Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Görsel düzenleme önce şehirden başlar

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Neticede; toplumsal bilinç gelişmeden ve koruyucu irade ortaya çıkmadan, rahatını seven paralı turist için cazip marka şehirler yaratmak o kadar da kolay olmaz.

Eğer bir ülkeye alışverişçi turist çekmek isteniyorsa, onlara gösterişli AVM’lerden önce estetik yönü güçlü ve iyi korunmuş kentler sunmak gerekir.
Şehir, bir ürün gibi ele alınıp pazarlanmalıdır ki yabancı müşteri için çekim merkezi olsun.  Avrupa’da en güçlü marka imajına sahip olan iki şehir Paris ve Londra’dır. Her biri yılda 17-18 milyon alışverişçi turist çekmekteler. Dubai, şehirlerin pazarlanmasında en iyi örneklerin başında gelmektedir. Sadece 25 yıl önce yerlilerin balık tutarak yaşamlarını sürdürdükleri bir kasabaydı. Bu gün ise alışveriş yapmak ve nitelikli konaklama tesislerini görebilmek isteyen yabancı turistin hücumuna uğramaktadır. 2 milyon nüfusa sahip olmasına rağmen yılda 11 milyon alışverişçi turist ağırlamaktadır.
Singapur benzer gelişim gösteren bir başka marka şehirdir. Hong Kong “Asya’nın dünya kenti” sloganıyla fırsatlara açık, kaliteli kent imajı yaratabilmiştir. AVM’leri yapıp yabancı müşteri bekleyeceksek şehre de sahip çıkacağız. Biz, İstanbul Boğazı gibi dünyanın içinden tek deniz geçen şehrini yabancı turiste gerektiği gibi sunamazken, içinden çamurlu nehirler geçen ama tarihi dokuyu muhafaza eden şehirler turist akınına uğramaktalar.
İstanbul’un vizyona ihtiyacı olduğu söylendiğinde, akla ilk gelen yeni kanal projesi oluyor. Oysa vizyon, belli bir bölgeye yapılacak tek proje ile değil, şehrin bütününe uygulanacak mimari disiplin ile elde edilebilir. Ancak bu bir kültürdür ve maalesef biz bundan yoksunuz. Vizyon için ya hazır bulduğunuz güzelliği koruyacaksınız ya da o güzelliği kendiniz yaratacaksınız. Amsterdam, Venedik, Floransa, St Petersburg, Prag, Roma, Barcelona, Lizbon, Budapeşte iyi korunanlara, Paris, Chicago ve Dubai ise yeniden yaratılanlara örnek gösterilebilir. Bulunduğumuz şehir son 30 yılda birbiriyle uyumsuz bir yapılaşmayla çekiciliğini giderek kaybetmiştir. Avrupa’da ise kentin içi ve bütün şehir merkezleri korunuyor. Örneğin Paris’te Eyfel Kulesi etrafında yüksek yapılaşmaya izin yok. Elbette yüksek yapıların toplandığı bir bölge var ama o bölgenin de sınırı çok iyi çizilmiş.
Barcelona geniş meydanları, caddeleri ve o caddelerin oldukça geniş orta kaldırımları ile çekici bir şehirdir. 1988 yılında başlayan bir kentsel dönüşüm süreci yaşadılar. Yıkılan konutların içinde yaşayanlar için, yönetim (belediye veya özerk yönetim) yeni konutlar inşa etti. Yeterli açık alanı bulunmayan bölgelere, nefes aldıracak yeşil alanlar yaratabilmek üzere bazı yapılar, yerlerine yenisi yapılmamak üzere yıkıldı. Bizde ise hiç yeşil alanı olmayan Mecidiyeköy’e; Ali Sami Yen Stadı ve likör fabrikası arsasına, yüzde yüz yapılaşma ile adeta anlayış farkımız damga vurdu.
Barcelona’da dönüşümden en çok etkilenecek, baskı altındaki yoksul ev sahiplerinin bölgeyi terk edip, el değiştirmesine engel olmak ve sınıfların bir arada yaşamasını sağlamak için “toplumsal rehabilitasyon birimi” kurdular. Bizim Okmeydanı Projesi ise hem sosyal hem de rant açısından bu olayla taban tabana zıt niyetleri açığa çıkarttı. İşte şehirlerin düzenlenmesinde bunca kıyaslama imkanı varken, en fazla suskun kalanlar ise otel ve AVM yatırımcıları oldu. Beni en çok şaşırtan da budur.
İstanbul’u marka şehir haline getirmeden, her ülkede uygulanan Shopping Fest ve müzik festivalleri gibi uygulamaları kopyalayarak kalıcı neticeler alamazsınız. Kültürel mirasa sahip çıkamıyorsanız, şehrin doğal yapısının ve çevresinin korunmasında etkin değilseniz küresel anlamda ticari sonuç nafiledir.
Bu sessizlikte tarihi köşk yangınları sıradanlaşır. Park Orman benzeri yeşil alanların imara açılması yaygınlaşır. Üstelik büyük bir kesimin değer verdiği tarihi camilerimiz bile silüet mağduru olurlar. Alt yapı aynı kalıp üst yapıyı 5 katına çıkartarak, dünyanın trafiği en sıkışık ikinci şehri konumunu muhafaza ederseniz, olimpiyatı size vermezler, nimetlerinden faydalanmak da yukarda saydığım diğer şehirlere kalır.

Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Eylül 2014 – 67. sayısında yayınlanmıştır.

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Ücret artışının ölçüsü beklenen enflasyon!

Ercüment Tunçalp

Yıllardır yüksek enflasyonun bedelini sadece sabit gelirliye ödeten sistem devam ettiği gibi gündeme yeni bir boyut daha ilave oldu…

Son 3 yılda tüketicimizin satın alma gücündeki büyük düşüşü dünyanın dört bir tarafından yaptığımız fiyat araştırmaları ve “İki ülkede iki alışveriş” yazı dizimizle gözler önüne seriyoruz. Önceleri her ülkenin ücret ve fiyat seviyelerini 1 birim üzerinden değerlendirirken, artık döviz bazında da dünyanın en pahalı ülkeleri arasına girdiğimizden bizim rakamların da dolar veya euro karşılığını teraziye koymaya engel kalmadı!

Ancak bu kadarı da yetmemiş olacak ki;

TCMB Başkan Yardımcısı Cevdet Akçay asgari ücrete ilişkin bir soru üzerine; “Ücretlerin belirlenmesinde ileriye dönük endekslemeye geçmek (beklenen enflasyon tahminine göre) durumunda olunduğunu” söyledi.

Gerçekleşen resmi enflasyonda bile madde fiyatları açıklanmadığı için güven sorunu yaşanırken, şimdi bir adım daha öteye geçilerek beklenen enflasyonun ölçü alınması isteği anlaşılır gibi değildir. Zira şimdiye kadar sık sık revize edilmesine rağmen bu hedefler hiçbir zaman tutmadı ki…

2024 yıl sonu enflasyon beklentisini önce yüzde 36’dan yüzde 38’e, sonra da yüzde 44’e yükseltmişsiniz ve bunun da tutma olasılığı hayli düşük. Büyük ihtimalle resmi yıl sonu enflasyonu yüzde 48,5 çıkacak, İTO İstanbul Ücretliler Geçinme İndeksi farkı ile de daha yukarı yönlü esneme payı olduğunu göreceğiz. 2025 yılsonu beklentisi de daha şimdiden yüzde 14’ten yüzde 21’e yükseltilmiş ve bunun da tutmayacağı güçlü ihtimaldir…

Kaldı ki 2025 yılı için yeniden değerleme oranı, bitirmekte olduğumuz yılın enflasyonuna göre yüzde 43,93 olarak belirlendi. Yani vergi ve cezalar ile harçlar resmi enflasyona göre alınacak, vatandaşa ücret artışı ise gelecek yılın beklentisine göre yüzde 21 civarında kalacak!

Hepsi bu kadar da değil…

Hem enflasyon tahmini sürekli yukarıya çekilecek hem de dezenflasyon müjdesi verilecek. Bir de ikisinin bir arada nasıl gerçekleşeceği anlatılsaydı da  merakımızı giderseydik ne iyi olurdu!

Yıl sonuna 1,5 ay kala enflasyon hedefini yüzde 38’den yüzde 44’e (yüzde 16 artışla) revize ederken bu yeni gelişme izaha muhtaç değil mi? Bunu bile 4 ay önceden göremeyeceksiniz ama hiçbir şey olmamış gibi benzer hedeflere göre hayati kararlar alma niyetini sürdüreceksiniz. Şaşırmamak elde değildir…

Benim tam 8 ay önceki (19 Mart 2024) yıl sonu enflasyon tahminim yüzde 55 idi. Ağustos ayının ortalarında ise; genel tahminler son dört ay içinde faiz indirimlerini işaret ederken, ben yine aynı enflasyon tahminime dayanarak eksi reel faize rağmen bunun 2024 yılı içinde mümkün olamayacağını belirtmiştim. Her iki tahmin de arşivde duruyor, görülebilir. “Ben söylemiştim” demeyi sevmem ama bizim meslekte bazen hangi tarafın daha fazla isabet kaydettiğini göstermek de zorunluluk oluyor. Tahminlerin ömrü asgari 4 ay olmalıdır. Yoksa köy görünür hale geldikten sonra yol tarifine ihtiyaç kalmaz.

Bu konuda Daron Acemoğlu demiş ki, “Enflasyon bir semptomdur. Türkiye’de temel sorun fakirlik. Çünkü işçi ücretleri artmıyor.”

Buraya kadarki görüşü ülkemizin gerçeğidir…

Daron hoca devam ediyor; “İşçi ücretlerinin artması için eğitim ve teknolojiye yatırım yaparak verimliliği artırmamız lazım. Enflasyon sorunu verimlilik artışından gelen ücret artışıyla çözülür.”

Bu görüşü ise küresel gerçekliktir ama ülkemiz şartlarına uymamaktadır. Zira ülkemizde verimlilik arttı diye işveren bonkör davranış sergilemez. Tam tersine örgütsüz çalışanları koruyan sosyal politikalar yetersiz olduğundan, kimse kimseye mecbur kalmadan ilave imkan sağlamaz. Yani verimlilik artışının ücretlere yansıması için sosyal mücadelenin de neticeye ulaşması gerekir. Durup dururken bunu patronlardan beklemek aşırı iyimserliktir.

Neticede ücret düşüklüğünün nedeni verimsizlik değil, sendikaların işveren karşısındaki güçsüzlüğü, artan gelir dağılımındaki adaletsizlik ve gelir grupları arasında süreklilik kazanan servet transferidir.

Sonuç olarak; açıklanacak hedeflerin inandırıcılığı kalmadığına göre bu tahminlerin veri olarak kabul edilip kira ve ücret gibi sözleşmelerde kullanılması doğru bir yaklaşım olmaz. Önce gerçekçi hedefler belirlenip bunda isabet kaydetmek gerekir ki; güven sağlanması ile bu referans özelliği gündeme gelebilsin. Dolayısıyla daha alınacak çok uzun bir yol olduğu bellidir. Kaldı ki,  zaten satın alma gücünü iyice kaybetmiş orta ve alt gelir gruplarına fiili enflasyon oranı altındaki ücret artışını uygun görmek, diğer gelir grupları ile farkı daha da açar.

Geçmişteki gerçek yaşanan enflasyondan vazgeçtik; resmi enflasyona göre bile vatandaşın kaybedilmiş olan satın alma gücü nasıl geri gelecek?

İleriye dönük hesapta; enflasyon hedefi her revize edildiğinde ücretlere de otomatik artış gelecek mi? Yoksa 1 sene sonrası mı beklenecek?

Geliri beklenen enflasyona göre düşük kalacak olan sabit gelirlinin ödeyeceği verginin geçmiş enflasyona göre daha yüksek oranda artırılması ne kadar adil?

Bu soruları çoğaltmak mümkündür ama hiç adil olmayan böyle bir teklifin konuşulması bile zaman kaybıdır. Açlık ve yoksulluk sınırını da geçtik, zira o sınırlar üzerinde kalmak imkansız hale gelmiştir; bari artış oranlarında biraz matematik gerçeklik bulunsun. Örneğin bugün en çok konuşulan yüzde 25 gibi bir oran hangi gerçekliği yansıtabilir?

En yakın tarihli resmi yıllık enflasyon hedefi bile yüzde 44 olduktan sonra…

Kaldı ki; artış oranı açıklandığı an her zamanki gibi piyasa fiyatları artmaya başlayacak. Yani yeni ücretlerin ele geçmesine daha 2 ay kala…

Böylece ilk zamlı ücret ele geçtiğinde, bu günden çok farklı bir satın alma gücü olmayacağını da basit bir hesapla görmek mümkün olabilecektir.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Asansör fiyatlandırma ile kampanya!

Ercüment Tunçalp

‘Asansör fiyatlandırma’ adını uygun gören bir kişi olarak, müşterinin fiyat yönünden aldatılmasında uç nokta olan bu konuyu iyice anlaşılır kılmak üzere sorumluluk hissettim. Özellikle her yılın Kasım ayında; fiyatların önce yukarı yönlü, sonra da orada hiç bekletilmeden aşağı yönlü indirimlere konu edilmesini böyle tanımlıyorum. Elbette yaygın uygulamadan bahsediyorum, istisnaları olduğunu da kabul ediyorum.

Peki bu iniş çıkışlar sadece yılın bu son bölümünü mü kapsıyor?

Elbette hayır, görüleceği üzere bütün yıla yayılıyor ama gürültüsü en çok son iki ayda daha fazla çıkıyor.

Ticaret Bakanlığı, ‘Fiyat Etiketi Yönetmeliği’nde 1 Mart 2022 tarihinden geçerli olmak üzere değişikliğe giderek; “İndirim oranında, son 30 gün içindeki en düşük fiyat baz alınacak. Meyve sebze etiketlerinde ise indirim miktarı ve oranı hesaplanırken indirimli fiyattan bir önceki fiyat esas alınacak” kuralını getirmişti. Aşağıda bu kurala uymayan bolca örnekten bir kısmını göreceksiniz. Yani kural kenarda duruyor, herkes bildiğini okuyor. Aynen taklit tağşiş olaylarındaki büyük sapma gibi…

Tezgahtara soruyorum; “2.000 liradan yüzde 50 indirim yaptığınızı söylüyorsunuz, bu üründen 2.000 liraya sattığınız tek adet var mı?” diye. Aldığım cevap, “Hayır biz sürekli yüzde 50 indirimli olarak 1.000 liraya satıyoruz” oluyor. Yani kasada hiç işlem görmeyen bir fiyat, esas fiyat olarak takdim edilebiliyor. Bu çalışan ya papağan gibi patronun ezberlettiği klişeyi bize tekrarlıyor ya da algı sorunu yaşadığı çok açıktır. Bir üründe esas fiyat ancak önemli miktarda satış şartı ile bu tanımı hak edebilir. Yoksa böyle bir uydurma fiyat yok hükmündedir.

Peki bu durumu fiyatlandırmayı yapan ekip bilmez mi?

Elbette bilirler, ancak tüketicinin fazla takipçi ve araştırmacı olmadığına inanmışlar bir kere…

Asansör fiyatlandırma sadece belli kategorilere özgü olarak mı gelişiyor?

Hayır, perakendenin her kategorisinde sık sık rastladığımız bir durumdur. Tüketici çoğunluğu atlasa veya umursamasa da asla gizli kalması söz konusu değildir. Nitekim özellikle gıda kategorisinde, sosyal medya hesapları üzerinden ve perakendeci nezdinde birçok örnek teşhir edilmektedir.

Bazı örnekler:

Büyük bir süpermarket zinciri; insert döneminde Milka beyaz çikolatada yüzde 30 indirim yapıyor. 80 gr fiyatı 56,00 TL’den, 39,20 TL’ye inmiş gösteriyor. Ancak 1 hafta önce 39,90 TL’ye yeni artış yapıldığı anlaşılıyor. Raftaki sarı indirim etiketinin altında unutulmuş olan beyaz etikette bu çok açık görülüyor. Yani fiyat bir hafta gibi kısa süre içinde (muhtemelen 3’er gün ara ile) bir kere daha 56,00 TL’ye çıkıp geri geliyor. Ve buna da indirim deniyor.

Ürün Nesquik kare çikolata 70 gr, fiyat 34,50 TL’den 42,50 TL’ye yükseltiliyor. Sonra 37,90 TL’ye indiriliyor. Yani gerçekte fiyat artışı olan üründe sahte indirim gösterilmiş oluyor.

Sivri biberin bir gün önce 49,99 TL olan fiyatı halk gününe özel 54,99 TL yapılıyor ve halkın 24 saatte unuttuğuna güvenilerek indirim diye sunuluyor. Allahtan dalgın çalışanlar sayesinde bir altta unutulan etiketten her şey açığa çıkıyor. Bu zincirler eski senelerde asla böyle şeylere tenezzül etmezlerdi.

Ancak daha da fenası var…

Aynı gün içinde bir yerel markette 325 TL’ye satılan deterjan, ulusal markette 813 TL’ye alıcıya sunulabiliyor. Şimdi bu fahiş fiyat üzerinden yüzde 50 indirim yapılsa ve fiyat 406,5 liraya düşse dalgın müşteri kaç kere aldatılmış olacak? Öyle ya indirimli fiyat bile yüzde 25 pahalı kaldıktan sonra…

Bu örneklerden o kadar çok var ki, biraz zaman harcayarak haftalık liste yapmak çok kolaydır…

“Yüzde 70’e varan indirimler” senaryosu da asansör fiyatlandırma esaslıdır. Yalnız bu asansör 7. kata hiç çıkmaz, hep üçüncü katta kalır. Bir kere vitrindeki mesaj sizi içeri çektiyse; sorarsınız, “yüzde 70 indirimli ürün nerede?” diye. Size alay eder gibi bir atkı veya fular gösterirler. Başka? Başka yok, diğerlerinin yüzde 25-30 bandında olduğunu görürsünüz. “Ayıp değil mi?” deseniz, cevap hazırdır, “okuma yazmanız yok mu ? ‘…varan’ diye belirttik” olur.

Bu bakımdan tüketici olarak sadece dipteki son fiyata odaklanmak ve piyasa alt sınırında olduğuna inanmak zorundasınız. Sizi hangi fiyattan indiği veya indirim oranının ne olduğu ilgilendirmemelidir. Aksi halde avcıya koz vermiş olursunuz.

Uzun zamandır son kullanım tarihi üzerinden aylar geçen ürünlerin yüzde 50 indirim uygulanarak satılması alışkanlık haline gelmiştir. Bu o kadar yaygınlaşmıştır ki, dolandırıcılık tarafını geçtim, bu cinayete teşebbüs fiilini nasıl göze alabildikleri de hayli merak uyandırmaktadır.

Sonuç olarak; yüksek enflasyon iş ahlakını çürütmüştür. Fırsatçı enflasyonu da bu şekilde gelişmiştir. Kalite standartlarının esnetilmesi, hilede iş ortaklığı ve dayanışma cesaretinin artışı da aynı şekilde vücut bulmuştur. Ve utanma duygusu da böylece kaybolmuştur.

Elbette Kasım ayı kampanyalarını destekliyorum. Ancak güvenilen markaların ve satış noktalarının doğru seçilmesi şartıyla…

Bugün artık dijital ortamda sık kullandığımız ürünlerin piyasa fiyatlarını takip etmek çok kolaylaşmıştır. Perakendecinin astığı kampanya afişine boş verip (dikkati dağıtmamak için), fiyat kıyaslamalarına odaklanmak parayı sokağa atmayı önler. Bazı uyanıkların satış yapamamalarını sağlamak, yetkili mercilere şikayet etmek veya sosyal medya hesaplarından teşhir etmek yeterli cezadır.

Asıl olan herkesin kendi bütçesini ve sağlığını koruma altına alabilmesidir. Zira görüldüğü gibi kontrol yetkisi olan merciler her yere yetişememekte ve bu yüzsüzler de bundan yararlanmaktadırlar. O zaman gemisini kurtaran kaptan sayısının artmasına ihtiyaç vardır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Harap-tar market!

Ercüment Tunçalp

Usta sanatçı Şener Şen’in Züğürt Ağa filminde yer alan Haraptar Market birdenbire neden aklıma düştü?

Bir kişinin bütün iyi niyetine ve gayretine rağmen, iş bilmezliğin bir aile marketini nasıl batırdığına en iyi örnektir de onun için…

Evet ülkede bir tane daha Haraptar Market yok ama Harap Marketler’e ait şubelerden bolca var. Kelime anlamı, “bakımsız kalmış, bakımsızlıktan yıkılacak duruma gelmiş” olduğu için aşağıda belirteceğim mevcut durumu daha iyi yansıtacağını düşünmekteyim. Peki bunların sonu neden filmdeki örnekte olduğu gibi acıklı bitmez?

Çünkü verimsiz şubeleri bir müddet diğer şubeler taşır. Taşınamayacak hale gelince de o verimsiz şubeler kapatılır. Zira bizim ülkemizde “lokasyon analizi” diye bir çalışmaya fazla ihtiyaç duyulmaz. Aynen filmde olduğu gibi bir kişi kararını verir, çalışanlar da satış yerini açılışa hazırlar. Oysa batıda ‘yanlış mağaza yeri seçimi’ne karar veren sorumlular belli bir hata payını aştıklarında, bunun bedelini işlerini kaybederek öderler. Zira bir şubeyi kapatmanın maliyeti çok yüksektir. Bu topraklarda 500 şube kapatan perakendeci vardır, 50-60 şube kapatmak ise sıradan uygulama sayılır. Dolayısıyla bizim patronlar kapatılan şubelerin sayısına bakarak, “bu şubelerin açılmasına karar verenler bir adım öne çıksın” demezler.

Bazı marketlerin kontrolden çıkması; raflara, soğuk dolaplara kirden el değilememesi de sıradanlaşmıştır. Müşteri olarak iştahınız kaçtığı için alışveriş yapmak istemezsiniz. Belli ki herhangi bir denetim yoktur, markete bir Bölge Satış Müdürü gelse bile heyecan yaratamamaktadır. En iyi görüntü veren marketlerde bile temizlik daha çok zemin ile sınırlıdır. Raf temizliğine son yıllarda ben hiç şahit olmadım. Bir büyük zincirde rafa yapışık bal kavanozunu işaretledim, bir hafta sonra aynı şekilde buldum. Bir markette soğuk dolaptan 15 gün boyunca zemine su kaçağının sürdüğünü izledim.

Kontrolsüzlük, normal insanı bile yoldan çıkartacak güvenlik sorunu yaratır. Küçük mağazalarda, kasadaki 1 kişi dışında satış alanı tamamen terkedilmiş örneklerle doludur. Hırsızlık için bundan daha uygun bir ortam bulunamaz.

Kontrolsüz kalan personel yazın mağaza çevresinde, kışın depoda sosyalleşme faaliyetindedirler. Yalnız kalınan zamanlarda da en iyi arkadaş cep telefonudur.

İnsan kaynakları departmanları çalışan sayısına bakarak norm kadroları oluştururlar ama çalışan başına verimlilik ölçülmediği ve denetlenmediği için her şey kağıt üzerinde kalmaktadır. Bir şubede 3 kişinin işini 1 kişi layıkıyla yaparken, başka bir şubede 1 kişilik işi 3 kişi becerememektedir.

Haraptar Market satın alma departmanı olmadığı için istediği ürünü rafa koyabilir ve bu da hoş görülebilir. Ancak kategori yönetimi ve kalite kontrol departmanı bulunan zincirlerin hiç değilse fiyatından bile gerçek olmayan balı anlamaları beklenir. Raflarda 460 gramı 80-85 lira ve altında satılan bal gerçek olamaz. Çünkü ülkemizde çiçek balının üreticide kilogram fiyatı 115 TL’den (en düşük fiyat) başlar. Az bulunan çam balının üretici kilogram fiyatı da 135 TL’den başlar. Bu fiyatlar 26 kilogramlık teneke ambalaj içindeki balların toptan kg fiyatıdır. Market rafına gelene kadar bu fiyatlara paketleme giderleri (benmari işlemi, kavanoz, kapak, koli, işçilik, nakliye), marka sahibinin ve perakendecinin kârları eklenir. Dolayısıyla markette satılan bir balın kilogram fiyatı 200 TL’nin altında olamaz. Olursa da gerçek bal sayılamaz. Peki bu fiyatları aşan balların kalite garantisi var mıdır?

Yoktur. Bunları öğrenmek için de daha önce belirttiğimiz üzere Tarım ve Orman Bakanlığı’nın tağşiş listelerini takip etmek gerekir.

Son günlerde aniden bollaşan ve fiyatı düşen Antep fıstığının kaynağı yoğun olarak ihracattan dönen ürünler olamaz mı? Mağaza içinde sadece bu tek çeşit için orta teşhiri yapanın öncelikle bunu sorgulaması gerekmez mi?

Sebze meyve tezgahı sabah saatlerinde hazırlandıktan sonra asla kendi kaderine terkedilemez. Ancak yaygın uygulama gün boyu boş bırakılan ve akşam saatlerinde de bozulan ürünlerin çöp konteynerlerine doldurulması ile sonuçlanır. Bu büyük firelerin, maliyetleri ve perakende fiyatları yükselttiği de bir başka gerçektir. Fireyi azaltmanın yolu ise çöp haline gelen sebzeyi indirimli satmak değil, çöp haline gelmesini engellemektir…

Bağdat Caddesi üzerinde yer alan bir gurme marketin soğuk dolabında sık sık son kullanım tarihi geçen onlarca günlük süte (1-2 tane değil) rastlıyorum.

Bizde sıradan hale gelen bu ihmalin cezası İngiltere’de 7,5 milyon sterlindir. Ülkemizde ise yetersiz para cezalarının caydırıcı olamadığı çok açıktır. O kadar ki aynı market tağşişli baharatı müşteri şikayetine rağmen rafta tutabilmektedir.

Binlerce şube açmak iyidir de o şubelere et ve süt ürünlerini soğuk zincir dışında normal araçla taşımak da kendi kalenize gol atmak gibidir.

Mağazalarda bazı koridorlar depo olarak kullanılıyor. Depo dediysem düzenli olduğu anlaşılmasın, sanki bilhassa müşteri geçişini engellemek üzere gelişi güzel etrafa saçılmış, palet üzerinde olmayan yığınları kastediyorum.

Sonuç olarak; mesleki bilgi ve beceriye henüz sıra gelmeden kişisel hijyen, sağlıklı beslenme ve işi sahiplenme alışkanlıklarına akıllı tüccar özelliğinin ilavesi yeterlidir. Bu konularda işletme büyüklüğünün hiç önemi yoktur. Zira yukarda saydığım ihmallerin bir tanesine bile rastlanmayan esnaf örnekleri çoktur. Sorumlu olduğu şubeler ‘harap’ durumda olan satış yöneticisinin başka bir kilit performans göstergesini incelemeye ihtiyaç yoktur. Bakmakla görmek arasındaki fark açıldıkça değil yeni bir sistem kurmak, mevcut sisteme de uyum sağlamak mümkün değildir. Avrupa ile anlayış farkımıza örnek olarak Budapeşte Aldi şubesinden aşağıda bir fotoğraf sunuyorum. Üretici ambalajı küçültüyor, perakendeci ise tüketiciyi uyarıyor; “Dikkatli olun, ürün küçülmüştür” diye. Bunu bizim ülkemizde görmek mümkün müdür? Tağşişli ürünü bile raftan kaldırmayan perakendeci, küçülen ambalajı mı duyuracak? ABD’den ithal edilen kabuklu cevizi (2023 mahsulü) etiketinde “Menşei Türkiye” olarak, Çin’den ithal edilen sarımsağı etiketinde yerli malı olarak gösteren bir anlayıştan daha fazlasını mı bekleyeceğiz?

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER