Sosyal Medya Hesaplarımız

Servet Topaloğlu

Mesleki ve finansal başarılar, ”rafine insan” olabilmek için yeterli midir?

Servet Topaloğlu
Abone Ol:

Hepimiz başarılı olmak isteriz. Diğer değişle, kendimize bir hedef belirleriz. Bu hedefimize ulaşmak içinde yoğun bir çaba içine gireriz. Kimimiz sıkı bir akademik eğitim alarak hayata atılır. Kimimiz ise temel eğitimden hemen sonra, iş üzerinde öğrenerek bu hedefe ulaşmaya çalışır. Hedefimiz, dünyaya özellikle son yüz yılda hakim olan kapitalist-liberal sistemin de baskısıyla genel olarak aynıdır: Ağırlıklı olarak ”mesleki” ve ”finansal” başarı!

İster seçilen bir meslekte (özel sektör, kamu sektörü veya politika) ilk akla gelen kişilerden biri olmak, ister bir şirketler grubunun ana hissedarı olmak, ister önemli bir şirketin tepe yöneticisi olmak… Çok fark etmiyor… Çoğumuz, mesleki ve finansal başarıyı hayatımızın odağına yerleştiririz.

Birbirleriyle pozitif ilişkide bulunan bu ”iki başarı türünün”, bize hayatta önemli bir hareket alanı ve kişisel bağımsızlık (”kimseye muhtaç olmamak”) sağlayacağı beklentisi içine gireriz.

Bunlar büyük ölçüde doğru da olan şeylerdir… İtirazımız yoktur…

Ancak, ”hayat başarısı” elde etmiş, diğer değişle hem ”başarılı” hem de ”değerli” insanlarımızı (bundan sonra ”rafine insan” olarak anılacaktır) tenzih ederek söyleyelim; sadece mesleki ve finansal başarıları gerçekleştiren çoğu profesyonel, iş insanı, kamu görevlisi ve politikacıların ”yaşam kalitelerine” baktığımızda, onlara gıpta edemiyoruz.

Bu durum bize şunu düşündürüyor: Mesleki ve finansal alanda başarılı olmak, neden ”yaşam boyu sürdürülebilir başarının” bir garantisi değil?

Bu yazımızda bu soruyu sormamızın ve cevabını aramamızın iki güncel ana nedeni var:

Birincisi, mesleki ve finansal başarıları gerçekleştiren çok sayıda iş insanımız, kamu görevlisi ve siyasetçimiz var. Bu çok takdir edilecek bir durumdur. Mesleki ve finansal hedeflerini gerçekleştiren söz konusu özel sektör, bürokrat ve politikacılarımızı, ”işi bitirdik” diye atıl konuma geçmeyip, rafine kişi olma yolunda çalışmaya devam etmeye teşvik etmek istiyoruz. Diğer değişle ”yaşam başarısını” hedeflemelerini, ”başarılı kişi” konumundan ”başarılı ve değerli” konumuna geçmelerini tavsiye ediyoruz.

İkincisi ise, başarılı ve değerli kişilerin (rafine insanların) oluşturdukları toplumlar, ülkelerini kalıcı bir şekilde ve daha hızlı geliştiriyorlar. Dünyada kuralları bu ülkeler koyuyor. Rafine olmayan insanların oluşturduğu ülkeler ise, bu kurallara uymak ve söylenenleri yapmak zorunda kalıyor. Her ne kadar ”dış güçler”, ”birileri….”, ”emperyalist ülkeler” diye bağırıp, çağırsa da… Türkiye kuralları koyan bir ülke olmalıdır. Bu bakımdan da iş dünyamız, eğitim ve siyasi sistemimiz, rafine insanlar yetiştirmeye uygun şekilde biçimlendirilmelidir. Bu konuda ”farkındalık” yaratmak istiyoruz.

Başarılı (finansal başarı anlamında) kişilerin, neden değerli (rafine) insan olmaya evrilmeleri gerektiğini, biraz sert olacak ama, şu şekilde açıklamak isteriz: Finansal başarıyı sağlayan pek çok insanımızda, kazandıkları paraların ”kullanım kalitesinde” bozukluk, itibar, kültür ve özgün stil sahibi olmak konularında zayıflık, toplumsal ve hatta ailesel konularda da başarısızlık görmekteyiz (finansal başarıya rağmen, ”hayat başarısına” ulaşamama sorunu).

İş dünyası içinde olan meslektaşlarımız (1950-1960 doğumlular) gayet iyi bilirler: Bir önceki jenerasyondan devir aldıkları varlıklarını daha da artıran veya binlerce insanın çalıştığı organizasyonları sıfırdan kuran hayli yüksek sayıda arkadaşlarımız veya patronlarımız var. Bunların önemli bir kısmı ”şahsi anlamda” (yurt dışı varlıkları dahil) bugün çok paraya sahip olmakla birlikte, ya şirketleri devlet desteği ile ayakta duruyor, ya yeniden yapılanma istiyorlar ya da daha da kar realizasyonu yapıp, şirketlerini satıyorlar. Yeni yatırım yapmıyorlar, en iyi ihtimalle göstermelik yatırım yapıyorlar… Gerçekleştirdikleri finansal başarılarını ülke içinde riske etmek istemiyorlar. Ancak realize ettikleri finansal başarıları (paraları) kaliteli kullanmakta zorluk çekiyorlar (çok para harcayarak değeri az ürün ve hizmet alıyorlar). Kültürel anlamda derinlikleri yok. Ne kendi ülkelerinin gerçek tarihlerinden de ne de dünyanın diğer köşelerinde yapılanlardan haberleri var. Kültürü, sadece bir kaç etkinlik düzenlemek, bir kaç etkinliğe gitmek ve bir kaç kitap okumak zannediyorlar. Özgün bir stilleri de yok. Hatta finansal hedeflere ulaştıktan sonra hayatlarını nasıl devam ettireceklerini önceden iyi düşünmedikleri için veya ülkemizin ve dünyanın farklı ve muhteşem lokasyonlarda muhteşem konut, tekne ve ulaşım araçları ile mutlu olacaklarını düşündüklerinden, diğer bir değişle hayatlarındaki değişimi iyi yönetemediklerinden, toplumsal ve hatta kendi aile alanlarında dahi sıkıntı çekiyorlar… Ama kendilerine sorarsanız, kendilerini büyük ölçüde hedeflerine ulaşmış (başarılı) olarak görüyorlar.

Eskiden kamu görevi yapıp, pasif hayata veya daha sonra özel sektöre geçen bazı tanıdıklarımızda da benzeri sorunlar var (eski politikacılar, önemli kamu kurumlarının başkanları)…

Neticede ülkemiz bu durumdan çok zarar görüyor. Zira ülkemiz, Cumhuriyet sonrası yetiştirdiği bu çok önemli bir avuç iş insanımızın ve devlet adamımızın bir kısmını bu şekilde kaybetmiş oluyor (bkz. Mahfi Eğilmez yazıları, Ahbap Çavuş Kapitalizmi, 19.Mayıs.2014). Bu ”elit” kesim, ülkenin yüksek potansiyelinden de yararlanarak, önemli işler yapıyor, organizasyon ve sistem kuruyor, sonra da ”şahsi finansal hedeflerine” ulaşıp, ülkenin ve dünyanın farklı köşelerine çekilip ”mutluymuş” gibi yaşamlarını atıl bir şekilde sürdürüyorlar. Veya ülkede kalıp, medya desteği ile ”iş ve cemiyet dünyasının önemli birisiymiş gibi” ortalarda dolaşıyor. Kurdukları organizasyon ve sistemlerin önemli bir kısmı ise bir süre sonra yıkılıyor veya el değiştiriyor.

Halbuki bizim, bırakınız lokomotif potansiyeldeki iş ve devlet adamlarımızı, ne tek bir insanımızı kaybetmek ve sistem dışına çıkarmak lüksümüz var… Ne de bıraktıkları boşlukları tekrar doldurmak için kullanacağımız enerjimiz… Bu enerjimizi, daha inovatif yeni alanlara kaydırmak zorundayız…

Ülkenin lokomotifi olacak iş ve devlet adamlarında, mesleki ve finansal başarının yanında, kültürel, toplumsal ve özgün stil yaratma konularında da başarılar aramamız lazım. Diğer değişle bu kişiler, ülkemizin imkanlarıyla gerçekleştirdikleri şahsi (aile ve yakın çevreleri dahil) kazanımlarından göreceli olarak çok daha fazlasını bu ülkeye geri vermekle yükümlü olmalı ve bu ülke de kendilerine güçlü bir şekilde saygı göstermelidir. Gıpta edilen kişiler olmalıdırlar. Fiziki olarak mesleki tempolarını düşürseler dahi, üretici kimliklerini kaybetmeden ülkeye yatırımlarına devam etmeli, kültürel çalışmalarına hız vermeli, kişisel özgün tarzlarının bakımını yapmalı ve rafine toplum yaratma amaçlı yerini bulan toplumsal destek programları düzenlemelidirler. Maddi varlıklarıyla köşelerine çekilmemelidirler! Özellikle kişisel, kültürel ve toplumsal pozisyon almaya ve bunu açıkça beyan etme cesaretini göstermeye, tempoyu daha da artırarak devam etmelidirler.

Gelişmiş ülkelere baktığınızda hemen görürsünüz: Gelişmiş toplumların, sayıları azımsanamayacak kadar fazla olan ”lokomotif bireylerinin” çoğunluğu (özel sektör, kamu sektörü ve politikacılar), sadece finansal anlamda değil, ”geniş anlamda başarılı” kişilerdir. Mesleki başarılarının yanında, ”başka” başarıları da vardır.

Bunu ülkemizde en iyi gözlemleyen ve ilk defa açık yüreklilikle dile getirmekte sakınca görmeyen kişi Sakıp Sabancı’dır. Mealen şöyle der Sakıp Bey: ”İşim gereği pek çok başarılı patron tanıdım. Onlarla ortaklık ve işbirliği yapmak için bir araya geldiğimde ilk 10 dakika çok hararetli konuşurdum. İş konuşurduk. Anlaşırdık. Sonraki 50 dakika ise konuşacak bir şey bulamazdım. Onlar ise sohbeti hobiler, kültür, sanat meseleleri, spor, dünya politikası, gelecek meseleleri gibi konulara getirmek isterlerdi. Ben sadece dinlerdim. Daha sonra bende bu alanlarda boşluğumu gördüm, bu alanlara ilgi duymak gerekliliğini hissettim.” (bkz. Sabancı Müzesi, Atlı Köşk, vb aktiviteler)

Sakıp Bey’in finansal olarak ne kadar başarılı bir hayat geçirdiği tartışılmayacak kadar nettir. Geniş anlamdaki ”hayat başarısı” için ise kendisinin yaşam süresi, belirli bir yaştan sonra gösterdiği muazzam efora rağmen belki yetmemiş olabilir. Ancak Sakıp Bey’in, başarının sadece finansal başarıdan ibaret olmadığını görmesi ve diğer konularda da başarılı bir insan olmaya gayret göstermesi takdire şayandır.

Bir ülkenin kuralları koyan mı, kuralları uygulamak zorunda kalan mı olacağını 3 faktör belirler (bkz. herhangi bir Genel Ekonomi Literatürü 1. Sınıf Ders Notları):

1) Ülkenin Doğal Varlıkları (ülkenin jeopolitik konumu, madenleri, tarım ve hayvancılık konusunda kendi kendine yeterliliği vs).

2) İnsan Kaynağı (özellikle lokomotif roldeki iş ve devlet adamları).

3) Sermaye Birikimi.

1923-1938 döneminde bu 3 alana muazzam yatırım yapıldı. Çok doğru adımlar atıldı. Müteşekkiriz. Daha sonraki yıllarda kural koyucu ülkelerin de teşviki (ve kısmen zorlaması) ile kendimizi kapitalist-liberal sistemin dalgasına bıraktık.

Cumhuriyet dönemi öncesinde kendilerini daha iyi hisseden, ancak 1923-1938 döneminde geri plana düşen bazı gruplar, bu dalgadan, belki kendilerine göre haklı gerekçelerle, istifade etmek istedi.

1923-1938 döneminde ön planda olan veya daha sonraları o temellerle yetişen, ancak finansal kazanımlarını az bulanlar da bu yeni kapitalist-liberal sistemi çok sevdi. Şahsi finansal başarıları yeterli gördüler.

Her iki grup, 1923-1938 yılları arasında kurulan sistemi beğenmeyip, sık sık değiştirdi… Bunlar içinde şahsi menfaatlerini toplumsal menfaatlerin ciddi derecede önünde tutanlar oldu. Sistem, bu kişilere ”finansal şahsi hedeflere kısa yoldan ulaşma” yolunda herhangi bir bariyer koymadı/koyamadı. Veya konulan bariyerin kolayca sulandırılmasına izin verdi. Onlarında zaten toplumsal, kültürel ve özgün stil hedefleri çok yoktu. Bu değerler kendilerine ne öğretilmişti ne de böyle bir toplumsal baskı ile karşı karşıyaydılar (”farkındalık zaafiyeti”). Zaman içinde bir kısmı, toplumun genel menfaatlerinin, kültürün ve özgün stilin ne kadar önemli olduğunu gördüler, ancak o alanlara göstermelik ve sadece finansal başarılar ile doğru orantılı olmak koşuluyla yatırım yaptılar. Göreceli olarak az sayıda insanımız rafine insan olabildi.

Yıl 2019… Cumhuriyetimizin 100. yılına yaklaşıyoruz. Ülkemizin kural mı koyucu yoksa kural mı uygulayıcı olacağını belirleyen yukarıda sıraladığımız 3 unsurda nerede olduğumuza kısaca bir bakalım:

Ülkenin mükemmel konumu yerinde duruyor. Ancak tarım ve hayvancılık konusunda uzun zamandır kendimize yetecek bir ülke artık değiliz. Sanayi alanında da gelişmiş ülke markalarının büyük pazarı konumundayız. Ülkemizden çok iyi para kazanıyorlar. İhracatımız tonaj olarak fena değil, ancak marka yaratamadığımız için, iyi para kazanamıyoruz. Kazandığımız paralarda, yüksek dolarizasyon girdabına girdiğimizden dolayı gene kuralları koyan ülkelere gidiyor. Madenciliğin GSMH’ya oranı ise sadece %1-2’ler civarında.

Şimdi gelelim en kilit noktaya; yani o gerçekleşirse, diğer başarı unsurlarının da er geç gerçekleşeceği temel unsura: İnsan kaynağı, özellikle rafine, lokomotif konumdaki veya konuma geçecek insan kaynağımıza: Her yıl en iyi şartlarda yetişen yüz binlerce gencimizi, gelişmiş ülkelere beyin göçü olarak kaptırıyoruz! Ailelerimiz bu durumu çevrelerine göğüslerini gere gere anlatıyorlar! Gelişmiş ülkelerden beyin gücü alıyor almamız gerekiyorken, komşularımızdan savaştan kaçan az nitelikli milyonları ülkemize alıyoruz.

Dar anlamıyla başarılı (finansal anlamda) insanlarımız sizce ne yapıyor? Realize ettikleri paraları Türkiye’de tekrar yatırıma mı yönlendiriyorlar, yoksa yurt dışında koruma altına almayı mı tercih ediyorlar? Şirketlerine sermaye koyarak onları daha rekabetçi mi yapıyorlar, yoksa ”başarılı” politikacıları ikna ederek şirket borçlarını yeniden yapılanmakla mı uğraşıyorlar? Ülkemizde ve şirketlerimizde neden sermaye birikmiyor? Neden yeni kalifiye istihdam alanları yaratamıyoruz? Yorum sizin!

Yarının güvencesi eğitimli ve yurt dışına gitmeyen/gidemeyen gençlerimiz ne yapıyor? Arzu ettikleri iş ortamlarını bulup, kendilerini daha da geliştirecek yönde mi ilerliyorlar, yoksa ”bir iş” buldukları zaman, ilgi alanlarında olup olmadığına bakmaksızın derhal üzerine atlayıp, hayata bir şekilde tutunmaya mı çalışıyorlar? Bu konuda da yorum sizin!

Özetle: Ülkemizin lokomotif iş ve devlet insanlarının ”rafine” insanlar olmalarını ve yeni jenerasyon tarafından gıpta edilmelerini (onlar gibi olmak istemelerini) hedeflememiz gerekir. Her şey onlarla yükselecek veya alçalacak. Rafine insanlar, sadece mesleki ve finansal başarılarla yetinenler değil, bunların yanına toplumsal ve kültürel başarılarını da ilave eden ve özgün stil sahibi kişilerdir. Bu yöndeki çalışmalarını, finansal başarılar ile doğrudan ilişkilendirmeden ve içten gelen reflekslerle yapmalıdırlar. Bunların hepsini bir yaşam süresine sığdıramaz iseler de, ısrarla bu yolu açmalı ve bu yoldan gitmelidirler. Kendilerinden sonra gelen nesillere iyi örnek olmalı ve onları da bu yoldan gitmeye teşvik etmeli, hatta demokratik yöntemlerle zorlamalıdırlar.

Bizden bir önceki nesil bu yolu, biz 1930-1960 doğumlulara açmıştı. Bu yoldan gidelim derken, en iyimser tabiriyle sağa sola fena yalpaladık, özellikle 1938 den itibaren bugüne kadar…

1938 yılını ve o güne kadar yaşanan iç ve dış gelişmeleri masaya yatırıp, o dönemin kurucu değerlerini iyi anlayarak, ancak güncelleyerek bu sürece tekrar devam etmemiz gerekiyor. Hem özel sektör hem kamu sektörü hem de siyasi anlamda…

Türkiye’yi büyük güç dengeleri arasında dingin tutmak ve muhteşem topraklarımızda kendimizin ve bizden sonraki neslimizin varlığını kaliteli bir şekilde sürdürmek için…

Yazarın bu yazısı http://www.topaloglupartners.com/ sayfasında yayınlanmıştır.

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Servet Topaloğlu

Rekabete İstanbul’dan bakış ve bir öz eleştiri

Servet Topaloğlu

Dünyaya geldiğim 1959 yılında İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1,6 milyondu. Bu nüfusun yaklaşık %15’i gayrimüslim vatandaşlarımızdı. O günden bugüne 1,6 milyon nüfusun bir kısmı başka ülkelere göç etti veya başka şehirlere taşındı veya doğal nedenlerden dolayı (ölümler) aramızdan ayrıldı. Yaptığım kaba hesaplamayla İstanbul’da doğan, 1959 yılından beri İstanbul’da yaşayan ve o günlerden hayatta kalan yaklaşık 160.000 olağanüstü şanslı bireyden biri olduğumu düşünüyorum. Bu arada İstanbul nüfusu, mülteciler ve turistler hariç, herhalde 18 milyona ulaşmıştır.

Bu nedenle tarihe not düşmek amacıyla bazı şeyleri anlatmam lazım.

O dönemlerde hemen her çocuk gibi ben de ilkokulun tatil dönemlerinde çevrede bulunan bir iş yerinde çalışırdım. Bu İstanbul’da güzel bir gelenekti. Çocuğun hayatı kontrollü bir şekilde anlamaya başlaması için aileler tarafından uygulanır ve çevre iş yerleri tarafından da desteklenirdi. Hangi aileye mensup olduğunuz, ailenizin paraya ihtiyacı olup olmadığı hiç önemli değildi. Bazen çalışılan iş yerinin temizliği, bazen ağır olmayan şeylerin taşınması, hatta ürün satışı ve kasada para alıp-üstünü verme faaliyetleri dahi iş kapsamına girerdi. Beyazıt’ta Kapalıçarşı’ya yakın oturduğumuzdan çevremizde çok miktarda bakkal, çantacı, derici, ayakkabıcı, konfeksiyoncu ve kuyumcu vardı. Aralarında rekabet ederlerdi. İşlerin başında bugünkü gibi beyaz yakalılar değil, dükkan sahipleri, yani bugünkü deyimi ile patron veya ana hissedar vardı.

Burada söz konusu eski tüccar- liderlerin maharetlerini ve verdikleri iş derslerini anlatmayacağım… Zira bu alanda olağanüstü güzel anekdotlar ve biyografiler mevcut.

Anlatacağım konu daha çocuk yaşta yadırgadığım iki gözlemim olacak; o günkü yerel tüccarların birbirleriyle rekabet ederkenki tutum ve davranışları…

Birincisi, bir tüccar, eğer kendi iş kolunda faaliyet gösteren bir komşusu sadık müşterisine ‘’kur yapıp’’, onu kendi mağazasına çekmeye çalışırsa veya çalışanının ”aklını çelip” işe alırsa veya kendisine mal tedariki yapan bir tüccardan benzeri bir ürünü satın alıp, satarsa komşu tüccara ciddi tepki verirdi. Semt tüccarları da bu hassasiyetlere dikkat eder, birbirlerinin alanlarına girmemeye çalışırlardı. Eğer girerlerse, araları bozulurdu. ‘’Mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar bağırır, çağırır ve çevresine komşu tüccarı fena halde kötülerdi. Komşu tüccarın daha iyi ürünü, daha iyi hizmetle, daha iyi bir ortamda ve daha iyi fiyatla müşterisine satıyor olması veya çalışanına daha iyi ücret ve çalışma olanağı sağlaması ”mağdur olan tüccar” için hafifletici veya ders alıcı bir unsur değildi.

İkinci gözlemim ise bazı tüccarların, kamu kuruluşlarından sağladıkları ayrıcalıklarla faaliyetlerini yürütürlerken aniden bozulan işleriyle ilgili olanıydı. O dönemlerde özel sektör henüz gelişmediğinden, kamu sektörü sanayi ve hizmet sektörüne (özellikle toptan satış) ciddi yatırımlar yapar ve ürünlerini özel sektöre girdi olarak satarak, ekonomiyi canlandırmaya ve halkın temel ihtiyaçlarını doğrudan veya dolaylı gidermeye çalışırdı. Bazı tüccarlarda gerek politikacı gerekse de bürokratlarla iyi ilişki kurarak, kamunun ürettiği ürünlerde kendilerine özel avantajlar sağlar, örneğin Sümerbank’ın ürettiği yeni kumaşların kendilerine özel tahsisi, ya da devlet korumacılığında (monopol piyasaları ve teşvikler) ithalat veya üretim faaliyetleri yapar, yüksek kar marjlarıyla piyasaya satardı. Aynen birinci maddede olduğu gibi, eğer bir tüccar aynı faaliyet alanında olan diğer tüccar tarafından ‘’önü kesilirse’’, örneğin bir tüccar Sümerbank toptan mağaza genel müdürüyle halihazırda ”iyi ilişkiler” içerisindeyken, diğer tüccar bakan veya başbakanla daha iyi ilişkiler geliştirip kendisine daha fazla ayrıcalık sağlarsa, ‘’mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar çevresine, ne kadar haksızlığa uğradığını, siyasetin kirlendiğini, ticari ahlakın kalmadığını anlatırdı.

O zamanlar İstanbul’da bırakınız internet, cep telefonu, yurtdışına geniş seyahat olanaklarını, sabit telefon ve TV sayısı dahi son derece azdı. Yani dünyadan kopuk, kendi halinde yerel bir iş dünyası vardı. Nitelikli, katma değerli bir üretim ve hizmet konusunda dış dünyayla kıyaslama yapma olanağı son derece azdı. Erdem konusunda ise tüccarlar karşı taraftan sürekli yüksek bir beklenti içindeydi. Ancak, başkalarından kendisine karşı olan beklentileri asgari düzeyde tutmasını isterdi!..

Aradan yarım asır geçti. Şimdilerde liberal-küresel sistemin sınır tanımayan, olağanüstü bir mal, para, insan, bilgi trafiği ve bunun beraberinde getirdiği bir rekabet düzeni var. İş dünyamız geçen sürede acaba ne kadar değişti? Şüphesiz günümüz iş insanları arasında hala eskisinin yeni sürümü alışkanlarıyla birbirlerini ‘’mağdur eden’’ veya ‘’mağdur edilen’’ bol miktarda tüccar yurttaşımız var. Bununla birlikte şirketleşerek ve kurumsallaşarak kendilerini ‘’açık rekabete’’ hazır hale getiren ve pazar paylarını artıramadıklarında veya kaybettiklerinde, bunun nedenlerini rakiplerinde değil, kendilerinde arayan ciddi sayıda iş insanımız da yetişti. Her ne kadar dünyanın en büyük ilk beş yüz şirketi arasına henüz bir Türk şirketi sokamadıysak da, bu alanda en azından ciddi bir çaba olduğu söylenebilir.

Devlet yönetimi tarafında ise işler biraz karışık. Devlet, bir ülkenin en büyük tüzel kişiliğidir. Yani kutsal değil, insan yapımı kurumlardır ve diğer ulus devletlerle, şirketlerinkine benzer şekilde, ‘’dostane görünümlü kıyasıya rekabet” ederler. Amaçları ülkelerinin doğal varlıklarını ve jeopolitiğini kullanarak, yurtdışından nitelikli insan kaynağını ve yatırım sermayesini ülkelerine çekmek, böylelikle mevcut insan kaynaklarını ve sermaye birikimlerini daha da geliştirerek, halklarının refahını artırmaktır. İşte tam bu noktada büyük resim biraz bulanıklaşıyor. Bazı politikacı ve yurttaşlar küresel rekabette geri kalıp, nitelikli insanlarını ve sermaye birikimlerini rakip devletlere kaybettiklerinde, bunu önleyecek, hatta tersine çevirecek, küresel düzenle uyumlu nitelikli ulusal stratejiler geliştirmek yerine, çözümleri hala ulus devletler arası ‘’vefa’’ ve ‘’dostluk ilişkilerinde’’ arıyorlar. Netice alamadıklarında da aynı benim çocukluk dönemimde müşterisini, elemanını, tedarikçisini komşusuna kaybetmiş tüccar gibi bağırıp, çağırıp, etrafa onları şikayet ediyor, mağdur edildiğini beyan ediyorlar. Bu konuyu 2022 yılında piyasaya çıkan ‘’Ülke Yönetimi’’ adlı kitabımda incelediğimden burada daha fazla detaya girmeyeceğim.

Halbuki rekabet, ister özel sektör olsun ister ulus devlet, bir tüzel kişiliğin kazanmayı istediği bir şeyi, başka bir tüzel kişiliğin aynı zaman diliminde kazanmaya çalışmasıdır. Rekabet ortamı ise, mazeret ve mağduriyetlerin en az dinlendiği ve en az netice verdiği bir alandır. Rekabetçi ve inovatif kaslar yerine, sadece retorik kaslarını geliştirenler, bir yandan bağırarak ve çağarak bolca konuşurlar diğer yandan da nitelikli rekabette alt sıralara düşerler.

1959 yılından beri İstanbul’da sürekli yaşayan, benim gibi bir kaç kuşak İstanbullu olanlara gelince (babam da 1916 İstanbul doğumluydu); itiraf etmem lazım, bizler de bağırarak, çağırarak ve konuşarak İstanbul’da azınlık ve edilgen bir gruba dönüşmüş bulunuyoruz (toplam İstanbul nüfusunun %1’inin altı). Yani rekabette ”yeni İstanbullulara” yenildik. Ne İstanbul yönetiminde varız ne de eski İstanbullular adına konuşacak nitelikli, erdemli ve etkili bir temsilci veya grup yetiştirebildik. Tek tesellim, İstanbul’un hala olağanüstü güzel, bana göre dünyanın sosyal ve ekonomik yaşamı en canlı, en renkli, en kozmopolitik ve temiz şehirlerinden birisi olması… Dünyanın hemen tarafından bakıldığında gıpta edilen bir şehir…Bizlerin İstanbul yönetiminde olup olmaması hiç önemli değil, tamamen duygusal bir hezeyan… Önemli olan İstanbul’un dünya büyük şehirler liginde hala en cazibeli noktalardan birisi olması…

Keşke aynı şeyleri, kendi küresel rekabet konteksti içindeki şirket ve ülke yönetimlerimiz için de söyleyebiliyor olsak…

Devamını Oku

Servet Topaloğlu

Kurumsal iyi yönetim

Servet Topaloğlu

Kurumsal yönetimin hangi şartlarda hangi şirket tipleri için ve nasıl uygulanması gerektiği konusunda dünya literatüründe henüz mutabık kalınmış bir standart yoktur. Kurumsal yönetim uygulamaları her ülkede ve hatta her şirkette oldukça farklılık gösterebilmektedir. Dolayısıyla, kurumsal yönetimin ”katı standartlarından” ziyade, ”iyi uygulama örneklerinden” bahsetmek daha doğrudur.

Pratikte karıştırılan iki kavram olan ”kurumsal yönetim” ve ”iyi yönetim” arasında sıkı bir ilişki olmakla birlikte, içerikleri birbirinden hayli farklıdır.

Örneğin, kurumsal yönetim ilkelerinin uygulanmadığı bir şirkete otomatik olarak ”kötü yönetiliyor” diyemeyeceğimiz gibi, kurumsal yönetimin genel kabul görmüş iyi örneklerini uygulayan bir şirketin de mutlaka ”iyi yönetilme” garantisi yoktur. Kurumsal yönetim konusunda zafiyetleri olan pek çok aile şirketinin uzun süre başarı ile faaliyetlerine devam ettiği, kurumsal yönetimi hayli güçlü firmaların ise yatırımcılarını hayal kırıklığına uğratmaları ile ilgili pratikte yeteri kadar örnek bulmak mümkündür.

Bir şirketi ”kurumsal yönetim anlayışıyla iyi yönetmek”, yatırımcıların, çalışanların ve diğer paydaşların en arzu ettikleri yönetim biçimidir.

İyi şirket yönetiminden ne anlaşıldığı hepimizin malumudur; pazarda iyi konumlandırılmış ve kavramsallaştırılmış bir konsepti olan, tüketici perspektifinden rakiplerinden pozitif farklılaşmış, operasyonel anlamda verimli çalışan, rafine ekip çalışması ile yönetimde istikrarlı bir duruş sergileyen ve sürekliliği olan değer yaratabilen şirketler, ”iyi yönetilen” şirket sıfatını hak eden kuruluşlardır.

Kurumsal yönetim dendiği zaman ise öncelikle; şeffaflık, adil olmak, hesap verilebilirlik, sosyal sorumluluk ve kamu otoritelerinin yaptıkları düzenlemelere uyum kavramları ön plandadır. Kurumsal yönetim ilkeleriyle çalışan şirketlerde görev yapanlar bir üst yöneticilerine ve çoğunluğu elinde bulunduran hissedara değil, kuruma değer yaratmak için çaba gösterirler (”liyakat ilkeleriyle görevlerine atanmış omurgalı profesyoneller”).

İyi yönetim ile kurumsal yönetimin ”harmanlanması” en ideal olanıdır. Kurumsal yönetimin yönetim kurulu veya icra kurulu başkanı tarafından isteniyor ve dillendiriliyor olması kafi değildir. Rating şirketlerinden ücret karşılığı alınan ”yüksek kurumsal yönetim notlarının” da ilgili şirketlere imaj artırıcı tesirinin haricinde uzun vadede hiç bir değer artırıcı katkısı yoktur. Esas olan, bu iki kavramını gerekliliklerinin içselleştirilerek icra edilmesi ve bu şekilde oluşmuş yönetim gücünün şirketin tabanına indirilmesidir. Bu kültürün oluşmasında esas görev ve sorumluluk şirket yönetim kurulunundur.

Devamını Oku

Servet Topaloğlu

Zenginlik ve finansal özgürlük arasındaki fark

Servet Topaloğlu

Zengin birey, varlıkları kendisinin ve ailesinin yaşamı için gerekenden çok fazla, gelir/gider hacmi yüksek ve bu özelliklerini genellikle hissettiren kişidir. Zengin bireylerin maddi ve manevi borçları ise çoğu zaman şeffaf değildir. Zengin olmak kanımca bir marifet veya ayıp değildir.

Finansal özgür birey ise, maddi ve manevi borçları varlıklarından ehemmiyetli derecede düşük ve kimseye biat etmeden kendisinin ve ailesinin yaşamını nitelikli şekilde güvence altına almış veya alabilme donanımında olan yüksek performanslı (liyakatli) kişidir.

Kapitalist-liberal sistemde zengin birey olmak nispeten kolay, finansal özgür birey olmak ise hayli zordur.

Zengin bireylerin borçlu oldukları kişi ve kurumlar karşısında dik durmaları kendilerinin değil, borçlu oldukları adreslerin kararına bağlıdır. Bu dengeyi değiştirmeye denerlerse bedeli ağır olur. Zira borçlu oldukları kişi ve kurumların ellerinde belki ortaçağdaki ”germe makinaları” gibi çağdışı ekipmanları yoktur, ancak günümüzde benzeri işlevi gören yeterince ipotek ve enstrümanları kullanıma hazır şekilde mevcuttur.

Finansal özgür bireyler ise omurgalı bir yaşam ve iş düzeni kurmak konusunda çok daha rahattır.

Hem zenginlik hem de finansal özgürlük aynı anda birlikte olabilir. Ama bu durum istisnadır.

Türkiye’nin eğitim sistemi zengin bireylerin değil, finansal özgür bireylerin sayısını artırmak üzere yeniden tasarlanmalıdır. Kapitalist-liberal sistem zaten yeterince zengin birey yaratmaktadır, çoğu geçici bir süreliğine de olsa…

Ülkeler, şirketler ve kurumlar ise toplumun finansal özgür ve liyakatli bireyleri tarafından kolektif biçimde yönetilmelidir.

Devamını Oku

Servet Topaloğlu

Servet Topaloğlu

POPÜLER