Yalçın Aras
Kavak ve saksağan
Kanatlarını çırpmayı durdurarak, hiç hız kesmeden yaprakların arasından giriverdiler ağacın gövdesine. Saksağandı bu kuşlar tabiatta çok bulunur ve özellikleri pek bilinmez.
Yapraklı kısmı dört metre çapında olan kavak ağacının gövdesi ise yaklaşık yirmi beş santimetre çapında idi. Üç yıl önce rüzgar getirmişti tohumunu. Fabrikada oturduğum odadaki pencereden dışarıya bakarken görmüştüm ilk onu. Oturduğum koltuktan kalktım yürüyerek yanına kadar gittim yaprakları minicik kalp şeklinde idi, bu bir kavak ağacı dedim, bana göre tanrının lütfu idi. Çünkü diğer fabrikanın inşaatını yaparken aynısını ve en az yirmi metre uzunluğunda olanını kestirtmiştim. İçim sızlamışı, yüreğim sıkışmıştı. Yıkılışı bir türlü gitmemişti gözlerimin önünden. Bu küçük kavak fidesi belki de kestirdiğim kavağın tohumu idi, uçup dolaşıp başka yerde ağaç olmuş tekrar büyüyerek tohumlarını rüzgar getirmişti tekrar. Hem de oturduğum odanın önüne.
Hemen etrafına demir telden çit yaptırdım, çok çabuk büyüyordu derken tamda onun çıktığı hizaya denk geliyordu. Sanayi bölgesinin kaldırım taşları, yaklaşık 10 yıldır yönetim kurulu başkanlığını yaptığım organize sanayinin bölge müdürüne telefon ettim onu korumamız lazım dedim. Gerçekten de öyle oldu kaldırım taşı sırası ona gelince es geçildi ve büyümesine izin verildi. Sonbahar, ilkbahar derken çabucacık büyüdü ondan yıllar önce dikmiş olduğumuz ağaçların hepsini geçerek en büyük o oldu.
Kavakların özelliği çabuk büyümek idi, ülkemizde polen üretiyor veya alerjik hastalıkları tetikliyor diye pek iyi gözle bakılmayan bir ağaç türüydü. Yıllar önce Romanya ziyaretim sırasında, Bükreş’in içinde yeşillikler içindeki doğa parkında kavak ağaçlarının çokluğunu ve ürettikleri polenlerin adeta kar gibi yerlere yağdığını görünce sormuştum. Sorduğum kişiler Bükreş üniversitesinde karı koca matematik profesörleri şöyle cevap vermişti: “Kavak ağacı çok güzel bir ağaçtır üstelik bizim bildiğimiz gibi hiç bir zararı olmayan, faydası saymakla bitmeyen ve hiç bir yerde yazılı bir zararını okuyamazsınız. Sonra kavakta her ağaç gibi tabiattır, ayrıca kavaklar en güzel konuşan ve şarkı söyleyen ağaçlardır”.
Saksağan da öyle idi, saksağanlar karga cinsinden ve aynı özelliklere sahip kuşlardı. Meşe ormanlarını onlar üretirmiş. Karga ve saksağanlar yediklerinin fazlasını gömerlermiş ve gömdüklerini unuturlarmış.
Saksağanların gömerek unuttukları meşe ağacı palamudu, meşe ağacı olur, meşe ağaçları ise meşe ormanlarını oluştururmuş.
Yüce tanrının yarattığı ve tabiatta var olan her canlı nesnenin bir özelliği var, kimi sadece canlıdır bitkiler gibi, kimi sürünür, kimi yürür, koşar, uçar, kaçar, yüzer, zıplar, kanat çırpar…
Kimi derdini ses çıkarak anlatır, kimi konuşarak, şarkı söyleyerek, havlayarak, öterek, miyavlayarak, inleyerek, bakarak, kuyruk sallayarak…
Kavakta olsa öyle… saksağan da olsa öyle, yeter ki gör, anla, dinle, işit, kokla, hisset, tat… ve sev… yeter ki sev…
Yazarımızın bu yazısı Retail Türkiye Dergisi’nin Eylül 2010 – 19. sayısında yayınlanmıştır.
Yalçın Aras
Kara Toprak
Gözleri görmeyen Aşık Veysel bile
“Benim sadık yârim kara topraktır” demiş.
“Ona işkence yapınca bana gülerdi, bir tohum ektim dört bostan verdi”
Dediği dünya ve kara toprağı aslında bizim yaşam kaynağımız.
Bize hayat veren fakat bizim umursamadığımız üç unsur hava, su ve toprak.
Son yıllarda maalesef güzel şeyler yaşamıyoruz. Evlere tıkıldık, bir sabah kalktık ki her şey değişmiş.
Seyahatler, arkadaşlar ile doya doya sohbet, bir yerde buluşmak, sevdiklerine sarılamamak dert oldu her birimize.
Acıyı, hüznü bile kalbimize gömmek durumu ile karşılaştık.
Dünyayı çok hor kullandık, dünya sadece insanlara ait zannettik.
Gölleri, denizleri, nehirleri kirlettik, yetmedi havayı kirlettik.
Şu sıkıntılı günlerde ilaç olacak olan, hasret kaldığımız doğayı bozduk ve halen daha da bozmaya devam ediyoruz.
Tarım alanlarının tam ortasına fabrikalar kurduk karasinekler bastı, ilaçla hepsini telef ettik.
Tarla fareleri evsiz kaldı çıktığı deliklere zehir doldurduk, yılanlar çıktı hepsini katlettik.
Otoyollar yaptık kurda kuşa geçit vermedik, dereleri kanalizasyon ve fabrika atıkları ile zehirledik.
Su kuyuları vardı başlarında da kavak ağaçları hepsini kestik, dallarına kuşlar geliyordu şimdi yoklar.
Sahillerin her karışına ev yaptık martılara konacak yer, yuva bırakmadık artık fabrika çatılarına konuyorlar.
O milyarlarca yılda var olmuş toprağın, doğanın dokusunu bozduk.
Üredikçe yer daraldı insanoğluna, yer daraldıkça doğaya saldırdı.
Koca şehirlerde içilecek sular taşıma sistemi ile besleniyor.
Hani atalarımız demiş ya taşıma su ile değirmen dönmez.
Hala anlamadık, anlamadık, anlamadık.
Elimize geçirdiğimizi denize attık yuttu sandık..
Oysa birçok balığı naylonla boğduk öldürdük,
Mikronize olan çöpleri balık bize yedirdi ve geri kalanı da müsülaj diye bir köpükle ölüyorum artık dedi deniz.
Bu olanlara kahroluyorum, Ama yine de her şeye rağmen ben doğaya aşığım.
Aklımızı başımıza almamız gerekli. Bu işin zengini, fakiri, siyaseti yok.
El birliği ile bozduk, el birliği ile de yeter dememiz lazım.
Gelecek nesillere bize bırakıldığı gibi bırakmamız lazım.
Olmasa dağı olmasa denizi, nehri, gölü, tarlası, kurdu kuşu
Böceği, çiçeği, meyvesi neylesin yeni nesil dünyayı…
Yalçın Aras
İstanbul’un taksicileri
İş yaşamım nedeniyle İstanbul’u az çok tanırım. Dünya güzeli ve içinden deniz geçen bu muhteşem şehrin neyini sevmezsiniz diye sorsalar cevabım hiç gecikmez ve acımadan söylerim “bazı taksicileri” derim.
Geçmişten günümüze ne zaman ki İstanbul’a gitsem ve taksi ihtiyacım olsa inanın burnumdan gelir.
Pandemi dolayısı ile yaklaşık 1,5 yıldır bu taksi çilesini çekmiyordum. Geçtiğimiz hafta Ataşehir’de bir alışveriş merkezine aracımı park ettikten sonra hesap ettim, bugün dönüş dahil tam birkaç taksi maceram olacak dedim içimden. Çünkü hepsi bir macera, binmek bir dert inmek ayrı bir dert.
Neyse, önceki taksi operasyonları başarılı ile geçti. En son durak Karaköy, oradan da Ataşehir ve Bursa’ya dönüş. Aslında ilk bindiğim taksilerde de işler istediğim gibi gitmedi ama olaylar hafif.. Size en ilginç olanını anlatayım. Sarıyer’den Halaskargazi caddesine gideceğim, taksici Sarıyerliymiş “dayı nereden gideyim?” diye sordu.
“Mesela tünelden gideyim mi dayı” dedi. Tünel deyince ben Sarıyer Maslak arasında bir tünel var orası zannettim ve tamam dedim. Seninki oradan çevre yoluna çıktı, Telekom stadyumunun önünden dolaşıp Kağıthane’ye oradan Beşiktaş’a giden tünele ve oradan da Taksim’e derken tam iki misli ücret.
İstanbul taksicilerinin en iyisi bu çünkü yol boyunca doğruluktan, insanlıktan, ahlaktan bahsetti, ders bile verdi yani.
Finalde, saat 17.00 civarı Karaköy’den Ataşehir’e gitmek için tam 12 taksi çevirdim ve çoğunu da kırmızı ışıkta yakaladım. Hepsi de aynı ağız “dayı nereye? Ataşehir’e bu saatte gidemem, köprü ölümdür şimdi, OGS yok, evrakım eksik, şimdi devrediyorum taksiyi, hastam var” gibi bahaneler.
Bendeki çaresizlik teklife dönüştü. Tünelden geçelim karşıya, dönüşte müşteri bulamazsan ben karşılayacağım, yani iki katı ödeme.
En sonunda bir insan evladı, 60 yaşındaymış, yanaştı ve “buyurun dedi.” Bindim, isterseniz tünelden geçelim teklifi benden geldi, zorla kabul etti. Paranın üstü lütfen kalsın dedim o da kedilerime mama alacağım o şartla” diyerek kabul etti.
Ve sohbetin devamında şoför “mesleğim taksicilik ama iş çığırından çıktı, iktidarın veya muhalefetin tebdili kıyafetle müşteri olmaları halinde vatandaşa ne kadar büyük bir kötülük yaptıklarını bizzat anlayacaklardır” dedi!
Geçmişten günümüze gittikçe kötüleşen, insan hayatına etki eden ve İstanbul’dan soğutan bu bir kısım taksicilere mutlaka bir çare bulunmalı.
Geçen hafta yurt dışından gelen bir müşterimizin başına geleni ise anlatmak bile istemiyorum.
Buram buram insanlık dışı davranışların ve zorla para istendiği bir durum özetle.
Yani ülkemiz açısından da çok kötü bir imaj, bu resmen ülkemize ve insanlarımıza eziyet.
Bu durum ülkemiz açısından çok büyük ve çözülmesi gereken bir sorun.
Sorun aslında siyasi bir çekişme ve çıkmaza sokulmuş durumda. Herkes işin ne olduğunu çok iyi biliyor.
İşin garip yanı binmiş olduğum bütün taksi şoförleri kimin çözümden yana olduğunu biliyorlar ve İstanbul’da taksi sayısının artması ile sorunun çözüleceğinden yani İstanbul Büyükşehir’den yanalar.
Bir vatandaş olarak ise “lütfen artık bu sorunu çözün” demekten başka çaremiz yok.
Çünkü birtakım taksiciler insanlıktan çıkmışlar, onlar ile bırakın aynı şehrin aynı dünyanın insanı bile olmak istemiyorum.
Hem taksiye almıyorlar, hem gideceği yeri beğenmiyorlar hem de ağızından çıkacak bir küçük sitem için bile hakarete hazırlar, kavgaya hazırlar ve de çekinmiyorlar.
O kadar kötü yani!
Yalçın Aras
Hesap makinesi ve terazi
Klimaların dünya enerjisinin yüzde 10’nu harcadığını bahseden gazete haberini okurken bir taraftan da bu hafta yazacağım makale oluştu.
Masamın üzerinde 25 yıldır duran ve 20’ye 15 cm ebadında 24 haneli bir hesap makinası var.
Japon malı bu aletin üstüne bugüne kadar çay, kahve, su gibi sıvılar pek çok kez dökülmesine rağmen bana hizmet etmeye devam etti.
Ayrıca Kovid19’dan sonra her gün kolonya ile bulaşık yıkar gibi temizledim de yine bana mısın demedi. Hani bozulur da yenisini alırım, zira rengi de soldu.
Ama asıl konu aldığım günden beri hiç pil takmadığım bu makine üstünde bulunan1x4 cm ebadında güneş ışığı kolektörü ile bir gün bile bozulmadan tam 25 yıldır hizmet veriyor olması… Diğer taraftan da, her sabah tartıldığım ve pille çalışan emektar terazim var. Maşallah yılda 4 kalem pil yiyor.
Hesap makinesi milyonlarca rakam üretiyor terazi ise sadece üç haneli ve günde bir kez işlem görüyor.
Biri tüketiyor diğeri ise enerji üretiyor. Asıl mesele pilin ücreti değil, bu aleti kullananların ülkemizde milyonlarca ve tüm dünyada milyarlarca pil tükettiğinde pillerin doğaya verdiği zarar.
Biri yenilenebilir enerji diğeri ise yerli bile olsa içindeki lityumu şuyu buyu ile ithal pil.
Bir taraftan da şunu düşünmüyor değilim, Japonların teknolojisini ve yenilebilir enerjinin hayatımıza getirdiği kolaylık. Bir hesap makinesi veya basit bir terazi bile olsa.
Asıl mesele çarpanları ve cüzdan ile doğaya verdiği zarardır.