Servet Topaloğlu
‘’Perakende ve doğa yasaları’’
Liberal düzeni tercih etmiş, global pazarlara açık hiçbir ülkede bir ekonomi yıllarca sürekli büyüyemez. 3 ila 7 yıllık süreçler içinde mutlak surette ya büyümenin hızı yavaşlar, ya da küçülme olur. Bu daralma sürecinde, tıpkı genişleme dönemlerinde olduğu gibi, mevcut varlıklar ve pozisyonlar değişime uğrayarak, yeni oluşumlara zemin hazırlarlar. Bu gerçek, ülkeler için olduğu gibi, şirketler, sektörler, hatta aileler ve fertler için de geçerlidir. ‘’Temel prensipler’’ ise çok fazla değişmezler.
Nadiren veya sadece bir defa yaşanılacağı düşünülen vakalar, hiç de öyle olmamakta, ister iş ister özel yaşamın pek çok alanında sık sık tekrarlanabilmektedir. Bu bakımdan iniş veya çıkışlarda ne fazla karamsarlığa ne de iyimserliğe fazla itibar etmemek gerekir.
Öğrenim dönemlerimizden hafızalarımızda kalan birkaç doğa yasasını (‘’temel prensibi’’) tekrar hatırlayalım:
– Bir şey sağa doğru sallanıyorsa, sola doğru da sallanacaktır (Ritim Yasası).
– Tepki olarak gördüğümüz herhangi bir şey, ondan daha önce gelen bir şeyin etkisidir (Etki-Tepki Yasası).
– Enerji kaybolmaz, sadece şekil değiştirir(Enerjinin Dönüşümü Yasası).
– Benzer frekansta olan şeyler birbirlerini çekerler, aynı frekansta olmayan şeyler birbirlerini iterler(Çekim Yasası).
– – Sıcak vardır, çünkü biz onu soğukla kıyaslarız(İzafiyet Yasası).
– Bir şeyin oluşması için bir birliktelik ve kuluçka dönemi gerekir (Cinsiyet Yasası).
Eşim Nuray’ı deniz tutar ve bu bakımdan tekneye binmekte tereddüt ederiz. Ancak geçen sene bir arkadaşımızın ricasını kıramadık ve üstelik rüzgarlı ve dalgalı bir havada onun yelkenlisine bindik. Şaşırtıcı bir şekilde bu kez deniz eşimi hiç rahatsız etmedi.
Turumuzu tamamlayıp, keyifli bir şekilde geri döndük. Çünkü arkadaşım doğayla hiç “didişmemişti”… Yelkeni “doğanınistediği gibi” açmıştı… 3 sene önce ise bindiğimiz motorlu teknenin bizi nasıl fena halde bozduğunu hatırlıyorum… Üstelik çok daha az dalgalı ve rüzgarsız bir denizde!… Zira kaptan tekneyi motorun gücünü kullanarak ısrarla dalgaya ve rüzgara karşı sürmüştü.
İlgi alanımız olan perakende şirketlerimizi de, bu yasaları hatırlayarak yönetmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Son aylarda gördüğümüz gibi, tüketiciler, örneğin temel ihtiyaçları dışında kalan alışverişlerini, ancak ‘’hatırı sayılır fırsatlar’’ yakaladıkları zaman veya kendilerini “olağanüstü iyi hissetmek” için gerçekleştirmektedirler. Bu bir gerçektir ve bu gerçeği yadsımak “doğa kanunları ile didişmek” gibidir.
Bu gibi durumlarda; “eskiden satışlar iyiydi, değişikliğe gerek yok veya strateji ve politikalarımı değiştirirsem markam zarar görür veya eleman çıkararak, kiraları ve ticari borçları da tek taraflı öteleyerek günü kurtarayım, hatta gerekirse küçülmeyi göze alayım, kriz geçsin, bakarız” yöntemleri, doğayla birlikte hareket etmek yerine, ona direnmek veya teslim olmak demektir!
Müşterinin “fırsat araması” demek, güncel ve makul kalitede ürünü hesaplı fiyata bulabilmek arzusunu öne çıkarmak demektir.
Kendisini “olağanüstü iyi hissetmesi” demek, kendisine fayda sağlayan yeniliklerin kendisine ilaveten sunulması demektir.
Perakende iş modelleri bu kriterleri sağlayacak şekilde hazırlanmalı ve ister olumlu ister olumsuz hava şartlarında, doğal akışa direnç gösterilmeden esnek bir şekilde yönetilmelidir.
İyi yelkencilerin, rüzgar karşı taraftan geldiği zaman o yöne doğru gidebilen ve tekneyi hiç sarsmadan hedefine ulaştıran denizciler olduğunu bizzat yaşadım..
Yazarın bu yazısı http://www.topaloglupartners.com/ sayfasında yayınlanmıştır.
Servet Topaloğlu
Rekabete İstanbul’dan bakış ve bir öz eleştiri
Dünyaya geldiğim 1959 yılında İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1,6 milyondu. Bu nüfusun yaklaşık %15’i gayrimüslim vatandaşlarımızdı. O günden bugüne 1,6 milyon nüfusun bir kısmı başka ülkelere göç etti veya başka şehirlere taşındı veya doğal nedenlerden dolayı (ölümler) aramızdan ayrıldı. Yaptığım kaba hesaplamayla İstanbul’da doğan, 1959 yılından beri İstanbul’da yaşayan ve o günlerden hayatta kalan yaklaşık 160.000 olağanüstü şanslı bireyden biri olduğumu düşünüyorum. Bu arada İstanbul nüfusu, mülteciler ve turistler hariç, herhalde 18 milyona ulaşmıştır.
Bu nedenle tarihe not düşmek amacıyla bazı şeyleri anlatmam lazım.
O dönemlerde hemen her çocuk gibi ben de ilkokulun tatil dönemlerinde çevrede bulunan bir iş yerinde çalışırdım. Bu İstanbul’da güzel bir gelenekti. Çocuğun hayatı kontrollü bir şekilde anlamaya başlaması için aileler tarafından uygulanır ve çevre iş yerleri tarafından da desteklenirdi. Hangi aileye mensup olduğunuz, ailenizin paraya ihtiyacı olup olmadığı hiç önemli değildi. Bazen çalışılan iş yerinin temizliği, bazen ağır olmayan şeylerin taşınması, hatta ürün satışı ve kasada para alıp-üstünü verme faaliyetleri dahi iş kapsamına girerdi. Beyazıt’ta Kapalıçarşı’ya yakın oturduğumuzdan çevremizde çok miktarda bakkal, çantacı, derici, ayakkabıcı, konfeksiyoncu ve kuyumcu vardı. Aralarında rekabet ederlerdi. İşlerin başında bugünkü gibi beyaz yakalılar değil, dükkan sahipleri, yani bugünkü deyimi ile patron veya ana hissedar vardı.
Burada söz konusu eski tüccar- liderlerin maharetlerini ve verdikleri iş derslerini anlatmayacağım… Zira bu alanda olağanüstü güzel anekdotlar ve biyografiler mevcut.
Anlatacağım konu daha çocuk yaşta yadırgadığım iki gözlemim olacak; o günkü yerel tüccarların birbirleriyle rekabet ederkenki tutum ve davranışları…
Birincisi, bir tüccar, eğer kendi iş kolunda faaliyet gösteren bir komşusu sadık müşterisine ‘’kur yapıp’’, onu kendi mağazasına çekmeye çalışırsa veya çalışanının ”aklını çelip” işe alırsa veya kendisine mal tedariki yapan bir tüccardan benzeri bir ürünü satın alıp, satarsa komşu tüccara ciddi tepki verirdi. Semt tüccarları da bu hassasiyetlere dikkat eder, birbirlerinin alanlarına girmemeye çalışırlardı. Eğer girerlerse, araları bozulurdu. ‘’Mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar bağırır, çağırır ve çevresine komşu tüccarı fena halde kötülerdi. Komşu tüccarın daha iyi ürünü, daha iyi hizmetle, daha iyi bir ortamda ve daha iyi fiyatla müşterisine satıyor olması veya çalışanına daha iyi ücret ve çalışma olanağı sağlaması ”mağdur olan tüccar” için hafifletici veya ders alıcı bir unsur değildi.
İkinci gözlemim ise bazı tüccarların, kamu kuruluşlarından sağladıkları ayrıcalıklarla faaliyetlerini yürütürlerken aniden bozulan işleriyle ilgili olanıydı. O dönemlerde özel sektör henüz gelişmediğinden, kamu sektörü sanayi ve hizmet sektörüne (özellikle toptan satış) ciddi yatırımlar yapar ve ürünlerini özel sektöre girdi olarak satarak, ekonomiyi canlandırmaya ve halkın temel ihtiyaçlarını doğrudan veya dolaylı gidermeye çalışırdı. Bazı tüccarlarda gerek politikacı gerekse de bürokratlarla iyi ilişki kurarak, kamunun ürettiği ürünlerde kendilerine özel avantajlar sağlar, örneğin Sümerbank’ın ürettiği yeni kumaşların kendilerine özel tahsisi, ya da devlet korumacılığında (monopol piyasaları ve teşvikler) ithalat veya üretim faaliyetleri yapar, yüksek kar marjlarıyla piyasaya satardı. Aynen birinci maddede olduğu gibi, eğer bir tüccar aynı faaliyet alanında olan diğer tüccar tarafından ‘’önü kesilirse’’, örneğin bir tüccar Sümerbank toptan mağaza genel müdürüyle halihazırda ”iyi ilişkiler” içerisindeyken, diğer tüccar bakan veya başbakanla daha iyi ilişkiler geliştirip kendisine daha fazla ayrıcalık sağlarsa, ‘’mağdur olduğunu’’ düşünen tüccar çevresine, ne kadar haksızlığa uğradığını, siyasetin kirlendiğini, ticari ahlakın kalmadığını anlatırdı.
O zamanlar İstanbul’da bırakınız internet, cep telefonu, yurtdışına geniş seyahat olanaklarını, sabit telefon ve TV sayısı dahi son derece azdı. Yani dünyadan kopuk, kendi halinde yerel bir iş dünyası vardı. Nitelikli, katma değerli bir üretim ve hizmet konusunda dış dünyayla kıyaslama yapma olanağı son derece azdı. Erdem konusunda ise tüccarlar karşı taraftan sürekli yüksek bir beklenti içindeydi. Ancak, başkalarından kendisine karşı olan beklentileri asgari düzeyde tutmasını isterdi!..
Aradan yarım asır geçti. Şimdilerde liberal-küresel sistemin sınır tanımayan, olağanüstü bir mal, para, insan, bilgi trafiği ve bunun beraberinde getirdiği bir rekabet düzeni var. İş dünyamız geçen sürede acaba ne kadar değişti? Şüphesiz günümüz iş insanları arasında hala eskisinin yeni sürümü alışkanlarıyla birbirlerini ‘’mağdur eden’’ veya ‘’mağdur edilen’’ bol miktarda tüccar yurttaşımız var. Bununla birlikte şirketleşerek ve kurumsallaşarak kendilerini ‘’açık rekabete’’ hazır hale getiren ve pazar paylarını artıramadıklarında veya kaybettiklerinde, bunun nedenlerini rakiplerinde değil, kendilerinde arayan ciddi sayıda iş insanımız da yetişti. Her ne kadar dünyanın en büyük ilk beş yüz şirketi arasına henüz bir Türk şirketi sokamadıysak da, bu alanda en azından ciddi bir çaba olduğu söylenebilir.
Devlet yönetimi tarafında ise işler biraz karışık. Devlet, bir ülkenin en büyük tüzel kişiliğidir. Yani kutsal değil, insan yapımı kurumlardır ve diğer ulus devletlerle, şirketlerinkine benzer şekilde, ‘’dostane görünümlü kıyasıya rekabet” ederler. Amaçları ülkelerinin doğal varlıklarını ve jeopolitiğini kullanarak, yurtdışından nitelikli insan kaynağını ve yatırım sermayesini ülkelerine çekmek, böylelikle mevcut insan kaynaklarını ve sermaye birikimlerini daha da geliştirerek, halklarının refahını artırmaktır. İşte tam bu noktada büyük resim biraz bulanıklaşıyor. Bazı politikacı ve yurttaşlar küresel rekabette geri kalıp, nitelikli insanlarını ve sermaye birikimlerini rakip devletlere kaybettiklerinde, bunu önleyecek, hatta tersine çevirecek, küresel düzenle uyumlu nitelikli ulusal stratejiler geliştirmek yerine, çözümleri hala ulus devletler arası ‘’vefa’’ ve ‘’dostluk ilişkilerinde’’ arıyorlar. Netice alamadıklarında da aynı benim çocukluk dönemimde müşterisini, elemanını, tedarikçisini komşusuna kaybetmiş tüccar gibi bağırıp, çağırıp, etrafa onları şikayet ediyor, mağdur edildiğini beyan ediyorlar. Bu konuyu 2022 yılında piyasaya çıkan ‘’Ülke Yönetimi’’ adlı kitabımda incelediğimden burada daha fazla detaya girmeyeceğim.
Halbuki rekabet, ister özel sektör olsun ister ulus devlet, bir tüzel kişiliğin kazanmayı istediği bir şeyi, başka bir tüzel kişiliğin aynı zaman diliminde kazanmaya çalışmasıdır. Rekabet ortamı ise, mazeret ve mağduriyetlerin en az dinlendiği ve en az netice verdiği bir alandır. Rekabetçi ve inovatif kaslar yerine, sadece retorik kaslarını geliştirenler, bir yandan bağırarak ve çağarak bolca konuşurlar diğer yandan da nitelikli rekabette alt sıralara düşerler.
1959 yılından beri İstanbul’da sürekli yaşayan, benim gibi bir kaç kuşak İstanbullu olanlara gelince (babam da 1916 İstanbul doğumluydu); itiraf etmem lazım, bizler de bağırarak, çağırarak ve konuşarak İstanbul’da azınlık ve edilgen bir gruba dönüşmüş bulunuyoruz (toplam İstanbul nüfusunun %1’inin altı). Yani rekabette ”yeni İstanbullulara” yenildik. Ne İstanbul yönetiminde varız ne de eski İstanbullular adına konuşacak nitelikli, erdemli ve etkili bir temsilci veya grup yetiştirebildik. Tek tesellim, İstanbul’un hala olağanüstü güzel, bana göre dünyanın sosyal ve ekonomik yaşamı en canlı, en renkli, en kozmopolitik ve temiz şehirlerinden birisi olması… Dünyanın hemen tarafından bakıldığında gıpta edilen bir şehir…Bizlerin İstanbul yönetiminde olup olmaması hiç önemli değil, tamamen duygusal bir hezeyan… Önemli olan İstanbul’un dünya büyük şehirler liginde hala en cazibeli noktalardan birisi olması…
Keşke aynı şeyleri, kendi küresel rekabet konteksti içindeki şirket ve ülke yönetimlerimiz için de söyleyebiliyor olsak…
Servet Topaloğlu
Kurumsal iyi yönetim
Kurumsal yönetimin hangi şartlarda hangi şirket tipleri için ve nasıl uygulanması gerektiği konusunda dünya literatüründe henüz mutabık kalınmış bir standart yoktur. Kurumsal yönetim uygulamaları her ülkede ve hatta her şirkette oldukça farklılık gösterebilmektedir. Dolayısıyla, kurumsal yönetimin ”katı standartlarından” ziyade, ”iyi uygulama örneklerinden” bahsetmek daha doğrudur.
Pratikte karıştırılan iki kavram olan ”kurumsal yönetim” ve ”iyi yönetim” arasında sıkı bir ilişki olmakla birlikte, içerikleri birbirinden hayli farklıdır.
Örneğin, kurumsal yönetim ilkelerinin uygulanmadığı bir şirkete otomatik olarak ”kötü yönetiliyor” diyemeyeceğimiz gibi, kurumsal yönetimin genel kabul görmüş iyi örneklerini uygulayan bir şirketin de mutlaka ”iyi yönetilme” garantisi yoktur. Kurumsal yönetim konusunda zafiyetleri olan pek çok aile şirketinin uzun süre başarı ile faaliyetlerine devam ettiği, kurumsal yönetimi hayli güçlü firmaların ise yatırımcılarını hayal kırıklığına uğratmaları ile ilgili pratikte yeteri kadar örnek bulmak mümkündür.
Bir şirketi ”kurumsal yönetim anlayışıyla iyi yönetmek”, yatırımcıların, çalışanların ve diğer paydaşların en arzu ettikleri yönetim biçimidir.
İyi şirket yönetiminden ne anlaşıldığı hepimizin malumudur; pazarda iyi konumlandırılmış ve kavramsallaştırılmış bir konsepti olan, tüketici perspektifinden rakiplerinden pozitif farklılaşmış, operasyonel anlamda verimli çalışan, rafine ekip çalışması ile yönetimde istikrarlı bir duruş sergileyen ve sürekliliği olan değer yaratabilen şirketler, ”iyi yönetilen” şirket sıfatını hak eden kuruluşlardır.
Kurumsal yönetim dendiği zaman ise öncelikle; şeffaflık, adil olmak, hesap verilebilirlik, sosyal sorumluluk ve kamu otoritelerinin yaptıkları düzenlemelere uyum kavramları ön plandadır. Kurumsal yönetim ilkeleriyle çalışan şirketlerde görev yapanlar bir üst yöneticilerine ve çoğunluğu elinde bulunduran hissedara değil, kuruma değer yaratmak için çaba gösterirler (”liyakat ilkeleriyle görevlerine atanmış omurgalı profesyoneller”).
İyi yönetim ile kurumsal yönetimin ”harmanlanması” en ideal olanıdır. Kurumsal yönetimin yönetim kurulu veya icra kurulu başkanı tarafından isteniyor ve dillendiriliyor olması kafi değildir. Rating şirketlerinden ücret karşılığı alınan ”yüksek kurumsal yönetim notlarının” da ilgili şirketlere imaj artırıcı tesirinin haricinde uzun vadede hiç bir değer artırıcı katkısı yoktur. Esas olan, bu iki kavramını gerekliliklerinin içselleştirilerek icra edilmesi ve bu şekilde oluşmuş yönetim gücünün şirketin tabanına indirilmesidir. Bu kültürün oluşmasında esas görev ve sorumluluk şirket yönetim kurulunundur.
Servet Topaloğlu
Zenginlik ve finansal özgürlük arasındaki fark
Zengin birey, varlıkları kendisinin ve ailesinin yaşamı için gerekenden çok fazla, gelir/gider hacmi yüksek ve bu özelliklerini genellikle hissettiren kişidir. Zengin bireylerin maddi ve manevi borçları ise çoğu zaman şeffaf değildir. Zengin olmak kanımca bir marifet veya ayıp değildir.
Finansal özgür birey ise, maddi ve manevi borçları varlıklarından ehemmiyetli derecede düşük ve kimseye biat etmeden kendisinin ve ailesinin yaşamını nitelikli şekilde güvence altına almış veya alabilme donanımında olan yüksek performanslı (liyakatli) kişidir.
Kapitalist-liberal sistemde zengin birey olmak nispeten kolay, finansal özgür birey olmak ise hayli zordur.
Zengin bireylerin borçlu oldukları kişi ve kurumlar karşısında dik durmaları kendilerinin değil, borçlu oldukları adreslerin kararına bağlıdır. Bu dengeyi değiştirmeye denerlerse bedeli ağır olur. Zira borçlu oldukları kişi ve kurumların ellerinde belki ortaçağdaki ”germe makinaları” gibi çağdışı ekipmanları yoktur, ancak günümüzde benzeri işlevi gören yeterince ipotek ve enstrümanları kullanıma hazır şekilde mevcuttur.
Finansal özgür bireyler ise omurgalı bir yaşam ve iş düzeni kurmak konusunda çok daha rahattır.
Hem zenginlik hem de finansal özgürlük aynı anda birlikte olabilir. Ama bu durum istisnadır.
Türkiye’nin eğitim sistemi zengin bireylerin değil, finansal özgür bireylerin sayısını artırmak üzere yeniden tasarlanmalıdır. Kapitalist-liberal sistem zaten yeterince zengin birey yaratmaktadır, çoğu geçici bir süreliğine de olsa…
Ülkeler, şirketler ve kurumlar ise toplumun finansal özgür ve liyakatli bireyleri tarafından kolektif biçimde yönetilmelidir.