Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Reklam mesajları bıktırıyor

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Kırk yıllık gözlemlerime dayanarak şuna inandım ki; gerçek alışveriş ortamında tüketiciye ne yaşatıyorsanız getirisi onunla sınırlıdır. Buna paralel olarak marka sahibinin ürününü perakendeciye de farkettirmesi gerekiyor. Böylece, yöneticilere dönük reklamın özelliği de bilgilendirmek oluyor.   Dünyada ve ülkemizde, yukarda saydığım onlarca reklam mecrasını kullandığı halde rafta yanındaki mağaza markalı ürün kadar satmayan birçok güçlü marka vardır.

Reklamda zorlama olmaz. Açık büfe gibi masanın üzerine dizersiniz, isteyen içinden  dilediğini seçerek alır. Aynen gazete ve dergi reklamlarında olduğu gibi. Yol kenarlarındaki billboardlar için de aynı şey geçerlidir. En azından antipati yaratmaz.
Oysa yeni bir güne başlıyorsunuz; telefonunuz çalıyor, karşınızda bir sesli mesaj, bütün gün telefonunuza akan onlarca yazılı mesaj, bilgisayarınızı açıyorsunuz elektronik postanızda bir sürü ayıklanması gereken ıvır zıvır… Hayat bu mudur, iş hayatı içinde devamlı koşuşturan tüketici neden bir de başkalarının kazanma hırsı uğruna zaman harcasın ki?  
Sadece ucuz olduğu ve çok kişiye ulaştığı için cazip hale gelen bu kolay ve kestirme yolun getirisi, inanın ki götürüsünden fazla olamaz. Firmalar reklam yaptıklarını zannederken, bir taraftan da antipati ürettiklerinin farkında olmalılar. Zira reklam genelde duyusal faktörler üzerine oturtulur. Ancak reklamın belirttiğim taciz eden şekli, negatif duyguları harekete geçirerek tüketicide savunma refleksi oluşturur. Telekomünikasyon alanında cep telefonlarına yerli yersiz gelen reklam SMS’leri mobil operatörler tarafından engellenebiliyor. Teknik olarak engelleme ancak toplu iletilere uygulanabiliyor. Peki aynı sevimsiz uygulamayı kendi markaları için de yapan ve bu kulvardan önemli gelir temin eden GSM şirketleri nezdinde, bu bombardımandan kurtulmak ve netice almak o kadar kolay olabilir mi ? Hayır olamaz. Zira sesli mesaj var, yazılı mesaj var, herhangi bir numaradan arayarak yüz yüze bilgi vermek isteyen var. Hangisini engelleteceksiniz? Üstelik işin vahim olan bir başka cephesi de; veri depolayan şirketlerin, tüketicinin kişisel bilgilerini isteyen firmalara satarak suç işlemeye devam etmeleridir.
5 Kasım 2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan ve 1 Mayıs 2015 tarihinde yürürlüğe girecek olan ‘Elektronik Ticaretin Düzenlenmesi hakkındaki Yasa’ nın bu tacizci reklam düzenini ıslah edeceği söyleniyor. Ümitle bekliyoruz. Sırf bu yüzden, tüketici her vesile ile karşısında bulduğu televizyon reklamlarına da ilgisini yitirmeye başlamıştır. Çünkü orada da zorlama vardır. Dizi veya açık oturuma ara veriliyor, 6-7 dakikalık esaret başlıyor. Birçok kanalda reklamın başlaması ile birlikte ses seviyesi de yükseliyor ve bu sefer de bir başka işkence devreye giriyor.  
Nitekim bir araştırmaya göre; tv reklamları sadece yüzde 5’lik bir kitle tarafından dikkatle izleniyormuş. İzleyicilerin yüzde 10’u kanal değiştiriyor, yüzde 54’ü sohbet ediyor veya kitap, gazete okuyormuş. Kalan yüzde 31’de reklam bitene kadar odadan çıkıyormuş. RTÜK kurallarına göre; reklamların toplam yayın süresi, kanalın günlük yayın süresinin yüzde 20’sini geçemiyor. İnanın bu sınırlama olmasa, yüzde 50’nin aşılması bile işten değildir. Zira ne reklam alan reytinglerin düşeceğini görüyor, ne de reklam veren ince hesap yapıyor. Pazarlama iletişiminde, reklamın tek başına yetersiz kaldığı ve satışa katkısının kolay ölçülemediği bir gerçektir. Mesaj iletimi satış noktalarının uzağında oluştuğundan tüketicinin kararına etkisi sınırlı kalıyor. O zaman mağaza içindeki çalışmalara daha fazla bütçe ayırmak gerekmiyor mu? Kırk yıllık gözlemlerime dayanarak şuna inandım ki; gerçek alışveriş ortamında tüketiciye ne yaşatıyorsanız getirisi onunla sınırlıdır. Buna paralel olarak marka sahibinin ürününü perakendeciye de farkettirmesi gerekiyor. Böylece, yöneticilere dönük reklamın özelliği de bilgilendirmek oluyor.   Dünyada ve ülkemizde, yukarda saydığım onlarca reklam mecrasını kullandığı halde rafta yanındaki mağaza markalı ürün kadar satmayan birçok güçlü marka vardır.
Biraz daha ileri gideyim; Türkiye ve İsviçre’de tek mağaza zincirinde satıldığı halde ‘ülkenin en fazla satan ürünü’ olmayı başarmış mağaza markalı ürünler mevcuttur. Oysa private label ürünün insert ve dergi dışında reklamı yoktur.
Peki nasıl en çok satan duruma gelebilmişlerdir? Müşteriye yaşattıkları deneyimlerle…

Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Mart 2015 – 73. sayısında yayınlanmıştır.

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Baz etkisi geçince ne olur?

Ercüment Tunçalp

Bugünlerde bazı siyasilerin dilinden düşmeyen bir söz var; “Haziran’dan sonra enflasyon düşecek” şeklinde…

Bu sözde gerçeklik payı var  mı?

Kısmen var. Ancak ne yüzde 50’ye gelen politika faizinden ne de enflasyonla mücadelede kazanılmış herhangi bir nedenden kaynaklanmış şekilde değil…

2023 yılının Temmuz ve Ağustos aylarına ait anormal yüksek çıkan aylık enflasyon oranlarının sistemden çıkacak olmasına dayanan baz etkisinden

Bu konuya şimdiden girmemin sebebi; sonradan birilerinin çıkıp bu önceden belli olan tabloyu “önce söyledik, sonra da yaptık” diye sunmalarının esasında otomatik bir sihirli dokunuş olduğunu kayıt altına almak içindir.

Peki, daha sonraki aylarda ne olabilir?

Büyük ihtimalle şimdiye kadar ne olduysa aynı şekilde devam edebilir…

Yıl sonunda TÜFE yüzde 55’in üzerinde çıkar. Bu benim 1 ay önce kayıt altına aldığım resmi enflasyon tahminimdir. Elbette yaşanacak olana dair tahminim daha da yüksektir. Merkez Bankası tahmini ise hâlâ yüzde 36’dır.

Biraz daha açalım…

Geçmişteki enflasyon oranları gelecekteki enflasyon oranlarını etkileyebilir. Yani geçmişteki yüksek enflasyonun, gelecekteki enflasyon oranlarını baz etkisiyle aşağı çekeceği veya yukarı iteceği çok önceden tahmin edilebilir.

Baz etkisi (Base Effect), karşılaştırma yapılacak iki farklı dönemden, bir önceki dönemde yaşanan aşırı yükselme ya da düşüşün sonraki dönemin sonuçları üzerinde yarattığı etkiye denir. İlgili ayın enflasyon verisi hesaplanırken, bir sene öncenin aynı ayındaki genel fiyatlar seviyesinin yüzdesel farkı alınır. O bir önceki yılın ilgili ayındaki referans alınan değer düşükse yüksek bir değişim oranı yaratır. Tersine önceki yılın aynı ayında daha yüksekse bu sefer de düşük bir değişim oranı yaratır.

Ağustos ayı başında açıklanacak olan Temmuz ayı TÜFE hesabından bir sene önceki aynı ayın yüzde 9,49’luk oranı buharlaşır, onun yerine yüzde 3-4 arası bir oran sisteme yerleşir. Böylece düşüşün birinci etabı yıllık enflasyonu da düşürecek şekilde tamamlanmış olur.

Eylül ayı başında açıklanacak olan Ağustos ayı TÜFE hesabından da bir sene önceki yüzde 9,09’luk oran çıkar, onun yerine de yine muhtemelen yüzde 3-4 arası bir oran sisteme dahil olur. Bu da düşüşün ikinci etabı olarak yıllık enflasyona olumlu etki yapar.

Sonra?

Enflasyon normal seyrine devam eder…

Çünkü Ekim ayında açıklanacak olan Eylül ayı TÜFE hesabından bir sene önceye ait nispeten daha makul sayılabilecek yüzde 4,75’lik oran çıkıp, yine buna yakın bir oranın sisteme dahil olmasıyla sihirli dönem sona erer. Devamında da 2023’ün Ekim, Kasım, Aralık aylarına ait enflasyon oranları yüzde 3,5 altında gelmiş olduğundan baz etkisi diye bir şey kalmaz.

Şimdilik çok az kişi tarafından kabul gören yukardaki yüzde 55’lik tahmini nasıl yaptığımı biraz açayım. Önce bu hesabı TÜİK verilerine göre yaptığımın altını çizeyim. Örneğin Mart ayına ait yüzde 3,16’lık TÜFE oranını gerçekçi bulmasam da yine de bu oranı dikkate aldım.

2024 yılı ilk çeyreğe ait (%6,70+4,53+3,16) aylık resmi enflasyon oranlarının kümülatif toplamı yüzde 15,05’dir. Geriye kalan her ayı yüzde 3’den hesaplarsak yıl sonunda yüzde 50 yıllık enflasyon oranına ulaşırız. Arada sürpriz yapacak ayları da hesaba katarsak yüzde 55 çok makul gözüken bir tahmin olarak karşımıza çıkar.

Geleceğe dair aylık yüzde 1,5’lik enflasyon tahminlerini gerçekçi bulmak mümkün değildir. Bunun için devam eden fiyat artışlarına bakmak yeterlidir.

Sonuç olarak; yukarda belirttiğim 2023 Temmuz ve Ağustos aylık enflasyonlarını yıllık olarak yaşayan ülkeler acil tedbirleri devreye sokarlarken, bizler sistemden çıkacak anormal oranların getireceği kısmi iyileşmeyle yetinemeyiz. Bu vesileyle geçici olarak 10-12 puanlık düşüşü enflasyonda kalıcı düşüş gibi göstermek gerçekçi olmaz. Zira bugüne kadar enflasyonu yükselten olumsuz şartları düzeltmeden, sadece gecikmiş faiz artışlarıyla (hâlâ reel faiz eksidir) netice alınacağını sanmak veya toplumu inandırmak mümkün olmaz. Hele hele günümüz şartlarıyla en az 4 senelik zaman dilimi içinde tek haneli enflasyon oranlarını öngörmek şaka gibidir…

Örneğin gri listeye nasıl girdiğimizi hiç sorgulamadan, çıkma ihtimaline bile davul çalmak henüz hangi noktada olduğumuzu gösterir. Dünyada o listeye anlık bile girip çıkmış olan bize benzeyen bir ülke bulunmuyor. Dolayısıyla bize bu tabloyu sunan olumsuz sebepleri ortadan kaldıracak ve tekrarını önleyecek yapısal iyileştirmelere ihtiyaç vardır.

Kamuda tasarruf hâlâ sahaya yansımadığı halde tüketiciyi sıkıştıran kararlar çok rahat alınabiliyor. Nitekim Dünya Bankası, “Halen Türkiye’nin yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı ile boğuştuğunu, bunun da yoksul kesimleri ‘orantısız baskı’ altına aldığını” tespit olarak paylaşıyor.

Dünyada yaşanan enflasyonla bizim ülkemizde yaşananın en küçük bir benzerliği olmadığı artık genel kabul görmelidir. Birçok ülke enflasyonu yüzde 5’in altına düşürerek sıkıntıyı aştıkları halde tedbiri elden bırakmıyorlar. Bütün dünyada gıda fiyatları düşerken bizde hızlı artış sürüyor.

Kaldı ki, savaş halindeki Rusya’nın yıllık enflasyonu yüzde 7,7, Ukrayna’nın yüzde 8,7 iken, bizdeki yüksek enflasyon için etrafımızdaki savaş ortamını sebep göstermek de artık anlamını yitiriyor.

Mali sıkılaştırmada öncelik sıralaması hayati derecede önemlidir.

Hatalı tahmine dayanan gelir garantili projeler, büyük gruplara dönük vergi afları, resmi kurum ve belediyelerdeki ölçüsüz harcamalar son bulmadıkça; sadece tüketiciye ve küçük esnafa çıkarılacak fatura ile bu ağır yük kalkmaz.

Yoksa hepimiz aynı gemide olduğumuza göre hissemize düşecek sıkıntıyı paylaşmamız gerektiğini gayet iyi biliyoruz. Yeter ki dışardan bu manzaraya sadece seyirci olan ve fedakarlığa niyetlenmeyen kimse kalmasın…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Yoksullaştıran büyümeye sevinelim mi?

Ercüment Tunçalp

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Türkiye’nin 2023 büyüme rakamlarını açıklayınca gördük ki; gayri safi yurt içi hasılamız (GSYH) yüzde 4,5 büyümüş. Böylece AB ülkeleri arasında en çok büyüyen ülke olmuşuz…

Peki bizi kıskanmış olabilirler mi?

Hayır. Bu bir tercih meselesidir. Son yıllarda onlar bize göre çok düşük kalan seviyedeki enflasyonla mücadeleyi tercih ettiler. Biz ise yüksek enflasyonla mücadele yerine büyümeyi tercih ettik. Böylece büyüdük ama dünyada gelir dağılımı en bozuk üç beş ülkeden biri olduk. Üstelik ülkemizdeki 5 milyonu aşan sığınmacı nüfusu üretime katılmalarına ve yaşam maliyetlerine rağmen toplam nüfusa dahil edilmediklerinden, kişi başı gelirimiz olduğundan yüksek görüntü verdi…

Kaldı ki son 10 yılda ekonomide büyüme devam ettiği halde kişi başı gelirde düşüşler yaşadık. Ancak 2023 yılında, TÜİK verilerine göre kişi başı gelir 13.110 dolarla, 2022 yılındaki 10.659 doların yüzde 23 üzerinde gerçekleşti.

Bu önemli artışın sebebi; yüksek enflasyonun çok altında kalan kur artışıdır.

Daha uzun süreler için baktığımızda ise; son 10 yılda (2013’ten itibaren) 12.582 dolardan sadece yüzde 4 farkla bugüne geldiğimiz ve adeta patinaj yaptığımız görülür.

Peki büyüme nasıl gerçekleşti?

İthalata bağımlı ihracat ve sanayiye dayalı büyüme modeli ile…

Kur Korumalı Mevduat 2 türlü servet transferine neden oldu. Bir taraftan mevduat sahiplerine olağanüstü faiz+kur farkı yoluyla kazanç sağlanması, diğer taraftan bu mevduatın ticari kredilere yönlendirilmesi ile…

Gelirini sadece temel ihtiyaçlarına harcayabilen ve borçlanamayan geniş halk kitleleri de sayıları artarak yoksullaşmaya ve toplumsal refah kaybı yaşamaya başladılar.

Ekonomik büyüme, bir ülkenin refah göstergesi sayılamaz. Zira gelişmekte olan ülkelerde dış ticaret hadlerindeki bozulmalar, bizde olduğu gibi ülke refahını düşürücü etki yapar. İhracat miktarı ithalat miktarını karşılayamayınca (çoğunlukla öyledir), borçlanma kaçınılmaz olur. Dış ticaret haddi, ihracat fiyatları ile ithalat fiyatları arasındaki orandır.

                      İhracat fiyatları endeksi

Dış ticaret haddi= —————————————- x 100

                       İthalat fiyatları endeksi

Türkiye ithalata dayalı bir büyüme yaşıyor. İthal girdiye dayanan büyüme işsizliği ve yoksulluğu artırır. İthalatta, 2024 Ocak-Şubat döneminde ara mallarının payı yüzde 70,9, sermaye mallarının payı yüzde 14,9 ve tüketim mallarının payı yüzde 14,0 oldu.

Bu şekilde ara malı ithalatı arttıkça ulusal para değer kaybetmektedir. Oysa kilit ara malların yurt içinde üretimi özendirilerek kaliteli ve ucuz ara malı üretilerek bu bağımlılıktan kurtulmak mümkündür.

Aksi durumda oluşacak dezavantajlarımız:

  • Özel ve kamu kesiminin döviz cinsi birikimli borçlarının yüksek seviyesi,
  • İhracat modelini canlı tutmak için ara malı ve hammadde ithal etmek zorunda kalınması, bunun için de dövize ihtiyaç duyulması,
  • İthalatın finansmanı dış borçla yapıldığında, yüksek faiz ve kur farkı ile kaynak çıkışına neden olunması,
  • Yabancı yatırımcılar için TL cinsinden yatırımın cazibesini yitirmiş olması,
  • Yüksek kur ve yüksek enflasyonun şirket bilançolarında kırılganlık yaratması (Doç. Dr. Baki Demirel),
  • Düşük katma değerli malların ihracatının artması, bunun da ülke refahını azaltması sayılabilir.

Yüksek enflasyonu önleyemeden sadece kuru baskılayarak yaratılan anlık tablonun sürekliliği olamaz. Zira sokaktaki insan cebindeki paranın çoğaldığını, ancak satınalabildiği mal ve hizmetin ise azaldığını yaşayarak görüyor.

Sonuç olarak; ülkemizde ‘milli gelir büyümesi’nin tercih edildiğini de ‘fiyat istikrarı’nın sağlanamadığını da aynı anda yaşıyoruz. Zira yüksek enflasyon dönemlerinde maalesef ikisinden birinin seçilmesi gerekir ki; ilkinin seçildiğini ve bu seçimi yapanların da çıkan sonuç karşısındaki mutluluğunu izliyoruz.

Küresel genişlikte Arjantin’den sonra en yüksek enflasyon oranına sahibiz. Yetkili ağızlarda hep enflasyonu düşürmeye dair söylemler var ama piyasada inandırıcılığı bulunmuyor.

Neden mi?

Negatif reel faiz devam ediyor, parasal sıkılaştırma sözde kalıyor, yetersiz sıkılaştırma da maliye politikası ile desteklenmiyor. Bu durumda enflasyonun düşürülemeyeceği; iktisat eğitimi alan öğrencilere henüz başlangıçta, yani “İktisata Giriş” aşamasında anlatılıyor.

Ancak konuya hakim olması gerekenler ise tek haneli enflasyon için tarih vermeyi sürdürüyorlar. Elbette bunun da zamanı gelince tutmayan hedefler ve unutulanlar arasında yer alacağını bugüne kadarki yaşadıklarımız söylüyor.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Kredi kartı tüketicinin can simididir

Ercüment Tunçalp

TCMB, yüksek enflasyonla mücadele kapsamında ve sıkı para politikası gereği kredi kartı kullanımını kısıtlama yönünde çalışmalar yapıldığını açıkladı. Ancak yerel piyasa şartlarını, enflasyonun şiddetini ve tüketicinin azalan satın alma gücünü dikkate alan hassas ölçümlerden ne kadarının kullanıldığını bilmiyoruz…

Küresel örneklerin hiçbirisi bize tıpa tıp uymaz. Bazı ülkelerde sıkılaştırma tedbirleri az acı verebilir, bazı ülkelerde de komaya sokan sonuçlar doğurabilir. Bizim ülkemizde kredi kartına sınırlamanın insani boyutuna iyi bakmak gerekir. Yoksa karar almak çok kolaydır. “Taksit kaldırıldı” dersiniz, neticesi de “kalan sağlar bizimdir” aşamasına evrilir. Örneğin orta gelir grubunun dahi özel sağlık sigortalarını yeterli taksit sayısı olmadan ödemesi zorlaşır.

Bu tüketiciyi ilgilendiren kısmıdır…

Peki perakendecinin durumu ne olur?

Ay sonunu zor getiren tüketici, öncelik verdiği gıda harcamaları ile kaynağı tüketirse gıda dışı alışveriş bitme noktasına gelir. Birçok perakendeci bundan olumsuz etkilenir ve iflaslar yaşanabilir.

Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, “kredi kartına taksit kaldırıldı” söylentilerini doğrulamazken; “Bu konuda hayata geçirilmiş herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır” diyor. Ancak böyle bir çalışma yapılmadığını söylemiyor. İşte esas bu konuda doyurucu bir açıklamaya ihtiyaç vardır ve stres ancak bu şekilde azalır ve piyasa rahatlayabilir.

Elbette vatandaşı yüksek enflasyondan korumak için bazı tedbirler alınabilir ama alışverişi peşin yapmaya gücü yetmeyen tüketici de ancak kredi kartı yardımı ile bu yüksek enflasyondan kısmen korunabildiğine inanıyor. Üstelik sıkılaştırmada öncelik verilmesi gereken ‘kamu harcamalarında tasarruf’ konusunda kimsenin bir şey yapmadığını ve israfın aynen devam ettiğini de görüyor. Ve soruyor; “neden öncelik bizde ?” diye…

Gelir dağılımındaki büyük eşitsizlik kredi kartı kullanımına standart bir sınırlama getirmeye engeldir. Eğer ısrar edilirse birçok toplumsal sorunla karşılaşmak olasıdır. Burası Amerika veya AB ülkelerinden biri değildir. Sıkılaşma tedbirleri o ülkelerdeki dozajla uygulanmamalıdır.

Büyüme konusunda çok istekli olan hükümetimiz; kredi kartına sınırlama kararının ekonomiyi durma noktasına getireceğini, en çok gelire ihtiyacımız olduğu bir dönemde de dolaylı vergi gelirlerinin azalacağını görmelidir. Yani devlet büyümeden vazgeçerken kamu maliyesinin de olumsuz etkilenmesi muhtemeldir. Bunun çözümü de vergi oranlarını artırmak olmamalıdır.

Semt pazarlarında bile kredi kartı kullanımını artıran bir tüketici yapısına sahibiz. Yine çok geniş bir kesim ‘asgari ödeme tutarı’ ile borçlarını ancak çevirebiliyorlar. Önemli faiz yüküne rağmen borçların kartopu gibi büyümesi sineye çekiliyorsa, bunun mecburiyetten kaynaklandığı iyi görülmelidir. Daha yeni kredi kartı işlemlerinde uygulanacak aylık azami akdi faiz oranı yüzde 3,66’dan, yüzde 4,25’e çıkarıldı. Bu sıkılaştırma adımının da beklenen frenlemeyi yapamayacağı görülecektir. Zira kart sahibinin ne temel ihtiyaçlarından vazgeçmesi ne de bu kaynağın yerine başka alternatif bulması mümkün değildir.

Enflasyondaki artış beklentisini ve tüketim iştahını kırmanın öncelikli yolu kişiler üzerinde güven tesis etmektir. Yoksa alınacak kararlara temel olacak yılsonu enflasyon tahminini hâlâ yüzde 36 seviyesinde tutmak ve buna inanılmasını beklemek mücadeleyi zorlaştıran bir başka husustur.

Getirilecek muhtemel kısıtlamaların bir önemli sonucu da; nakit ödemeye kayacak tüketicinin kredi kartı borçlarının ihmale uğraması ve yasal takibe alınan kişi sayısının da artacak olmasıdır.

Sonuç olarak; tüketici kredisi niteliğinde olan kredi kartı sözleşmesinde de kural, ‘tüketicinin ekonomik olarak zarar görmesini önlemek’ olmalıdır. Aynen aşağıda belirteceğim 2020 yılında olduğu gibi…

Kaldı ki; kayıt dışı ile mücadele etmenin yolu da nakit yerine kredi kartı kullanımını teşvik etmekten geçer.

Dört sene önce COVİD-19 salgınının kredi kartı kullanıcıları üzerindeki ekonomik yükünü azaltmak üzere 28 Mart 2020 tarihli Resmi Gazete’de BDDK tarafından Yönetmelik’te yapılan değişiklikler yayımlanmıştı.

Birinci önemli değişiklik; asgari ödeme tutarının ilgili dönem borcunun en az %20’si (daha önce %30 idi) kadar olacağının açıklanmasıydı…

İkinci önemli değişiklikte; 2020 yılı sonuna kadar (9 aylık dönem) kart borçlarını öteleyebilme ve bu süre boyunca bankaların alacaklarını talep etmeyecek “ödemesiz dönemler” tanımlayabileceğini getirmek olmuştu…

Çabuk unuttuğumuz için hatırlatmak istedim.

Peki bugün yaşanan sıkıntılar o günden daha mı azdır?

Bırakınız o günkü uygulamayı, bu günden daha geriye götürecek ve tüketici aleyhine gelişecek senaryolara ümit bağlamanın, çıkış yolunu iyice tıkayacağı önceden görülmelidir.

Küresel gıda fiyatları yıllık bazda yüzde 7,7 düşerken, Türkiye’de ise yıllık gıda enflasyonu yüzde 70,41 oluyor. Demek ki; öncelikle yüksek enflasyonun bu lokomotifine çözüm bulmak gerekiyor.

Ancak tam tersine KDV ve ÖTV’ye yapılacak artışların da enflasyonu nasıl tetikleyeceğini piyasa heyecanla bekliyor. Bu şekilde enflasyonun kontrol altına alınabileceğine inanmıyorum. Çünkü teşhis doğru olsa da öncelikler hatalıdır.

Kredi kartının aşırı kullanımı ise sebep değil sonuçtur…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER