Sosyal Medya Hesaplarımız

Servet Topaloğlu

Depo alanları, hataların üstünün kapatıldığı yer değildir!

Servet Topaloğlu
Abone Ol:

Başarılı perakende şirketlerinin yöneticileri gayet iyi bilirler: Satın Alma ila Satış ve Pazarlama alanlarında gösterilen başarılar, rekabette öne geçmek için yeterli olmayabilir… Eğer satışa sunulacak binlerce ürün, tedarik zinciri üzerinde olması gerektiği şekilde hazırlanıp, birbirleriyle senkronize, hızlı ve hesaplı bir şekilde “akıp”, müşterinin kullanımına sunulamıyorsa…

Aynı yöneticiler gene gayet iyi bilirler ki, bu amaç için büyük ümitlerle, yüksek yatırımlarla ve ilave maliyetlerle kurulan yeni depo alanları da çoğu zaman çözüm olamamaktadır. Tam tersine, yeni/ ilave depo alanları kısa süre içinde tıka basa stoklarla doldurulmalarına rağmen, gerek mağazalarda gerekse de depolarda servis derecesi (müşteri siparişinin anında karşılanma oranı) istenilen düzeye bir türlü gelmeyebilmektedir. Diğer bir değişle, “stock-out” durumu devam ederken üstüne üstlük bir de şirket likiditesini zorlayan “over-stock” durumuyla karşılaşma riski doğabilmektedir.

Pratikte sıkça karşılaşılan bu olumsuzluğun nedeni sır değildir: Sipariş, koli/palet ve kodlama (Barcode/RFID), mal kabul, mal yükleme, mal depolama, fiili stok/kaydı stok arasındaki uyum, fiziki depo tasarım, mal taşıma ve bunları destekleyen teknoloji sistemleri, birbirinden kopuk “yan işler” olarak görüldüğü, diğer değişle “akmayıp, birbirine sürtündüğü” sürece ve özellikle depolar, “hataların halı altına süpürüldüğü” bir mekan haline geldikçe sorunlar azalmamakta, aksine büyümemektedir.

O zaman çözüm basittir:

  • Yukarıda anılan süreçler ‘tek elden” ve tıpkı üretim şirketlerinde olduğu gibi bir just-in-time seri imalat hattı benzeri anlayışla çalıştırılmalıdır (tedarikçiden-müşteriye uzanan tüm süreçler, üzerinde sürtünme kayıpsız hareket edilmek üzere tasarlanmalıdır). Tedarikçilere siparişler, satıştan gelen planlar ve geçmiş yılların bilgileri çerçevesinde tek elden verilmelidir. ”Sipariş Merkezi”, stok ve servis derecesinden sorumlu olmalıdır.
  • Depolar, hataların kapatıldığı verimsiz ortamlar olmaktan çıkarılmalı, sorunlu sevkiyat ve ürünler (problemler), depolara girmeden çözülmelidir.
  • Bu amaca hizmet edecek birim (Sipariş Merkezi, Depo, Kolileme, Nakliye, Dağıtım, diğer değişle “Tedarik Zinciri Yönetimi”), şirket organizasyonunda tıpkı Satın Alma (Kategori) ve Satış Pazarlama Birimleri gibi eşit pozisyona taşınmalıdır!

Pekiyi, uygulama da basit midir? İşte bu noktada “genel doğrularla”, “şirket gerçeklerini” çok iyi tartmak gerekiyor. Doğruları ve ülke/şirket gerçeklerini dengelemeden ve iş planı önceliklerini belirlemeden projeye başlamak doğru değildir. Kulağa hoş gelen, ancak uygulamada karşılığı olmayan aksiyon planlarının perakende literatüründeki adı “Shakespeare”dir. Yani, belki şiir gibi olabilir, ancak günlük yaşamla çok da özleşmez!

“Genel doğruya” bir örnek verelim:

Tedarikçilerinizden hemen uygulanmak üzere şunu talep edebilirsiniz: “Sizler, bugüne kadar mağazalarımıza ayrı ayrı yaptığınız sevkiyatları artık tek bir yere yapacaksınız. Bugünden itibaren sizlere merkezden, düzenli aralıklarla sipariş vereceğiz. Bu siparişler, depomuz için blok olabildiği gibi, mağaza bazlı ayrı ayrı kolilerde de olabilir. Biz, sizin gönderdiğiniz bu sevkiyatları, depolarımızdaki gerek stoktaki ürünlerimizle gerekse de başka tedarikçilerden aynı şekilde anında gelen ihtiyacımız olan diğer ürünlerle kombine edip, kamyoneti yüzde yüz doluluğa yakın bir oranda ilgili mağazalara kendimiz göndereceğiz. Bu durumda siz ürünlerinizi bizim yüzlerce/binlerce mağazalarımıza ayrı ayrı dağıtmayacağınız için ciddi tasarruf yapacaksınız. Bu tasarrufunuzu bize vermenizi veya paylaşmanızı rica ediyoruz. Mevcut iş süreçlerimizi daha da verimlileştirmek amacıyla, sizlerden ayrıca mevcut ürünlerinizin paketleme şekillerinde de değişiklik isteyebiliriz, örneğin palet, küçük koli veya benzeri lojistik taşıma enstrümanları gibi… Bu değişiklikler üzerinde de birlikte çalışabiliriz!”

“Pratikteki gerçeğe” de örnekler verelim:

Yaygın dağıtım ağı olan üreticilerin onlarca satış elemanlarının her gün mağazalarınıza girip, kendileriyle ilgili ürün raflarınızı, kendi firmalarının ürünleri lehine yönetmelerinden rahatsızlık duyabilirsiniz. Bu rahatsızlık nedeniyle ve “merkezi tedarik zinciri konsepti” doğrultusunda, kendilerine yukarıdaki gibi, artık mağazaya siparişsiz mal almayacağınızı da söyleyebilirsiniz. Ancak eğer depo veya mağazalarınızda gerçek stokunuzun ne olduğunu günlük olarak takip edecek bir sistem kurmamışsanız ve mağaza elemanlarınız, söz konusu üretici firma elemanı (plasiyer) kadar ürüne, müşteriye ve muhtemel talebe hakim değilse, ya vereceğiniz sipariş miktarları yanlıştır ya da sipariş vermeyi atlarsınız. Halbuki tedarikçinin plasiyeri, hem ülkedeki fragmente olmuş perakende satış noktalarının çokluğu nedeniyle zaten sizin satış noktalarınıza da düzenli gitmek durumundadır hem de, çok daha önemlisi, sahadaki ürüne ve müşteriye sizin mağaza personelinden daha hakim olabilir. Eğer bu gerçekler dikkate alınmadan sistem değişikliğine gidilirse, neticenin, o ürünlerde stock-out veya over-stock durumuyla karşılaşmak ve dolayısıyla satış kaybetmek olacağından hiç kuşkunuz olmasın.

Diğer bir örneği de, genelde dezentral yapılan taze ürün kategorilerinden verebiliriz. Tedarikçinizi ve kendi altyapınızı hazırlamadan, domatesi ”optimizasyon” amaçlı Antalya’dan İzmir merkez depoya getirip, oradan tekrar Antalya mağazalarınıza gönderirseniz, sizin Antalya mağazasında satışa sunduğunuz (yorgun) domatesin müşteri tarafından talep görmeyeceği ve büyük ölçüde çöpe gideceği kesindir.

Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün… Kanımızca, fikir ne kadar mükemmel olursa olsun, sizi ve ülkenizin alt yapısını tanımayan ”perakende gurusu” bir İngiliz, Amerikan, Fransız veya Alman uzmanın aksi görüşü olsa da, eğer;

  • Multiformat bir organizasyonunuz varsa,
  • Depo ve mağazalarınızda kaydi stoğunuz ile fiili stoğunuz aynı değilse ve bunu sağlayacak bir sistemi henüz kuramadıysanız,
  • Tedarikçileriniz merkez deponuza sizin istediğiniz şekilde sevkiyat yapmaya hazır değilse ve halen mağaza cironuzu yapan ürünlerin % 30’unun üzerinde bir oranla mağazalarınıza doğrudan sevkiyat yapıyorlarsa,
  • Kendi depolarınızdan mağazalarınıza servis dereceniz hâlihazırda %95 in, mağazalarınızdaki müşteri servis dereceniz %90’nın altındaysa,
  • Tedarik zinciri üzerindeki süreçler, IT sisteminizde birbirine entegre değil, “yamalı bohça” programlarla idare ediliyorsa
  • Satınalma, Satış/Pazarlama ve Lojistik birimleriniz, bu süreçlerle ilgili aralarında mutabakat sağlamamışsa ve bunları bir çatı altında yönetmeyen, ama yönetiyormuş gibi görünen zayıf bir İcra Kurulu Başkanınız varsa,

büyük ölçekli merkezi tedarik zinciri modeline geçmeden önce, “karakterli” ve “üst yönetim tarafından desteklenen” bir Lojistik Birimi ile mevcut sorunlarınızı adım adım optimize edip, belirli bir olgunluğa eriştikten sonra bir üst kulvara evrilmek daha doğru olacaktır.

Yazarın bu yazısı http://www.topaloglupartners.com/ sayfasında yayınlanmıştır.

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Servet Topaloğlu

Rekabete İstanbul’dan bakış ve bir öz eleştiri

Servet Topaloğlu

Dünyaya geldiğim 1959 yılında İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1,6 milyondu. Bu nüfusun yaklaşık %15’i gayrimüslim vatandaşlarımızdı. O günden bugüne 1,6 milyon nüfusun bir kısmı başka ülkelere göç etti veya başka şehirlere taşındı veya doğal nedenlerden dolayı (ölümler) aramızdan ayrıldı. Yaptığım kaba hesaplamayla İstanbul’da doğan, 1959 yılından beri İstanbul’da yaşayan ve o günlerden hayatta kalan yaklaşık 160.000 olağanüstü şanslı bireyden biri olduğumu düşünüyorum. Bu arada İstanbul nüfusu, mülteciler ve turistler hariç, herhalde 18 milyona ulaşmıştır.

Bu nedenle tarihe not düşmek amacıyla bazı şeyleri anlatmam lazım.

O dönemlerde hemen her çocuk gibi ben de ilkokulun tatil dönemlerinde çevrede bulunan bir iş yerinde çalışırdım. Bu İstanbul’da güzel bir gelenekti. Çocuğun hayatı kontrollü bir şekilde anlamaya başlaması için aileler tarafından uygulanır ve çevre iş yerleri tarafından da desteklenirdi. Hangi aileye mensup olduğunuz, ailenizin paraya ihtiyacı olup olmadığı hiç önemli değildi. Bazen çalışılan iş yerinin temizliği, bazen ağır olmayan şeylerin taşınması, hatta ürün satışı ve kasada para alıp-üstünü verme faaliyetleri dahi iş kapsamına girerdi. Beyazıt’ta Kapalıçarşı’ya yakın oturduğumuzdan çevremizde çok miktarda bakkal, çantacı, derici, ayakkabıcı, konfeksiyoncu ve kuyumcu vardı. Aralarında rekabet ederlerdi. İşlerin başında bugünkü gibi beyaz yakalılar değil, dükkan sahipleri, yani bugünkü deyimi ile patron veya ana hissedar vardı.

Burada söz konusu eski tüccar- liderlerin maharetlerini ve verdikleri iş derslerini anlatmayacağım… Zira bu alanda olağanüstü güzel anekdotlar ve biyografiler mevcut.

Anlatacağım konu daha çocuk yaşta yadırgadığım iki gözlemim olacak; o günkü yerel tüccarların birbirleriyle rekabet ederkenki tutum ve davranışları…

Birincisi, bir tüccar, eğer kendi iş kolunda faaliyet gösteren bir komşusu sadık müşterisine ‘’kur yapıp’’, onu kendi mağazasına çekmeye çalışırsa veya çalışanının ”aklını çelip” işe alırsa veya kendisine mal tedariki yapan bir tüccardan benzeri bir ürünü satın alıp, satarsa komşu tüccara ciddi tepki verirdi. Semt tüccarları da bu hassasiyetlere dikkat eder, birbirlerinin alanlarına girmemeye çalışırlardı. Eğer girerlerse, araları bozulurdu. ‘’Mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar bağırır, çağırır ve çevresine komşu tüccarı fena halde kötülerdi. Komşu tüccarın daha iyi ürünü, daha iyi hizmetle, daha iyi bir ortamda ve daha iyi fiyatla müşterisine satıyor olması veya çalışanına daha iyi ücret ve çalışma olanağı sağlaması ”mağdur olan tüccar” için hafifletici veya ders alıcı bir unsur değildi.

İkinci gözlemim ise bazı tüccarların, kamu kuruluşlarından sağladıkları ayrıcalıklarla faaliyetlerini yürütürlerken aniden bozulan işleriyle ilgili olanıydı. O dönemlerde özel sektör henüz gelişmediğinden, kamu sektörü sanayi ve hizmet sektörüne (özellikle toptan satış) ciddi yatırımlar yapar ve ürünlerini özel sektöre girdi olarak satarak, ekonomiyi canlandırmaya ve halkın temel ihtiyaçlarını doğrudan veya dolaylı gidermeye çalışırdı. Bazı tüccarlarda gerek politikacı gerekse de bürokratlarla iyi ilişki kurarak, kamunun ürettiği ürünlerde kendilerine özel avantajlar sağlar, örneğin Sümerbank’ın ürettiği yeni kumaşların kendilerine özel tahsisi, ya da devlet korumacılığında (monopol piyasaları ve teşvikler) ithalat veya üretim faaliyetleri yapar, yüksek kar marjlarıyla piyasaya satardı. Aynen birinci maddede olduğu gibi, eğer bir tüccar aynı faaliyet alanında olan diğer tüccar tarafından ‘’önü kesilirse’’, örneğin bir tüccar Sümerbank toptan mağaza genel müdürüyle halihazırda ”iyi ilişkiler” içerisindeyken, diğer tüccar bakan veya başbakanla daha iyi ilişkiler geliştirip kendisine daha fazla ayrıcalık sağlarsa, ‘’mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar çevresine, ne kadar haksızlığa uğradığını, siyasetin kirlendiğini, ticari ahlakın kalmadığını anlatırdı.

O zamanlar İstanbul’da bırakınız internet, cep telefonu, yurtdışına geniş seyahat olanaklarını, sabit telefon ve TV sayısı dahi son derece azdı. Yani dünyadan kopuk, kendi halinde yerel bir iş dünyası vardı. Nitelikli, katma değerli bir üretim ve hizmet konusunda dış dünyayla kıyaslama yapma olanağı son derece azdı. Erdem konusunda ise tüccarlar karşı taraftan sürekli yüksek bir beklenti içindeydi. Ancak, başkalarından kendisine karşı olan beklentileri asgari düzeyde tutmasını isterdi!..

Aradan yarım asır geçti. Şimdilerde liberal-küresel sistemin sınır tanımayan, olağanüstü bir mal, para, insan, bilgi trafiği ve bunun beraberinde getirdiği bir rekabet düzeni var. İş dünyamız geçen sürede acaba ne kadar değişti? Şüphesiz günümüz iş insanları arasında hala eskisinin yeni sürümü alışkanlarıyla birbirlerini ‘’mağdur eden’’ veya ‘’mağdur edilen’’ bol miktarda tüccar yurttaşımız var. Bununla birlikte şirketleşerek ve kurumsallaşarak kendilerini ‘’açık rekabete’’ hazır hale getiren ve pazar paylarını artıramadıklarında veya kaybettiklerinde, bunun nedenlerini rakiplerinde değil, kendilerinde arayan ciddi sayıda iş insanımız da yetişti. Her ne kadar dünyanın en büyük ilk beş yüz şirketi arasına henüz bir Türk şirketi sokamadıysak da, bu alanda en azından ciddi bir çaba olduğu söylenebilir.

Devlet yönetimi tarafında ise işler biraz karışık. Devlet, bir ülkenin en büyük tüzel kişiliğidir. Yani kutsal değil, insan yapımı kurumlardır ve diğer ulus devletlerle, şirketlerinkine benzer şekilde, ‘’dostane görünümlü kıyasıya rekabet” ederler. Amaçları ülkelerinin doğal varlıklarını ve jeopolitiğini kullanarak, yurtdışından nitelikli insan kaynağını ve yatırım sermayesini ülkelerine çekmek, böylelikle mevcut insan kaynaklarını ve sermaye birikimlerini daha da geliştirerek, halklarının refahını artırmaktır. İşte tam bu noktada büyük resim biraz bulanıklaşıyor. Bazı politikacı ve yurttaşlar küresel rekabette geri kalıp, nitelikli insanlarını ve sermaye birikimlerini rakip devletlere kaybettiklerinde, bunu önleyecek, hatta tersine çevirecek, küresel düzenle uyumlu nitelikli ulusal stratejiler geliştirmek yerine, çözümleri hala ulus devletler arası ‘’vefa’’ ve ‘’dostluk ilişkilerinde’’ arıyorlar. Netice alamadıklarında da aynı benim çocukluk dönemimde müşterisini, elemanını, tedarikçisini komşusuna kaybetmiş tüccar gibi bağırıp, çağırıp, etrafa onları şikayet ediyor, mağdur edildiğini beyan ediyorlar. Bu konuyu 2022 yılında piyasaya çıkan ‘’Ülke Yönetimi’’ adlı kitabımda incelediğimden burada daha fazla detaya girmeyeceğim.

Halbuki rekabet, ister özel sektör olsun ister ulus devlet, bir tüzel kişiliğin kazanmayı istediği bir şeyi, başka bir tüzel kişiliğin aynı zaman diliminde kazanmaya çalışmasıdır. Rekabet ortamı ise, mazeret ve mağduriyetlerin en az dinlendiği ve en az netice verdiği bir alandır. Rekabetçi ve inovatif kaslar yerine, sadece retorik kaslarını geliştirenler, bir yandan bağırarak ve çağarak bolca konuşurlar diğer yandan da nitelikli rekabette alt sıralara düşerler.

1959 yılından beri İstanbul’da sürekli yaşayan, benim gibi bir kaç kuşak İstanbullu olanlara gelince (babam da 1916 İstanbul doğumluydu); itiraf etmem lazım, bizler de bağırarak, çağırarak ve konuşarak İstanbul’da azınlık ve edilgen bir gruba dönüşmüş bulunuyoruz (toplam İstanbul nüfusunun %1’inin altı). Yani rekabette ”yeni İstanbullulara” yenildik. Ne İstanbul yönetiminde varız ne de eski İstanbullular adına konuşacak nitelikli, erdemli ve etkili bir temsilci veya grup yetiştirebildik. Tek tesellim, İstanbul’un hala olağanüstü güzel, bana göre dünyanın sosyal ve ekonomik yaşamı en canlı, en renkli, en kozmopolitik ve temiz şehirlerinden birisi olması… Dünyanın hemen tarafından bakıldığında gıpta edilen bir şehir…Bizlerin İstanbul yönetiminde olup olmaması hiç önemli değil, tamamen duygusal bir hezeyan… Önemli olan İstanbul’un dünya büyük şehirler liginde hala en cazibeli noktalardan birisi olması…

Keşke aynı şeyleri, kendi küresel rekabet konteksti içindeki şirket ve ülke yönetimlerimiz için de söyleyebiliyor olsak…

Devamını Oku

Servet Topaloğlu

Kurumsal iyi yönetim

Servet Topaloğlu

Kurumsal yönetimin hangi şartlarda hangi şirket tipleri için ve nasıl uygulanması gerektiği konusunda dünya literatüründe henüz mutabık kalınmış bir standart yoktur. Kurumsal yönetim uygulamaları her ülkede ve hatta her şirkette oldukça farklılık gösterebilmektedir. Dolayısıyla, kurumsal yönetimin ”katı standartlarından” ziyade, ”iyi uygulama örneklerinden” bahsetmek daha doğrudur.

Pratikte karıştırılan iki kavram olan ”kurumsal yönetim” ve ”iyi yönetim” arasında sıkı bir ilişki olmakla birlikte, içerikleri birbirinden hayli farklıdır.

Örneğin, kurumsal yönetim ilkelerinin uygulanmadığı bir şirkete otomatik olarak ”kötü yönetiliyor” diyemeyeceğimiz gibi, kurumsal yönetimin genel kabul görmüş iyi örneklerini uygulayan bir şirketin de mutlaka ”iyi yönetilme” garantisi yoktur. Kurumsal yönetim konusunda zafiyetleri olan pek çok aile şirketinin uzun süre başarı ile faaliyetlerine devam ettiği, kurumsal yönetimi hayli güçlü firmaların ise yatırımcılarını hayal kırıklığına uğratmaları ile ilgili pratikte yeteri kadar örnek bulmak mümkündür.

Bir şirketi ”kurumsal yönetim anlayışıyla iyi yönetmek”, yatırımcıların, çalışanların ve diğer paydaşların en arzu ettikleri yönetim biçimidir.

İyi şirket yönetiminden ne anlaşıldığı hepimizin malumudur; pazarda iyi konumlandırılmış ve kavramsallaştırılmış bir konsepti olan, tüketici perspektifinden rakiplerinden pozitif farklılaşmış, operasyonel anlamda verimli çalışan, rafine ekip çalışması ile yönetimde istikrarlı bir duruş sergileyen ve sürekliliği olan değer yaratabilen şirketler, ”iyi yönetilen” şirket sıfatını hak eden kuruluşlardır.

Kurumsal yönetim dendiği zaman ise öncelikle; şeffaflık, adil olmak, hesap verilebilirlik, sosyal sorumluluk ve kamu otoritelerinin yaptıkları düzenlemelere uyum kavramları ön plandadır. Kurumsal yönetim ilkeleriyle çalışan şirketlerde görev yapanlar bir üst yöneticilerine ve çoğunluğu elinde bulunduran hissedara değil, kuruma değer yaratmak için çaba gösterirler (”liyakat ilkeleriyle görevlerine atanmış omurgalı profesyoneller”).

İyi yönetim ile kurumsal yönetimin ”harmanlanması” en ideal olanıdır. Kurumsal yönetimin yönetim kurulu veya icra kurulu başkanı tarafından isteniyor ve dillendiriliyor olması kafi değildir. Rating şirketlerinden ücret karşılığı alınan ”yüksek kurumsal yönetim notlarının” da ilgili şirketlere imaj artırıcı tesirinin haricinde uzun vadede hiç bir değer artırıcı katkısı yoktur. Esas olan, bu iki kavramını gerekliliklerinin içselleştirilerek icra edilmesi ve bu şekilde oluşmuş yönetim gücünün şirketin tabanına indirilmesidir. Bu kültürün oluşmasında esas görev ve sorumluluk şirket yönetim kurulunundur.

Devamını Oku

Servet Topaloğlu

Zenginlik ve finansal özgürlük arasındaki fark

Servet Topaloğlu

Zengin birey, varlıkları kendisinin ve ailesinin yaşamı için gerekenden çok fazla, gelir/gider hacmi yüksek ve bu özelliklerini genellikle hissettiren kişidir. Zengin bireylerin maddi ve manevi borçları ise çoğu zaman şeffaf değildir. Zengin olmak kanımca bir marifet veya ayıp değildir.

Finansal özgür birey ise, maddi ve manevi borçları varlıklarından ehemmiyetli derecede düşük ve kimseye biat etmeden kendisinin ve ailesinin yaşamını nitelikli şekilde güvence altına almış veya alabilme donanımında olan yüksek performanslı (liyakatli) kişidir.

Kapitalist-liberal sistemde zengin birey olmak nispeten kolay, finansal özgür birey olmak ise hayli zordur.

Zengin bireylerin borçlu oldukları kişi ve kurumlar karşısında dik durmaları kendilerinin değil, borçlu oldukları adreslerin kararına bağlıdır. Bu dengeyi değiştirmeye denerlerse bedeli ağır olur. Zira borçlu oldukları kişi ve kurumların ellerinde belki ortaçağdaki ”germe makinaları” gibi çağdışı ekipmanları yoktur, ancak günümüzde benzeri işlevi gören yeterince ipotek ve enstrümanları kullanıma hazır şekilde mevcuttur.

Finansal özgür bireyler ise omurgalı bir yaşam ve iş düzeni kurmak konusunda çok daha rahattır.

Hem zenginlik hem de finansal özgürlük aynı anda birlikte olabilir. Ama bu durum istisnadır.

Türkiye’nin eğitim sistemi zengin bireylerin değil, finansal özgür bireylerin sayısını artırmak üzere yeniden tasarlanmalıdır. Kapitalist-liberal sistem zaten yeterince zengin birey yaratmaktadır, çoğu geçici bir süreliğine de olsa…

Ülkeler, şirketler ve kurumlar ise toplumun finansal özgür ve liyakatli bireyleri tarafından kolektif biçimde yönetilmelidir.

Devamını Oku

Servet Topaloğlu

Servet Topaloğlu

POPÜLER