların arasından fırlamış gülüyoruz birlikte… Müthiş mutluyuz ikimizde din, dil, ırk, meshep, medeniyet farkı yok bütün dünya bizim, her şey temiz her şey saf, aşık oluyorum sarışın kıza…
Bahar çok ağır ve güç gelirdi. Fakat küçük olmama rağmen yaşamanın da çok zor olduğu bu güzelim toprak parçasında doğanın dönüşümü de yaşamak gibi olurdu.
Karların ormanlarının üzerinden kalkması ile gece ormandan gelen ağaç genlenme sesleri, karın üç metreden üç santime düşmesi ile birlikte üzerinden çıkan mor renkli kar çiçeklerini acılı bal tadı, kar kalktıktan sonra ovaları saran rengarenk çiçeklerin dünyanın hiçbir yerinde göremedim.23 Nisan’a hazırlıkları muhteşemdi…
Mehter olurum bıyıklarım hazır, saten parlak kırmızı yeleğim, kılıcım ve kalkanımla uyurdum.
Kız kardeşlerimin kraft denilen kağıttan yapılan gelinlik elbiseleri, Cumhuriyet melekleri gibi güzel ve gerçektiler…
Çok üzülürdüm gösteri günü geldiğinde karın kalkmayacağını düşünerek…
Çok mevsimli coğrafyalarda insanlar doğanın dönüşümlerine tanık olurlar çocuk dahi olsalar.
12 yaşında bir daha geri dönmeyeceğimden habersiz. Bu güzelim coğrafyaya, çocukluğumun anılarında yılbaşları da ayrı bir güzellikte kutlanırdı.
Hangi kültürden kalmış çokta önemli değildi ya…
Yılbaşında evlerde meşhur 1 Lira tepsi böreğinin içine atılırdı. Herkes böreği yavaş yer, para kime çıkarsa onun olurdu ve yılın en şanslısı olurdu. Ayrıca tahta çıtaların bir kenarına yerden yarım metre yükseklikte üçgen basamaklı değnekler yapılırdı. Bu aletlerin üstüne çıkıp yürümek maharet isterdi ve bunu yapan kişi özellikle yüzünü kara kömürle boyar en yırtık ve eski elbiseler giyer çocukları da arkasına takar kapı kapı dolaşırlardı.
Hep birlikte “Çeççiler gelmiş parası yok” diye tempo tuttururduk ve evden bozuk para veya çerez verirlerdi.
Müthiş bir mutluluktu, keyifti onun için yılbaşlarını ayrı bir heyecan ve güzellikle severim.
Yılbaşlarında ve yıl dönümlerinde bayramlarda olduğu gibi hazırlık günlerini çok severim.
Yine başladığım gibi Cahit Külebi’nin o güzelim şiirinde olduğu gibi…
“Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz.”
2014 yılını geçte olsa sevgili Retail Türkiye okuyucularım hayırlı ve uğurlu olsun.
Çok anlamlı bulduğum ve düşünülünce ne kadar güzel olduğu anlaşılan bir cümle ile bitirmek istiyorum:
“Her şey gönlünüze göre olsun”.
Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Ocak 2014 – 59. sayısında yayınlanmıştır.
Yalçın Aras
Kara Toprak
Gözleri görmeyen Aşık Veysel bile
“Benim sadık yârim kara topraktır” demiş.
“Ona işkence yapınca bana gülerdi, bir tohum ektim dört bostan verdi”
Dediği dünya ve kara toprağı aslında bizim yaşam kaynağımız.
Bize hayat veren fakat bizim umursamadığımız üç unsur hava, su ve toprak.
Son yıllarda maalesef güzel şeyler yaşamıyoruz. Evlere tıkıldık, bir sabah kalktık ki her şey değişmiş.
Seyahatler, arkadaşlar ile doya doya sohbet, bir yerde buluşmak, sevdiklerine sarılamamak dert oldu her birimize.
Acıyı, hüznü bile kalbimize gömmek durumu ile karşılaştık.
Dünyayı çok hor kullandık, dünya sadece insanlara ait zannettik.
Gölleri, denizleri, nehirleri kirlettik, yetmedi havayı kirlettik.
Şu sıkıntılı günlerde ilaç olacak olan, hasret kaldığımız doğayı bozduk ve halen daha da bozmaya devam ediyoruz.
Tarım alanlarının tam ortasına fabrikalar kurduk karasinekler bastı, ilaçla hepsini telef ettik.
Tarla fareleri evsiz kaldı çıktığı deliklere zehir doldurduk, yılanlar çıktı hepsini katlettik.
Otoyollar yaptık kurda kuşa geçit vermedik, dereleri kanalizasyon ve fabrika atıkları ile zehirledik.
Su kuyuları vardı başlarında da kavak ağaçları hepsini kestik, dallarına kuşlar geliyordu şimdi yoklar.
Sahillerin her karışına ev yaptık martılara konacak yer, yuva bırakmadık artık fabrika çatılarına konuyorlar.
O milyarlarca yılda var olmuş toprağın, doğanın dokusunu bozduk.
Üredikçe yer daraldı insanoğluna, yer daraldıkça doğaya saldırdı.
Koca şehirlerde içilecek sular taşıma sistemi ile besleniyor.
Hani atalarımız demiş ya taşıma su ile değirmen dönmez.
Hala anlamadık, anlamadık, anlamadık.
Elimize geçirdiğimizi denize attık yuttu sandık..
Oysa birçok balığı naylonla boğduk öldürdük,
Mikronize olan çöpleri balık bize yedirdi ve geri kalanı da müsülaj diye bir köpükle ölüyorum artık dedi deniz.
Bu olanlara kahroluyorum, Ama yine de her şeye rağmen ben doğaya aşığım.
Aklımızı başımıza almamız gerekli. Bu işin zengini, fakiri, siyaseti yok.
El birliği ile bozduk, el birliği ile de yeter dememiz lazım.
Gelecek nesillere bize bırakıldığı gibi bırakmamız lazım.
Olmasa dağı olmasa denizi, nehri, gölü, tarlası, kurdu kuşu
Böceği, çiçeği, meyvesi neylesin yeni nesil dünyayı…
Yalçın Aras
İstanbul’un taksicileri
İş yaşamım nedeniyle İstanbul’u az çok tanırım. Dünya güzeli ve içinden deniz geçen bu muhteşem şehrin neyini sevmezsiniz diye sorsalar cevabım hiç gecikmez ve acımadan söylerim “bazı taksicileri” derim.
Geçmişten günümüze ne zaman ki İstanbul’a gitsem ve taksi ihtiyacım olsa inanın burnumdan gelir.
Pandemi dolayısı ile yaklaşık 1,5 yıldır bu taksi çilesini çekmiyordum. Geçtiğimiz hafta Ataşehir’de bir alışveriş merkezine aracımı park ettikten sonra hesap ettim, bugün dönüş dahil tam birkaç taksi maceram olacak dedim içimden. Çünkü hepsi bir macera, binmek bir dert inmek ayrı bir dert.
Neyse, önceki taksi operasyonları başarılı ile geçti. En son durak Karaköy, oradan da Ataşehir ve Bursa’ya dönüş. Aslında ilk bindiğim taksilerde de işler istediğim gibi gitmedi ama olaylar hafif.. Size en ilginç olanını anlatayım. Sarıyer’den Halaskargazi caddesine gideceğim, taksici Sarıyerliymiş “dayı nereden gideyim?” diye sordu.
“Mesela tünelden gideyim mi dayı” dedi. Tünel deyince ben Sarıyer Maslak arasında bir tünel var orası zannettim ve tamam dedim. Seninki oradan çevre yoluna çıktı, Telekom stadyumunun önünden dolaşıp Kağıthane’ye oradan Beşiktaş’a giden tünele ve oradan da Taksim’e derken tam iki misli ücret.
İstanbul taksicilerinin en iyisi bu çünkü yol boyunca doğruluktan, insanlıktan, ahlaktan bahsetti, ders bile verdi yani.
Finalde, saat 17.00 civarı Karaköy’den Ataşehir’e gitmek için tam 12 taksi çevirdim ve çoğunu da kırmızı ışıkta yakaladım. Hepsi de aynı ağız “dayı nereye? Ataşehir’e bu saatte gidemem, köprü ölümdür şimdi, OGS yok, evrakım eksik, şimdi devrediyorum taksiyi, hastam var” gibi bahaneler.
Bendeki çaresizlik teklife dönüştü. Tünelden geçelim karşıya, dönüşte müşteri bulamazsan ben karşılayacağım, yani iki katı ödeme.
En sonunda bir insan evladı, 60 yaşındaymış, yanaştı ve “buyurun dedi.” Bindim, isterseniz tünelden geçelim teklifi benden geldi, zorla kabul etti. Paranın üstü lütfen kalsın dedim o da kedilerime mama alacağım o şartla” diyerek kabul etti.
Ve sohbetin devamında şoför “mesleğim taksicilik ama iş çığırından çıktı, iktidarın veya muhalefetin tebdili kıyafetle müşteri olmaları halinde vatandaşa ne kadar büyük bir kötülük yaptıklarını bizzat anlayacaklardır” dedi!
Geçmişten günümüze gittikçe kötüleşen, insan hayatına etki eden ve İstanbul’dan soğutan bu bir kısım taksicilere mutlaka bir çare bulunmalı.
Geçen hafta yurt dışından gelen bir müşterimizin başına geleni ise anlatmak bile istemiyorum.
Buram buram insanlık dışı davranışların ve zorla para istendiği bir durum özetle.
Yani ülkemiz açısından da çok kötü bir imaj, bu resmen ülkemize ve insanlarımıza eziyet.
Bu durum ülkemiz açısından çok büyük ve çözülmesi gereken bir sorun.
Sorun aslında siyasi bir çekişme ve çıkmaza sokulmuş durumda. Herkes işin ne olduğunu çok iyi biliyor.
İşin garip yanı binmiş olduğum bütün taksi şoförleri kimin çözümden yana olduğunu biliyorlar ve İstanbul’da taksi sayısının artması ile sorunun çözüleceğinden yani İstanbul Büyükşehir’den yanalar.
Bir vatandaş olarak ise “lütfen artık bu sorunu çözün” demekten başka çaremiz yok.
Çünkü birtakım taksiciler insanlıktan çıkmışlar, onlar ile bırakın aynı şehrin aynı dünyanın insanı bile olmak istemiyorum.
Hem taksiye almıyorlar, hem gideceği yeri beğenmiyorlar hem de ağızından çıkacak bir küçük sitem için bile hakarete hazırlar, kavgaya hazırlar ve de çekinmiyorlar.
O kadar kötü yani!
Yalçın Aras
Hesap makinesi ve terazi
Klimaların dünya enerjisinin yüzde 10’nu harcadığını bahseden gazete haberini okurken bir taraftan da bu hafta yazacağım makale oluştu.
Masamın üzerinde 25 yıldır duran ve 20’ye 15 cm ebadında 24 haneli bir hesap makinası var.
Japon malı bu aletin üstüne bugüne kadar çay, kahve, su gibi sıvılar pek çok kez dökülmesine rağmen bana hizmet etmeye devam etti.
Ayrıca Kovid19’dan sonra her gün kolonya ile bulaşık yıkar gibi temizledim de yine bana mısın demedi. Hani bozulur da yenisini alırım, zira rengi de soldu.
Ama asıl konu aldığım günden beri hiç pil takmadığım bu makine üstünde bulunan1x4 cm ebadında güneş ışığı kolektörü ile bir gün bile bozulmadan tam 25 yıldır hizmet veriyor olması… Diğer taraftan da, her sabah tartıldığım ve pille çalışan emektar terazim var. Maşallah yılda 4 kalem pil yiyor.
Hesap makinesi milyonlarca rakam üretiyor terazi ise sadece üç haneli ve günde bir kez işlem görüyor.
Biri tüketiyor diğeri ise enerji üretiyor. Asıl mesele pilin ücreti değil, bu aleti kullananların ülkemizde milyonlarca ve tüm dünyada milyarlarca pil tükettiğinde pillerin doğaya verdiği zarar.
Biri yenilenebilir enerji diğeri ise yerli bile olsa içindeki lityumu şuyu buyu ile ithal pil.
Bir taraftan da şunu düşünmüyor değilim, Japonların teknolojisini ve yenilebilir enerjinin hayatımıza getirdiği kolaylık. Bir hesap makinesi veya basit bir terazi bile olsa.
Asıl mesele çarpanları ve cüzdan ile doğaya verdiği zarardır.