Servet Topaloğlu
Ölçek sorunu
Türkiye perakende pazarı dünyanın büyük büyük sayılabilecek pazarlarındandır (Deloitte şirketine göre yaklaşık 300 milyar dolar). Bunun en önemli nedeni, kişi başı gelirin yüksekliğinden ziyade nüfus yoğunluğu ve uygun demografisidir. Bununla birlikte şirketlerimizin bu büyük pazara rağmen, ciddi derecede ölçek sorunu vardır.
En büyük perakende şirketlerimiz olan BİM (yaklaşık 6.5 milyar dolar) ve LC Waikiki’nin (yaklaşık 2.5 milyar dolar) toplam ciroları toplam pazarın ancak %3’ünü yapmaktadır! BİM ve LC Waikiki kurucu ve yöneticilerinin olağanüstü bir performansla şirketlerini kısa sayılabilecek bir sürede bu konuma getirmeleri asla küçümsenmemesi gereken bir başarıdır. Önleri de hayli açıktır ve kendileriyle gurur duymamak mümkün değildir. Bu genç şirketlerimizin patron ve yöneticilerinin, hızlı bir şekilde büyümelerine ve sessiz sedasız pazar liderliğini elde etmelerine rağmen medya önünde temkinli-iyimser tondaki açıklamaları da ayrıca takdir edilmesi gereken bir davranış şeklidir. Ancak oldukça genç sayılabilecek bu perakende şirketlerimizin dışında kalan çok daha eski markalarımızın açık ara geride kalmaları öz eleştiri gerektiren bir durumdur. Bu şirketlerimizin performanslarının –herhalde önemli bir reklam veren oldukları ve yönetici/patronlarının karizmatik kişilikleri nedeniyle- bazı medya tarafından abartılması ise eleştiriyi hak ettirecek cinstendir.
300 milyar dolarlık bir perakende pazarında, bırakınız 100-500 milyon dolarlık satış hacimlerini, alt basamaklarda kalan tek haneli milyar dolarlık cirolar, dolayısıyla da yaratılan şirket değerleri son derece düşük kalmaktadır. Deloitte şirketinin her yıl güncelliği ve ilk 250 perakende şirketinin satış ve kar hacimlerini gösteren listelerde bu konuda detaylı bilgiler mevcuttur.
Bu görüşlerimize itirazlar gelebilir. Türkiye’nin kişi başı gelirlerinin düşük olduğundan tutun, büyüme için gerekli sermaye için piyasadaki borçlanma faizlerinin yüksekliğine kadar bir takım karşı argümanlar savunulabilir. Ancak bunların hiç birinin şirketlerimizin dünya ölçeğine ulaşamamış olması için inandırıcı bir neden teşkil etmeyeceği açıktır.
Şirketlerimizi morallerimizi yüksek tutmak adına şüphesiz parlatabiliriz. Örneğin, eğer geleneksel pazarı dikkate almayıp, sadece organize perakende pazarını kıstas alırsak, az gelirli vatandaşlarımızı ve kayıt dışı pazarı yok sayarsak, şirketlerimizin çok düşük görünen pazar payı oranları birden halihazırdakinin iki katının daha üzerine çıkar.
Şirketlerimizi daha da heybetli göstermek adına başka formüller de vardır; örneğin ilgili perakendecinin sadece “kendi kategorisindeki” organize pazar büyüklüğünü ölçü olarak alır şirketlerimizin cirolarını onunla kıyaslayabiliriz (örneğin gıda perakendeci iseniz gıda pazarını veya hazır giyim perakendecisi iseniz hazır giyim pazarını). Hatta bir adım daha öteye gitmek mümkündür. İlgili kategori içindeki “perakende formatını” baz alırız. Örneğin gıda perakendeciliği içinde discount formatı veya hazır giyim perakendeciliğinde çocuk giyim formatı gibi… Bu durumda egolarımızı tatmin eden daha yüksek bir pazar payları ile karşılaşırız.
Bu güzelleştirilmiş sayılarla, PR ajanslarını da devreye alarak, basın temsilcilerini kapı kapı dolaşıp, iş dünyası dergi ve TV programlarında söyleşilere katılıp, lokal konferanslarda konuşmalar yapabiliriz. Hele bir de sportif görünümlü isek ve ses tonumuz iyi, hatta tanınan bir aile veya şirket mensubu isek daha da avantajlı bir konumdayızdır. Üstüne üstlük, dünyayı takip edip, çarpıcı gelişmeleri hemen not alıp, sanki kendi düşüncelerimiz gibi iletişimini de yapıyorsak, bunların yüzeysel ve içi doldurulmuş bilgiler olup olmadığına bakılmaksızın, “yerel çevremizde” ayrıcalıklı bir konum sağlayabilme olasılığımız hayli yükselmiştir.
Hatta BİM veya LC Waikiki gibi, aslında ülke içinde perakende konusunda söz sahibi olan bir şirketin temsilcisi olmanıza bile gerek kalmadan, “seçkin” bir kişilik olarak istediğiniz kişiyle istediğiniz çerçevede ilişki kurabilme konumuna gelebilirsiniz. Sizinle görüşme yapmak isteyenlerin sayısında artışlar olma ihtimali de artık çok yükselmiştir. Sizin gibi yeni popüler olmuş arkadaşlarınızla safari, okyanus vb seyahatlere çıkıp, sosyal medyada resimleri paylaşır, müzayede ve sanat aktivitelerine katılabilirsiniz. Sosyal sorumluluk projelerinde en ön saflarda oturup, devlet büyükleri ile ilişkilerinizi geliştirip, onlarla fotoğraf çektirebilirsiniz. Bir zamanlar sık görüştüğünüz, ağır çalışan meslektaşlarınızı da ihtiyacınız kalmadığını düşünerek ikinci plana itebilirsiniz. Etrafınızda başınızı ağrıtan kimse kalmamıştır. Sempati duyduklarınızla çalışmaya devam edersiniz, onların temel ihtiyaçlarını sağlarsınız, gel dediğinizde gelirler, git dediğinizde giderler.
Bu değerlendirmelerimize de şüphesiz itirazlar gelebilir. Türk perakendecilerinin dünya çapında bir ölçeğe ulaşamamasının nedenleri olarak aşağıdaki diğer tezler varken, yukarıdaki “soft” faktörlerin gündeme getirilmesinin doğru olmadığı söylenebilir. Ancak bu tezlere de cevabımız aşağıdaki gibidir:
- Türkiye’nin, büyük ölçekli perakende şirketlerin merkezlerinin bulunduğu ülkeler kadar büyük bir ekonomiye sahip olmadığı tezi: Sadece İsveç gibi nispeten küçük bir ülkeden dahi IKEA (37 milyar dolar) ve H&M (18 milyar dolar) gibi dünyanın benchmark olarak incelediği mükemmel perakende konseptleri çıkabilmektedir.
- Perakende şirketlerimizin enternasyonelleşme konusunda geç kaldığı, dünya listelerindeki büyük perakende şirketlerinin satışlarının önemli bir kısmının yurtdışı cirolarından geldiği tezi: İspanyol Mercadona sadece İspanya’da faaliyet göstermektedir ve satışları yaklaşık 24 milyar dolardır. EDEKA’da sadece Almanya’da faaliyet göstermektedir ve satışları 58 milyar dolardır.
- Günümüzdeki yüksek cirolu perakendeciler, ilk mağazalarını çok önceleri açıp, deneyim kazandıktan sonra hızlı büyümüşleridir tezi: Zara ilk mağazasını 1975’de açarken, bizim perakendecilerimizden Vakko ilk mağazasını 1962’de, Kiğılı 1969’da, Beymen ise 1971’de açmıştı. Zara’nın bulunduğu Inditex grubunun bugünkü yıllık cirosu yaklaşık 24, faaliyet karları 5 milyar dolar civarındayken, yukarıda anılan şirketlerimizin toplam ciroları henüz 2 milyar dolar mertebelerindedir.
- Perakende sektöründeki nispeten düşük kar marjları nedeniyle, belirli bir nakit yaratıldıktan sonra başka sektörlere geçildiği veya sektörden kar amaçlı satış yapılarak çıkıldığı tezi: Bu tez kısmen doğru olabilir. Zira Doğuş Holding Tansaş ve Macrocenter’i, Fiba Holding Gima’yı, Koç Holding ise Migros’u satarak perakende sektöründen nispeten erken çıkarak, başka sektörlere odaklanmışlardır.
Dünyanın en büyük ilk 20 perakende pazarlarından birine sahip olup, buna ilaveten çevremizde 4 saatlik uçuş mesafesinde 2 milyar tüketicinin bulunduğu mükemmel bir coğrafyada, dünyanın ilk 250 büyük perakendecisi arasına alt sıralardan sadece BİM’i sokabilmemizi yetersiz görmemiz, sektörümüzü teşvik etmek adına yadırganmamalıdır. Sitemizde yayınladığımız diğer makale ve hizmetlerimiz, perakende sektörümüzün irileşerek diriliğini muhafaza etmesine katkı amaçlıdır.
Yazarın bu yazısı http://www.topaloglupartners.com/ sayfasında yayınlanmıştır.
Servet Topaloğlu
Rekabete İstanbul’dan bakış ve bir öz eleştiri
Dünyaya geldiğim 1959 yılında İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1,6 milyondu. Bu nüfusun yaklaşık %15’i gayrimüslim vatandaşlarımızdı. O günden bugüne 1,6 milyon nüfusun bir kısmı başka ülkelere göç etti veya başka şehirlere taşındı veya doğal nedenlerden dolayı (ölümler) aramızdan ayrıldı. Yaptığım kaba hesaplamayla İstanbul’da doğan, 1959 yılından beri İstanbul’da yaşayan ve o günlerden hayatta kalan yaklaşık 160.000 olağanüstü şanslı bireyden biri olduğumu düşünüyorum. Bu arada İstanbul nüfusu, mülteciler ve turistler hariç, herhalde 18 milyona ulaşmıştır.
Bu nedenle tarihe not düşmek amacıyla bazı şeyleri anlatmam lazım.
O dönemlerde hemen her çocuk gibi ben de ilkokulun tatil dönemlerinde çevrede bulunan bir iş yerinde çalışırdım. Bu İstanbul’da güzel bir gelenekti. Çocuğun hayatı kontrollü bir şekilde anlamaya başlaması için aileler tarafından uygulanır ve çevre iş yerleri tarafından da desteklenirdi. Hangi aileye mensup olduğunuz, ailenizin paraya ihtiyacı olup olmadığı hiç önemli değildi. Bazen çalışılan iş yerinin temizliği, bazen ağır olmayan şeylerin taşınması, hatta ürün satışı ve kasada para alıp-üstünü verme faaliyetleri dahi iş kapsamına girerdi. Beyazıt’ta Kapalıçarşı’ya yakın oturduğumuzdan çevremizde çok miktarda bakkal, çantacı, derici, ayakkabıcı, konfeksiyoncu ve kuyumcu vardı. Aralarında rekabet ederlerdi. İşlerin başında bugünkü gibi beyaz yakalılar değil, dükkan sahipleri, yani bugünkü deyimi ile patron veya ana hissedar vardı.
Burada söz konusu eski tüccar- liderlerin maharetlerini ve verdikleri iş derslerini anlatmayacağım… Zira bu alanda olağanüstü güzel anekdotlar ve biyografiler mevcut.
Anlatacağım konu daha çocuk yaşta yadırgadığım iki gözlemim olacak; o günkü yerel tüccarların birbirleriyle rekabet ederkenki tutum ve davranışları…
Birincisi, bir tüccar, eğer kendi iş kolunda faaliyet gösteren bir komşusu sadık müşterisine ‘’kur yapıp’’, onu kendi mağazasına çekmeye çalışırsa veya çalışanının ”aklını çelip” işe alırsa veya kendisine mal tedariki yapan bir tüccardan benzeri bir ürünü satın alıp, satarsa komşu tüccara ciddi tepki verirdi. Semt tüccarları da bu hassasiyetlere dikkat eder, birbirlerinin alanlarına girmemeye çalışırlardı. Eğer girerlerse, araları bozulurdu. ‘’Mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar bağırır, çağırır ve çevresine komşu tüccarı fena halde kötülerdi. Komşu tüccarın daha iyi ürünü, daha iyi hizmetle, daha iyi bir ortamda ve daha iyi fiyatla müşterisine satıyor olması veya çalışanına daha iyi ücret ve çalışma olanağı sağlaması ”mağdur olan tüccar” için hafifletici veya ders alıcı bir unsur değildi.
İkinci gözlemim ise bazı tüccarların, kamu kuruluşlarından sağladıkları ayrıcalıklarla faaliyetlerini yürütürlerken aniden bozulan işleriyle ilgili olanıydı. O dönemlerde özel sektör henüz gelişmediğinden, kamu sektörü sanayi ve hizmet sektörüne (özellikle toptan satış) ciddi yatırımlar yapar ve ürünlerini özel sektöre girdi olarak satarak, ekonomiyi canlandırmaya ve halkın temel ihtiyaçlarını doğrudan veya dolaylı gidermeye çalışırdı. Bazı tüccarlarda gerek politikacı gerekse de bürokratlarla iyi ilişki kurarak, kamunun ürettiği ürünlerde kendilerine özel avantajlar sağlar, örneğin Sümerbank’ın ürettiği yeni kumaşların kendilerine özel tahsisi, ya da devlet korumacılığında (monopol piyasaları ve teşvikler) ithalat veya üretim faaliyetleri yapar, yüksek kar marjlarıyla piyasaya satardı. Aynen birinci maddede olduğu gibi, eğer bir tüccar aynı faaliyet alanında olan diğer tüccar tarafından ‘’önü kesilirse’’, örneğin bir tüccar Sümerbank toptan mağaza genel müdürüyle halihazırda ”iyi ilişkiler” içerisindeyken, diğer tüccar bakan veya başbakanla daha iyi ilişkiler geliştirip kendisine daha fazla ayrıcalık sağlarsa, ‘’mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar çevresine, ne kadar haksızlığa uğradığını, siyasetin kirlendiğini, ticari ahlakın kalmadığını anlatırdı.
O zamanlar İstanbul’da bırakınız internet, cep telefonu, yurtdışına geniş seyahat olanaklarını, sabit telefon ve TV sayısı dahi son derece azdı. Yani dünyadan kopuk, kendi halinde yerel bir iş dünyası vardı. Nitelikli, katma değerli bir üretim ve hizmet konusunda dış dünyayla kıyaslama yapma olanağı son derece azdı. Erdem konusunda ise tüccarlar karşı taraftan sürekli yüksek bir beklenti içindeydi. Ancak, başkalarından kendisine karşı olan beklentileri asgari düzeyde tutmasını isterdi!..
Aradan yarım asır geçti. Şimdilerde liberal-küresel sistemin sınır tanımayan, olağanüstü bir mal, para, insan, bilgi trafiği ve bunun beraberinde getirdiği bir rekabet düzeni var. İş dünyamız geçen sürede acaba ne kadar değişti? Şüphesiz günümüz iş insanları arasında hala eskisinin yeni sürümü alışkanlarıyla birbirlerini ‘’mağdur eden’’ veya ‘’mağdur edilen’’ bol miktarda tüccar yurttaşımız var. Bununla birlikte şirketleşerek ve kurumsallaşarak kendilerini ‘’açık rekabete’’ hazır hale getiren ve pazar paylarını artıramadıklarında veya kaybettiklerinde, bunun nedenlerini rakiplerinde değil, kendilerinde arayan ciddi sayıda iş insanımız da yetişti. Her ne kadar dünyanın en büyük ilk beş yüz şirketi arasına henüz bir Türk şirketi sokamadıysak da, bu alanda en azından ciddi bir çaba olduğu söylenebilir.
Devlet yönetimi tarafında ise işler biraz karışık. Devlet, bir ülkenin en büyük tüzel kişiliğidir. Yani kutsal değil, insan yapımı kurumlardır ve diğer ulus devletlerle, şirketlerinkine benzer şekilde, ‘’dostane görünümlü kıyasıya rekabet” ederler. Amaçları ülkelerinin doğal varlıklarını ve jeopolitiğini kullanarak, yurtdışından nitelikli insan kaynağını ve yatırım sermayesini ülkelerine çekmek, böylelikle mevcut insan kaynaklarını ve sermaye birikimlerini daha da geliştirerek, halklarının refahını artırmaktır. İşte tam bu noktada büyük resim biraz bulanıklaşıyor. Bazı politikacı ve yurttaşlar küresel rekabette geri kalıp, nitelikli insanlarını ve sermaye birikimlerini rakip devletlere kaybettiklerinde, bunu önleyecek, hatta tersine çevirecek, küresel düzenle uyumlu nitelikli ulusal stratejiler geliştirmek yerine, çözümleri hala ulus devletler arası ‘’vefa’’ ve ‘’dostluk ilişkilerinde’’ arıyorlar. Netice alamadıklarında da aynı benim çocukluk dönemimde müşterisini, elemanını, tedarikçisini komşusuna kaybetmiş tüccar gibi bağırıp, çağırıp, etrafa onları şikayet ediyor, mağdur edildiğini beyan ediyorlar. Bu konuyu 2022 yılında piyasaya çıkan ‘’Ülke Yönetimi’’ adlı kitabımda incelediğimden burada daha fazla detaya girmeyeceğim.
Halbuki rekabet, ister özel sektör olsun ister ulus devlet, bir tüzel kişiliğin kazanmayı istediği bir şeyi, başka bir tüzel kişiliğin aynı zaman diliminde kazanmaya çalışmasıdır. Rekabet ortamı ise, mazeret ve mağduriyetlerin en az dinlendiği ve en az netice verdiği bir alandır. Rekabetçi ve inovatif kaslar yerine, sadece retorik kaslarını geliştirenler, bir yandan bağırarak ve çağarak bolca konuşurlar diğer yandan da nitelikli rekabette alt sıralara düşerler.
1959 yılından beri İstanbul’da sürekli yaşayan, benim gibi bir kaç kuşak İstanbullu olanlara gelince (babam da 1916 İstanbul doğumluydu); itiraf etmem lazım, bizler de bağırarak, çağırarak ve konuşarak İstanbul’da azınlık ve edilgen bir gruba dönüşmüş bulunuyoruz (toplam İstanbul nüfusunun %1’inin altı). Yani rekabette ”yeni İstanbullulara” yenildik. Ne İstanbul yönetiminde varız ne de eski İstanbullular adına konuşacak nitelikli, erdemli ve etkili bir temsilci veya grup yetiştirebildik. Tek tesellim, İstanbul’un hala olağanüstü güzel, bana göre dünyanın sosyal ve ekonomik yaşamı en canlı, en renkli, en kozmopolitik ve temiz şehirlerinden birisi olması… Dünyanın hemen tarafından bakıldığında gıpta edilen bir şehir…Bizlerin İstanbul yönetiminde olup olmaması hiç önemli değil, tamamen duygusal bir hezeyan… Önemli olan İstanbul’un dünya büyük şehirler liginde hala en cazibeli noktalardan birisi olması…
Keşke aynı şeyleri, kendi küresel rekabet konteksti içindeki şirket ve ülke yönetimlerimiz için de söyleyebiliyor olsak…
Servet Topaloğlu
Kurumsal iyi yönetim
Kurumsal yönetimin hangi şartlarda hangi şirket tipleri için ve nasıl uygulanması gerektiği konusunda dünya literatüründe henüz mutabık kalınmış bir standart yoktur. Kurumsal yönetim uygulamaları her ülkede ve hatta her şirkette oldukça farklılık gösterebilmektedir. Dolayısıyla, kurumsal yönetimin ”katı standartlarından” ziyade, ”iyi uygulama örneklerinden” bahsetmek daha doğrudur.
Pratikte karıştırılan iki kavram olan ”kurumsal yönetim” ve ”iyi yönetim” arasında sıkı bir ilişki olmakla birlikte, içerikleri birbirinden hayli farklıdır.
Örneğin, kurumsal yönetim ilkelerinin uygulanmadığı bir şirkete otomatik olarak ”kötü yönetiliyor” diyemeyeceğimiz gibi, kurumsal yönetimin genel kabul görmüş iyi örneklerini uygulayan bir şirketin de mutlaka ”iyi yönetilme” garantisi yoktur. Kurumsal yönetim konusunda zafiyetleri olan pek çok aile şirketinin uzun süre başarı ile faaliyetlerine devam ettiği, kurumsal yönetimi hayli güçlü firmaların ise yatırımcılarını hayal kırıklığına uğratmaları ile ilgili pratikte yeteri kadar örnek bulmak mümkündür.
Bir şirketi ”kurumsal yönetim anlayışıyla iyi yönetmek”, yatırımcıların, çalışanların ve diğer paydaşların en arzu ettikleri yönetim biçimidir.
İyi şirket yönetiminden ne anlaşıldığı hepimizin malumudur; pazarda iyi konumlandırılmış ve kavramsallaştırılmış bir konsepti olan, tüketici perspektifinden rakiplerinden pozitif farklılaşmış, operasyonel anlamda verimli çalışan, rafine ekip çalışması ile yönetimde istikrarlı bir duruş sergileyen ve sürekliliği olan değer yaratabilen şirketler, ”iyi yönetilen” şirket sıfatını hak eden kuruluşlardır.
Kurumsal yönetim dendiği zaman ise öncelikle; şeffaflık, adil olmak, hesap verilebilirlik, sosyal sorumluluk ve kamu otoritelerinin yaptıkları düzenlemelere uyum kavramları ön plandadır. Kurumsal yönetim ilkeleriyle çalışan şirketlerde görev yapanlar bir üst yöneticilerine ve çoğunluğu elinde bulunduran hissedara değil, kuruma değer yaratmak için çaba gösterirler (”liyakat ilkeleriyle görevlerine atanmış omurgalı profesyoneller”).
İyi yönetim ile kurumsal yönetimin ”harmanlanması” en ideal olanıdır. Kurumsal yönetimin yönetim kurulu veya icra kurulu başkanı tarafından isteniyor ve dillendiriliyor olması kafi değildir. Rating şirketlerinden ücret karşılığı alınan ”yüksek kurumsal yönetim notlarının” da ilgili şirketlere imaj artırıcı tesirinin haricinde uzun vadede hiç bir değer artırıcı katkısı yoktur. Esas olan, bu iki kavramını gerekliliklerinin içselleştirilerek icra edilmesi ve bu şekilde oluşmuş yönetim gücünün şirketin tabanına indirilmesidir. Bu kültürün oluşmasında esas görev ve sorumluluk şirket yönetim kurulunundur.
Servet Topaloğlu
Zenginlik ve finansal özgürlük arasındaki fark
Zengin birey, varlıkları kendisinin ve ailesinin yaşamı için gerekenden çok fazla, gelir/gider hacmi yüksek ve bu özelliklerini genellikle hissettiren kişidir. Zengin bireylerin maddi ve manevi borçları ise çoğu zaman şeffaf değildir. Zengin olmak kanımca bir marifet veya ayıp değildir.
Finansal özgür birey ise, maddi ve manevi borçları varlıklarından ehemmiyetli derecede düşük ve kimseye biat etmeden kendisinin ve ailesinin yaşamını nitelikli şekilde güvence altına almış veya alabilme donanımında olan yüksek performanslı (liyakatli) kişidir.
Kapitalist-liberal sistemde zengin birey olmak nispeten kolay, finansal özgür birey olmak ise hayli zordur.
Zengin bireylerin borçlu oldukları kişi ve kurumlar karşısında dik durmaları kendilerinin değil, borçlu oldukları adreslerin kararına bağlıdır. Bu dengeyi değiştirmeye denerlerse bedeli ağır olur. Zira borçlu oldukları kişi ve kurumların ellerinde belki ortaçağdaki ”germe makinaları” gibi çağdışı ekipmanları yoktur, ancak günümüzde benzeri işlevi gören yeterince ipotek ve enstrümanları kullanıma hazır şekilde mevcuttur.
Finansal özgür bireyler ise omurgalı bir yaşam ve iş düzeni kurmak konusunda çok daha rahattır.
Hem zenginlik hem de finansal özgürlük aynı anda birlikte olabilir. Ama bu durum istisnadır.
Türkiye’nin eğitim sistemi zengin bireylerin değil, finansal özgür bireylerin sayısını artırmak üzere yeniden tasarlanmalıdır. Kapitalist-liberal sistem zaten yeterince zengin birey yaratmaktadır, çoğu geçici bir süreliğine de olsa…
Ülkeler, şirketler ve kurumlar ise toplumun finansal özgür ve liyakatli bireyleri tarafından kolektif biçimde yönetilmelidir.