Ercüment Tunçalp
AVM ortak giderleri hakkında
Yıllardır TL geliri olan kiracıların dövize endeksli kiralarını konuşuyoruz. Bu problemi dile getirirken de, AVM yatırımcısının konuyu tek taraflı ele aldığını belirtiyoruz. Ancak bir de madalyonun diğer yüzüne bakmak gerekiyor. O tarafta da daha çok zor durumda olan AVM yatırımcıları var. Biz de tek yönlü bakışla hata yapmamak adına bu konuyu da gündeme getiriyoruz.
Ortak kullanım alanlarına ilişkin elektrik, su, ısınma, yenileme niteliğinde olmayan bakım-onarım, güvenlik ve temizlik gibi belirli dönemlerde tekrarlanan ortak giderlerin kiracılara hangi esaslara göre paylaştırılacağı da ihtilaf konusudur.
26.02.2016 tarih ve 29636 sayılı Resmi Gazete ile 30.12.2016 tarih ve 29934 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Alışveriş Merkezleri Hakkında Yönetmelik bu anlaşmazlıkları çözmeye yetmemiştir.
Şimdi tartışılan konuları tek tek inceleyelim:
1. Mevcut kira sözleşmelerinin bir kısmında; büyük mağazaların payına düşen ortak giderler belli bir üst limit ile sınırlanıyor. CAP olarak adlandırılan bu sisteme göre, genel giderler belli bir rakamın üstüne çıktığında büyük metrekareli mağazaların farkını AVM yönetimleri üstleniyor.
Her AVM’nin birkaç lokomotif büyük mağazası vardır. Bunlarla ilişkiler tok satıcı tarzıyla sürdürülemez. Kararların uzlaşarak alınmasında karşılıklı menfaat vardır. Örneğin bunlardan süper market zinciri, kira ile birlikte ortak giderlere de sözleşmede bir üst sınır koydurmak mecburiyetindedir. Zira gıda perakendeciliğinde hiçbir emrivakiye yer yoktur. Kira ve eklerinin ciro içindeki payının 2 puan artması kolay sindirilemez. Sebepte net kâr marjının yüzde 2-3 ile sınırlı olmasıdır.
2. AVM’lerde gider paylaşım usulünde oybirliği şartı aranması kolay uygulanabilir bir durum değildir. Zira 2000 metrekarelik bir alanda faaliyette bulunan perakendeci ile 50 metrekarelik alanda faaliyette bulunan perakendecinin aynı etkide oy kullanarak karar almaları beklenemez. Bu şart hem herkese eşit söz hakkı vermez, hem de zaten yüksek giderleri sebebiyle düşük kâr marjı elde eden büyük mağazanın ikna olmasını sağlamaz. Böylece uygulamada ticari çıkarları birbirinden bu kadar farklı paydaşları, apartman kiracılarına benzer şekilde demokratik karar almak üzere biraraya getirmek o kadar kolay olmaz.
3. Hipermarketin yüksek maliyetli dekorasyon ve demirbaş yatırımı dışında, güvenlik ve temizlik gibi giderlerini de kendi içinde halletmesi ve bu şekilde AVM yönetimine yük teşkil etmek yerine destek bile olması söz konusudur.
İşte bu sebeple de kapladığı alan oranında genel giderlere ortak olmasının, oy çokluğu ile belirlenmesi adil değildir.
4. Birçok perakende işletme için satış alanı ile kiralanabilir alan ve fiilen kullanılan alan aynı değildir. Örneğin AVM’nin yeme içme katında (food court) faaliyette bulunan bir işletme 30 metrekarelik satış alanı (kiralanan alan) dışında asgari 100-150 metrekare de müşterisi için yeme içme alanını fiilen kullanmaktadır.
Ayrıca bu alanların havalandırılması, temizlenmesi, atık sulardan gelen yağların çevreyi kirletmemesi için yağ tutucu cihazlar marifetiyle engellenmesi gibi AVM yönetimine ek yükler getirmektedir. Böylece daha büyük bir alanı kiralayan bir giyim markasından (örneğin 75 metrekare), sırf daha büyük alanı sebebiyle restoranın giderlerine de katkıda bulunması istenmemelidir.
5. AVM’lerin bu günkü rekabet ortamında en önemli harcamalarından olan ‘Pazarlama ve Yönetim Giderleri’ 6585 Sayılı Kanun’da düzenlenmemiştir. Söz konusu giderlerin ortak alan giderleri arasında olmadığı Yönetmeliğin 11’inci maddesinin 2. fıkrasında da ifade edilmiştir.
Her bir alışveriş merkezinin ve dolayısıyla perakende işletmelerin performansını artırmaya yönelik böyle önemli bir faaliyeti sözleşmelerde kararlaştırılmış olma şartına bağlamak veya sözleşmelerde böyle bir hüküm olmaması durumunda yukarda adil olmadığını belirttiğim katılım payı hesaplamasına dahil etmek de aynı derecede uygulanabilir değildir.
6. Bir AVM’de her bir perakende işletme ile farklı kira sözleşmeleri akdedilmektedir. Kategori farklılığına, kategori kârlılığına, marka gücüne, AVM’ye katacağı değere ve satış alanına göre farklı hükümleri ve şartları barındırmaktadır. Bu sebeple aynı zamanda ticari sır niteliğindedir.
Oysa Yönetmeliğin 11. maddesinin 7. fıkrasında; “Alışveriş Merkezi Yönetimince her yıl mart ayı sonuna kadar, bir önceki yılın ortak giderleri ile ortak kullanım alanı gelirlerine ilişkin rapor hazırlanarak AVM’deki işletmelere gönderilir” denmektedir.
Üçüncü kişiler tarafından öğrenilmesinde sakınca olan bu olumsuzluk sadece kiracılarla da sınırlı değildir.
Hizmetin satın alındığı şirketler açısından da gizlilik esastır. Her AVM yönetimi pazarlık gücünü kullanarak en uygun fiyatı almanın peşindedir. Bu ticari ayrıntılar aleniyet kazanınca, ucuza alınabilecek hizmetlerin fiyatları kaçınılmaz olarak artar. Dolayısıyla yönetim becerisinin ortadan kalkmasına ve ortak giderlerin de artmasına sebebiyet verir
7. AVM işletmeciliğinin bu gün geldiği sert rekabet koşullarında, yola sağlıklı devam edilebilmesi için sözleşme hükümlerinde özellikle güçlü kiracılara karşı esnek davranılması zorunlu hale gelmiştir.
Sonuçta; bana göre bu işin tek çözümü vardır, o da ortak giderlerin kiraya eklenmesidir. Böylece hem tartışmalar biter, hem de gizlilik ilkesine halel gelmez.
Ercüment Tunçalp
Gıda hileleri önlenemiyor!
Taklit ve tağşiş olayları uzunca bir süre (31 ay) açıklanmayınca zannedildi ki; bu iş yoluna girdi ve sağlıklı beslenmeye başladık. Ancak Tarım ve Orman Bakanlığı 2 Ekim 2024 tarihinde ani bir kararla ifşa mekanizmasını çalıştırmaya başlayınca; hilelerin artmış ve hayli birikmiş olarak karşımıza çıktığını gördük. O tarihten beri de açıklamalar güncel olarak devam ediyor. Buraya kadarı çok önemli bir gelişmedir. Yetkilileri kutlamak gerekir…
Fakat bu açıklamalar sonunda bazı büyük perakendeciler gereken işlemi (raftan çıkartma) yapmadılar. Hileyi cezalandırmak yerine o markalara kalkan olmayı seçtiler. Savunmaları da hayli ilginçti, tüketici olarak sordum ve cevap verdiler.
“Sattığımız çeşitlerde hile yok”, “Bunlar tağşişli partiler değil”. Güya hileyi yapan, çeşide veya partiye göre iş ahlakını değişik uygulayacak. İnandırıcı mı?
Bal ve zeytinyağında aynı üreticilerin onlarca markası var ve hepsi hileli…
Marka değiştikçe, normal şekilde iş ortaklığı sürdürülüyor. Bu büyük bir sorumsuzluktur ve mutlaka cezai karşılığı olmalıdır. Bu riski alan perakendecinin de; sonraki denetimlerde aynı üreticiye ait raftaki ürünün tağşişli çıkması halinde en azından ‘kapatma’ ile cezalandırılması şarttır. Yoksa bu eylemlerin sonu alınamaz!
Maliyet hesabını çok iyi bilmesi gereken kategori yöneticilerinin, hilesiz 1 kg sızma zeytinyağın 200 liraya, 1 kg hilesiz balın 150 liraya satılamayacağını da bilmeleri gerekir. Tüketiciden bile beklenen bu düşünce yapısı işin uzmanından haydi haydi beklenir. Daha da önemlisi; sabıka kaydı (adli sicil kaydı) sadece işe girişte aranmaz, rafa girişte de aranır ve gereği yapılır. İlgili Bakanlığın tağşiş listeleri sabıka kaydıdır. Gereğini yapmak yerine bahane üretmek tüketiciye saygısızlıktır. Üretici tarafında ise; hileli marka darbe alınca, yeni markalar bu kadar kolay devreye sokulamamalıdır. Tağşiş eyleminin tekrarı halinde bu hileli markanın sahibine ömür boyu gıda üretimi yasağı ve Avrupa’daki gibi kısa bir adli sürecin sonunda tutuklama şartı getirilmelidir.
Wal Mart’ta çalışan bir yöneticiyle konuştum; benzer olayların cezai karşılığını sordum. Her eyalette değişik uygulama olmakla beraber büyük para cezalarının gündeme geldiğini ve hileli markanın anında raf dışında kaldığını, zira tüketicinin zaten o ürünü almayacağının kesin olduğunu belirtti.
Yani ABD’de yetkili mercilere desteğin tam olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla tüketici bilinci de yüksek olduğundan mücadeleden sonuç almak kolay oluyor…
Niyeti bozuk olan işletme sahibi iş hayatından siliniyor. Bizde öyle mi?
Eğer marka bir risk almışsa, perakendeci ona ortak veya destek olmak zorunda değildir. Kalan sağlarla yola devam etmek durumundadır. Zira satıcı için marka değerini değil, dürüst satıcı imajını korumak ilk görevdir.
Şimdi daha da önemli bir konuya geçiyoruz.
Ülkemizde her gün zehire batırılmış (ilaç kalıntılı) sebze meyve tüketiyoruz. Yüksek oranda pestisit ve toksik madde yüklü kuru meyve ve kuruyemiş de evimize giriyor. Şimdiye kadar bu önemli sağlık riskinde sorumluluğu üstlenen, bunun hesabını soran veya üreticiyi disiplin altına almayı başaran bir merciye tanık olmadım. Mutlaka bilemediğimiz gayretler vardır ama netice alınamamasından bahsediyorum. Bunu nereden anlıyoruz!?
İhracata seçilerek gönderilen tonlarca ürünümüzün, her gün o ülkelerden iade edildiğini küresel kurumlardan öğrenmekteyiz. Peki seçilmiş ürünlerden geriye kalan iç piyasaya sevk edilmiş kısmını tahmin etmek o kadar zor mudur?
Kaldı ki işin ayarı o kadar kaçmıştır ki; güvenli limitin 85 katı pestisit kullanımı sıradan hale gelmiştir. Halk sağlığının düşünülmemesi bir yana, bu zehirlerin bedava bulunmuş gibi bu kadar kolay çevreye saçılması da ayrıca şaşırtıcıdır.
Tarladan ve bahçeden direkt alım yapan perakendecilerin tüketiciye vereceği en önemli garanti; limitler içinde ilaç uygulandığıdır.
Ticaret Bakanlığı’da bu kategorilerin zehir tacirlerini açıklamalıdır. Sadece tarlada bahçede değil, sebze meyve hallerinde de bu tahlillerin yapılarak satıştan men ve cezai işlem uygulanması şarttır…
Alanya’da gıda ticareti ile uğraşan Mustafa Ezici adlı vatandaşımız bu denetimleri kendisine iş edinmiş ve cebinden 150 bin lira harcayarak, değişik akredite laboratuvarlara ait 73 adet raporda limitleri aşan pestisit tespiti yaptırmıştır. Numuneler manavdan, tanınmış süpermarketten ve tanınmış gross marketten alınmış olup ürünlerin yüzde 40’ı uygunsuz çıkmıştır. Görüleceği üzere perakendecinin de sorumluluğu vardır. Senede 1 defa analiz yaptırmakla görev yerine getirilmiş olamaz. Ruhsatsız ilaç kullanımı da önemli bir gerçektir. Yurt dışından dönen problemli ürünler imha edilse bile bu bizi yurt içinde zehir yemekten kurtarmaz. (Raporlar Gıda Dedektifi hesabındadır).
Sonuç olarak; bu bozulmanın en önemli nedeni yüksek enflasyonun yarattığı alım gücünün düşüklüğüdür. Bu vesileyle hileli gıdalar iyice yaygınlaşmış, görece düşük fiyatları sebebiyle de bazı çevreler sessizliğe bürünmüştür. Dolayısıyla sorunlu gıdaların çoğunluğu denetimlerden kurtulmayı başarmaktadırlar. Bunun en önemli delili de ihraç edilen gıda ürünlerindeki manzaradır. Belki denetim görevi olanlar kızabilirler ama halen açıkta satılan gıdalara bile engel olunamıyor. Mevzuatta buna yer var mı?
Et ve süt ürününü soğuk zincir dışında taşımak ve satmak serbest mi?
Bu konularda pazarlardan, hatta marketlerden yüzlerce örnek göstermek mümkündür. Etiketlerdeki yanıltıcı beyanlara henüz sıra gelemiyor. Üretici ambalajın üzerine “Salep” yazıyor, içerik kısmında ise %0,1(binde 1) salep tozu oranı yer almasına rağmen kendisine “dur” diyen olmuyor. Perakendeci de yeni ürün teklifine, “bunun içinde salep yok, ambalajı değiştir öyle gel” diyemiyor. Palm yağı ve glikoz şurubu gibi sağlığa uygun olmayan içeriklerin yaygın kullanımına ise bir engel bulunmuyor.
Eskiden bir markette son kullanım tarihi geçen ürün bulunduğunda, çalışanlarda bir mahcubiyet oluşurdu. Bugünlerde ise bırakınız hatanın kabullenilmesini veya raftan kaldırılmasını, indirimli satışı organize edilmektedir. Artık işin bu boyutlara ulaşması karşısında, ben de söyleneceklerin tesiri konusunda o kadar emin olamıyorum. Üreticiye güvenemeyeceksek, markete güvenemeyeceksek, hastaneye güvenemeyeceksek kime güveneceğiz?
Geriye “Allah hepimizi bu kötülüklerden korusun” demekten başka da bir çare kalmıyor.
Ercüment Tunçalp
Turist ile empati yapılmıyor!
Yaz turizm sezonunun sona erdiği bugünlerde önce turist ile empati yapıp bu olumsuz sonucu hakettiğimizi kabul etmeliyiz. Sakın turist dediğimde sadece yabancılar anlaşılmasın. Esas yerli turist senelerdir aynı otele yabancıdan daha fazla para ödemektedir. Trajikomik olan da; bu sene ilk defa bir vatandaşımızın faturasına “milliyet farkı” açıklaması konduğu için ilgili bakanlığa şikayetin ardından “fazla alınan paranın iadesi” gerçekleşti. Oysa bu olayın aslı; haksız alınan fiyat farkının iadesi değil, ırkçı söylem için kesilen cezaydı. Zira eğer öyle olsaydı yıllardır onbinlerce müşteriden alınan fazlalığın da iadesi gerekirdi. Bir kere önce bunu bir kenara not edelim.
Yabancı turist “her şey dahil fiyat”ı tatil öncesinde görüyor, fiyatı uygun bulduysa satın alıyor. Ülkemizde kaldığı sürece otelden dışarı çıkmıyor, beş kuruş ilave para da harcamıyor. Böylece sürprizlere karşı önlemini alıyor!
Haksız mı? Yerden göğe kadar haklıdır. Yunanistan’a gidiyorsa ‘oda+kahvaltı’yı yeterli buluyor, her gün değişik yerlerde karnını doyuruyor. Öğle ve akşam yemeği için aşağı yukarı 25-30 euro ödeyeceğini, hamburger için vereceği parayı önceden tahmin edebiliyor. Bizdeki durum öyle mi?
Hamburgere 300 lira da 1500 lira da ödeme ihtimali var. Restoran için 4-5 kat sürprizlere her zaman hazırlıklı olmak zorunda. 180 liraya da 1.500 liraya da lahmacun var. İşletmeler arasında da kalite farkı yok. Benzer dondurma büfelerinde 200 TL’den 600 TL’ye kadar değişen fiyatlar var. Taksici olayını söylemeye bile gerek yok, kötü şöhret sınırlarımızı çoktan aşmış bulunuyor.
Bazı alıngan Bodrum ve Çeşme esnafı, pahalı Yunan adalarını örnek göstererek kendilerine de benzer ayrıcalık istiyorlar. Oysa durum aynı değil ki…
Mykonos ve Santorini, eğlence ve romantizm için tercih edilen ve birçok plajında beach party yapılan pahalı adalardır. Ancak orada bile havlunuzu serip ücretsiz faydalanacağınız plajlar vardır. Yani bizde en fazla yokluğu çekilen bir durum olduğu açıktır. Mykonos ve Santorini müşterisinin gelir ve yaşam tarzı farklılığı yaz sezonunu tamamen dolu geçirmelerini sağlamaktadır. Pahalılık vardır ama yine de sürprizlere yer yoktur. O görece zengin müşteri de ne ödeyeceğini önceden bilmektedir. Dolayısıyla Bodrum ve Çeşme o örneklere benzer lokasyonlar değildir. Her iki tatil yöremiz de her çeşit müşteriye hizmet veren işletmelere sahiptir. Bodrum’da sıkıntı yaratanlar bahsi geçen adalardaki benzer müşteriye dönük hizmet veren lüks işletmeler değildir. Bodrum’un bu lüks mekanları da zaten tam kapasite hizmete devam ettiler ve müşterileri de fiyatlardan hiç şikayetçi olmadılar. Sorun, standart ve hatta altındaki işletmelerde uygulanan “tutturabildiğine” esnek fiyat uygulamalarıdır. Sıradan bir büfede kazıklanmak hiç tesadüf değildir. Yani arada bir benzerlik yoktur, anlayış farkı ise pik yapmış durumdadır. Tenhalaşmanın esas nedeni budur. Teşhisi yanlış koydukça bu iki güzel ilçemiz gelecek yıllarda daha da sessizliğe bürünebilir.
Yunanistan’ın, üzerinde insan yaşayan 200’ün üzerinde adası vardır. Amaç denizden faydalanmak ise yukardaki 2 adayı kenara ayırıp ülkemizden daha hesaplı tatil yeri bulmak çok kolaydır. Bu bakımdan yabancının da yerlinin de bakış açısı budur. Yabancı turist her iki ülkede de otelden dışarı çıktığında ortalama aşağıdaki tablo ile karşılaşacağını biliyor. Hatta bizim ülkemizde daha yüksek fiyatlara da zorlanabileceğini ihtimal dahilinde tutuyor.
|
Yunanistan | Türkiye |
Türk kahvesi | 2 Euro (72 TL) | 100 TL |
Pizza | 10 Euro (360 TL) | 500 TL |
Döner | 4 Euro (144 TL) | 400 TL |
Hamburger | 5 Euro (180 TL) | 400 TL |
Deniz ürünleri menüsü | 10 Euro (360 TL) | 1500 TL |
Kaldı ki, komşumuz olduğu için sürekli karşılaştırmaları Yunanistan ile yapmak da eksik kalıyor. Zira Mısır, Portekiz, İspanya ve İtalya da bizden ucuzdur.
Kış sezonu yeni başlarken, yaz sezonundan ders çıkarılması beklenmez mi?
Uludağ’da bir otel çorba fiyatını 1.000 TL (28 Euro) olarak açıklıyor. Hani bu işletmenin sıra dışı bir kaliteyi temsil ettiği de düşünülmesin. Ticaret Bakanlığı an itibariyle bu oteldeki 78 ürünle ilgili aykırılık tespit ettiği için 171 bin 600 TL ceza kestiğini açıkladı. Şimdi turist (yerli veya yabancı) Bulgaristan ve Romanya kış otellerindeki 1 günlük fiyata Uludağ’a gelip çorba içecek öyle mi?
Sonuç olarak; Amerika’da yaşayan bir vatandaş eskiden ülkemizde doları bozdurunca kraldı. Şimdi öyle değil, artık 100 dolara kendi memleketinde sahip olduğu kadar mal ve hizmete burada sahip olamadığını söylüyor. Biz de kıyaslamalarımızda görüyoruz zaten…
Turizm Bakanlığı yetkilileri yabancı turist artışındaki rekorlardan bahsediyorlar ama ne piyasa görüntüleri ne de sektör temsilcileri reel anlamda bir büyümeyi teyit etmiyorlar.
Nedenleri bellidir;
- Yeni yatırımlarla yatak sayısı artarsa turist sayısının da artması çok doğaldır.
- Bir taraftan yabancı turist sayısı artarken, sıkıntıya giren işletmelerin de artması izaha muhtaç değil mi?
- Yerli turist sayısının azalması da bu sıkıntıların nedenlerinden olamaz mı?
- Bu durumda geceleme sayısı (azalıyor) daha da öne çıkmaz mı?
- Otellerin doluluk oranları en önemlisi değil mi?
- Türkiye’ye gelen turist sayısındaki artış perakende satışlara da yansımıyor. BMD Başkanı Sinan Öncel, “Türkiye artık Avrupa’daki birçok ülkeden pahalı hale geldi. Avrupalı turist eş değer ürünü kendi ülkesinde çok daha uygun fiyata alabileceği için Türkiye’de alışverişi tercih etmiyor. Bu gerçeği BKM verilerinden izleyebiliyoruz” diyor.
- En önemlisi de bazı yabancı ülkelerle kıyaslama yapılırken aklımızla alay edilmesidir. Örneğin 49 milyon nüfuslu İspanya’nın yılda 85 milyon turist çekmesi ile 85 milyon nüfuslu Türkiye’nin 60 milyon turist sayısı yan yana gelebilir mi? Olaylara doğru açıdan bakmadığımız sürece turist ile empati yapmaya da zaten sıra gelmez ve o becerinin gösterilmesi ise hiç beklenmez.
Turizm sektörünün cari açığı azaltıcı etkisi inkar edilemez ama potansiyelin yetersiz kullanımı ve buna ait nedenler her daim sorgulanabilir.
Ercüment Tunçalp
Ücret artışının ölçüsü beklenen enflasyon!
Yıllardır yüksek enflasyonun bedelini sadece sabit gelirliye ödeten sistem devam ettiği gibi gündeme yeni bir boyut daha ilave oldu…
Son 3 yılda tüketicimizin satın alma gücündeki büyük düşüşü dünyanın dört bir tarafından yaptığımız fiyat araştırmaları ve “İki ülkede iki alışveriş” yazı dizimizle gözler önüne seriyoruz. Önceleri her ülkenin ücret ve fiyat seviyelerini 1 birim üzerinden değerlendirirken, artık döviz bazında da dünyanın en pahalı ülkeleri arasına girdiğimizden bizim rakamların da dolar veya euro karşılığını teraziye koymaya engel kalmadı!
Ancak bu kadarı da yetmemiş olacak ki;
TCMB Başkan Yardımcısı Cevdet Akçay asgari ücrete ilişkin bir soru üzerine; “Ücretlerin belirlenmesinde ileriye dönük endekslemeye geçmek (beklenen enflasyon tahminine göre) durumunda olunduğunu” söyledi.
Gerçekleşen resmi enflasyonda bile madde fiyatları açıklanmadığı için güven sorunu yaşanırken, şimdi bir adım daha öteye geçilerek beklenen enflasyonun ölçü alınması isteği anlaşılır gibi değildir. Zira şimdiye kadar sık sık revize edilmesine rağmen bu hedefler hiçbir zaman tutmadı ki…
2024 yıl sonu enflasyon beklentisini önce yüzde 36’dan yüzde 38’e, sonra da yüzde 44’e yükseltmişsiniz ve bunun da tutma olasılığı hayli düşük. Büyük ihtimalle resmi yıl sonu enflasyonu yüzde 48,5 çıkacak, İTO İstanbul Ücretliler Geçinme İndeksi farkı ile de daha yukarı yönlü esneme payı olduğunu göreceğiz. 2025 yılsonu beklentisi de daha şimdiden yüzde 14’ten yüzde 21’e yükseltilmiş ve bunun da tutmayacağı güçlü ihtimaldir…
Kaldı ki 2025 yılı için yeniden değerleme oranı, bitirmekte olduğumuz yılın enflasyonuna göre yüzde 43,93 olarak belirlendi. Yani vergi ve cezalar ile harçlar resmi enflasyona göre alınacak, vatandaşa ücret artışı ise gelecek yılın beklentisine göre yüzde 21 civarında kalacak!
Hepsi bu kadar da değil…
Hem enflasyon tahmini sürekli yukarıya çekilecek hem de dezenflasyon müjdesi verilecek. Bir de ikisinin bir arada nasıl gerçekleşeceği anlatılsaydı da merakımızı giderseydik ne iyi olurdu!
Yıl sonuna 1,5 ay kala enflasyon hedefini yüzde 38’den yüzde 44’e (yüzde 16 artışla) revize ederken bu yeni gelişme izaha muhtaç değil mi? Bunu bile 4 ay önceden göremeyeceksiniz ama hiçbir şey olmamış gibi benzer hedeflere göre hayati kararlar alma niyetini sürdüreceksiniz. Şaşırmamak elde değildir…
Benim tam 8 ay önceki (19 Mart 2024) yıl sonu enflasyon tahminim yüzde 55 idi. Ağustos ayının ortalarında ise; genel tahminler son dört ay içinde faiz indirimlerini işaret ederken, ben yine aynı enflasyon tahminime dayanarak eksi reel faize rağmen bunun 2024 yılı içinde mümkün olamayacağını belirtmiştim. Her iki tahmin de arşivde duruyor, görülebilir. “Ben söylemiştim” demeyi sevmem ama bizim meslekte bazen hangi tarafın daha fazla isabet kaydettiğini göstermek de zorunluluk oluyor. Tahminlerin ömrü asgari 4 ay olmalıdır. Yoksa köy görünür hale geldikten sonra yol tarifine ihtiyaç kalmaz.
Bu konuda Daron Acemoğlu demiş ki, “Enflasyon bir semptomdur. Türkiye’de temel sorun fakirlik. Çünkü işçi ücretleri artmıyor.”
Buraya kadarki görüşü ülkemizin gerçeğidir…
Daron hoca devam ediyor; “İşçi ücretlerinin artması için eğitim ve teknolojiye yatırım yaparak verimliliği artırmamız lazım. Enflasyon sorunu verimlilik artışından gelen ücret artışıyla çözülür.”
Bu görüşü ise küresel gerçekliktir ama ülkemiz şartlarına uymamaktadır. Zira ülkemizde verimlilik arttı diye işveren bonkör davranış sergilemez. Tam tersine örgütsüz çalışanları koruyan sosyal politikalar yetersiz olduğundan, kimse kimseye mecbur kalmadan ilave imkan sağlamaz. Yani verimlilik artışının ücretlere yansıması için sosyal mücadelenin de neticeye ulaşması gerekir. Durup dururken bunu patronlardan beklemek aşırı iyimserliktir.
Neticede ücret düşüklüğünün nedeni verimsizlik değil, sendikaların işveren karşısındaki güçsüzlüğü, artan gelir dağılımındaki adaletsizlik ve gelir grupları arasında süreklilik kazanan servet transferidir.
Sonuç olarak; açıklanacak hedeflerin inandırıcılığı kalmadığına göre bu tahminlerin veri olarak kabul edilip kira ve ücret gibi sözleşmelerde kullanılması doğru bir yaklaşım olmaz. Önce gerçekçi hedefler belirlenip bunda isabet kaydetmek gerekir ki; güven sağlanması ile bu referans özelliği gündeme gelebilsin. Dolayısıyla daha alınacak çok uzun bir yol olduğu bellidir. Kaldı ki, zaten satın alma gücünü iyice kaybetmiş orta ve alt gelir gruplarına fiili enflasyon oranı altındaki ücret artışını uygun görmek, diğer gelir grupları ile farkı daha da açar.
Geçmişteki gerçek yaşanan enflasyondan vazgeçtik; resmi enflasyona göre bile vatandaşın kaybedilmiş olan satın alma gücü nasıl geri gelecek?
İleriye dönük hesapta; enflasyon hedefi her revize edildiğinde ücretlere de otomatik artış gelecek mi? Yoksa 1 sene sonrası mı beklenecek?
Geliri beklenen enflasyona göre düşük kalacak olan sabit gelirlinin ödeyeceği verginin geçmiş enflasyona göre daha yüksek oranda artırılması ne kadar adil?
Bu soruları çoğaltmak mümkündür ama hiç adil olmayan böyle bir teklifin konuşulması bile zaman kaybıdır. Açlık ve yoksulluk sınırını da geçtik, zira o sınırlar üzerinde kalmak imkansız hale gelmiştir; bari artış oranlarında biraz matematik gerçeklik bulunsun. Örneğin bugün en çok konuşulan yüzde 25 gibi bir oran hangi gerçekliği yansıtabilir?
En yakın tarihli resmi yıllık enflasyon hedefi bile yüzde 44 olduktan sonra…
Kaldı ki; artış oranı açıklandığı an her zamanki gibi piyasa fiyatları artmaya başlayacak. Yani yeni ücretlerin ele geçmesine daha 2 ay kala…
Böylece ilk zamlı ücret ele geçtiğinde, bu günden çok farklı bir satın alma gücü olmayacağını da basit bir hesapla görmek mümkün olabilecektir.