Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

AVM’lerde uzlaşma zor!

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Halat çekme yarışı yeni başlamadı, en az 10 senedir devam ediyordu. Bu süre içinde çok bilinen bir kuralı defalarca yazdım; “Döviz geliri olmayan, dövize endeksli kira ödememeli” diye. Yine değişik zamanlarda, “Cirolar TL’ye dönse bile, bu yüksek kiralar ve anormal ortak giderler kolay ödenemez” sözünü bıktırana kadar söyledim.

Yetmeyen cirolara, 12 ayı kapsayan sözde indirimlerin ilaç olamayacağını, gerçek fiyatlara dönülüp mülk sahipleriyle en kısa zamanda ideal iş ortaklığının kurulmasını tavsiye ettim. Hangi tarihlerde neler söylediklerim arşivde duruyor.

Peki bu konuda bir ilerleme oldu mu?

Hayır, dövize endeksli kiraların TL’ye dönmesinden başka kayda değer bir ilerleme olamadı. O da gönüllü bir değişim değildi, hükümetin aldığı kararla gerçekleşti. Bütün bu yaşananlarda kusur iki tarafa da aittir. AVM yatırımcıları döviz kredisi ile yatırımı tamamlayıp, dövize endeksli yüksek kiraları açıklayınca, kendilerini garantiye aldıklarını sandılar. Hesap yapmadan sıraya giren ve dükkanlara yerleşen markaların gerçeği görmeleri ise gecikti.

Son yıllarda, kiralarda dövizden TL’ye geçilince biraz rahatlama olmuş gibi gözüktü. Ama bu da yanıltıcıydı. Zira zaten yüksek olan kiraların yanında ortak giderleri AVM yatırımcısı kurtarıcı gibi gördü. Bu durumda da AVM’lerin yüzde 80’inde, ‘kira+ortak gider’i ödeyecek cirolar kolay oluşmadı.

Sakın yanlış anlaşılmasın, buraya kadar anlattıklarım da koronavirüs etkisi yoktur. 1 Ocak 2020 tarihine kadar ki süreçten bahsediyorum. Bu günler geçtiğinde de göreceğiz ki, AVM’lerde tartışmalar bitmeyecektir!

Çünkü;

  • Her yeni açılan AVM’nin diğerinden pay alacağı hesaba katılmadı.
  • E-ticaretin hızlı yükselişi görülmedi.
  • Son senelerde kapanan veya dönüşüm yaşayan yatırımlardan ders çıkartılmadı.
  • Hâlâ dövizle yatırım yapıp, döviz kirasında ısrarcı olan yatırımcı grubu var. Aynı hakkı kiracıya tanımak istemediler. Yani TL geliri elde edenin, kirayı TL olarak ödemeye mecbur olduğunu kabullenmediler. Oysa kiracının gelirini döviz olarak tahsil etmesi mümkün değildi ama yatırımcının krediyi TL cinsinden alması her zaman imkan dahilindeydi.

İşte bu sebeplerle olay çoktan beri kilitlenmiş durumdaydı.

Nitekim, BMD Başkanı Sinan Öncel durumu benzer şekilde özetledi:

“Bir yıldır sektör zaten çok ciddi sıkıntıdaydı. Bir yıl içinde 20 kadar üyemiz konkordato talebinde bulundu. 3 ile 5 arasında iflas başvurusunda bulunan var. Zaten işler günlük güneşlik değildi. Bir de üzerine corona geldi” diyor.

Şimdi bu satırdan itibaren COVİD 19 etkisine geçelim.

  • AVM çalışanları, marketlerde iki aydır büyük özveriyle çalışan meslektaşları gibi işlerine dört elle sarılacaklarına dair aralarında sözleştiler. Önce bu kahramanları yürekten kutluyorum.
  • Perakendecinin hedefi ciroyu en az enflasyon kadar artırmaktır. Bütün çalışmalar buradan başlar ve tüketiciye verilen mesajlarla ziyaretçi sayısı artırılmaya çalışılır. Yılbaşına kadar olan normal zamanda bile bu konuda sıkıntı varken, Covid 19 sonrası; “kalabalıkların risk içerdiği” mesajlarının verilmesi bir kısım müşteriyi AVM’lerden uzak tutacaktır. Sosyal mesafeyi gözeterek yapılacak alışverişin ciro karşılığı ise sembolik düzeyde kalacaktır.
  • AVM’lerin lokomotifi, yiyecek- içecek ve eğlence bölümleridir. Sadece o bölümleri kullanan müşteri uzun süre olmayacaktır. Alışveriş arasında kullanmak isteyenler için ise içerde kalış süresi kısalacaktır.
  • Covid 19 öncesinde bile yükselişte olan e-ticaret kanalı, son iki ayda ciro payını yüzde 5’den yüzde 50’ye çıkartmıştır. Bir alışkanlık oluşturduğu ortadadır. Hazırlıksız yakalanan kargo şirketlerinin, teslimat sürelerinde yapacağı iyileştirmelerle normalleşme sonrası da bu oran yüzde 10’un altına düşmeyecektir. Yani bu gelişme fiziki mağazaları olumsuz etkileyecektir.
  • Tüketicinin düşen satınalma gücü bir başka olumsuzluktur.
  • Maalesef konkordatolar ve iflaslar sebebiyle boşalan dükkanlar olacaktır.
  • Birçok marka verimsiz mağazalarını kapatarak küçülmeyi tercih edecektir.
  • Boşalması hızlanan AVM’lerin performansı düşecektir.
  • Mağazaların kapalı kaldığı ve yarı kapasite ile çalışacağı sürelerin kira ve ortak giderleri yeni bir anlaşmazlık konusu olarak biriken sorunlara ilave olacaktır. Nitekim Alışveriş Merkezi Yatırımcıları Derneği’nin (AYD), “Kiracılardan Mayıs ayı için kira bedeli tahsil etmeyin, izleyen aylarda ise markalara destek verin” tavsiyesine rağmen, birçok AVM’nin kredi ödemelerini gerekçe göstererek kiraları istemeye devam ettiklerini duyuyoruz. Kimse zarar ettiği yerde kalamaz. Böyle AVM’ler hızla terkedilecektir.
  • Caddelere yoğunlaşma artacak, kiralarda önemli tasarruf sağlanamasa bile ortak gider yükünden kurtulmak mümkün olacaktır.

Yine aynı derneğin başkanı diyor ki; “AVM’leri açmaya hazırız. İlk açılışlarda ziyaretçi sayısı az olacak ama alışveriş sayısı ve miktarı yüksek olacaktır.”

Bu aşırı iyimser görüşe katılmam mümkün değildir. Almanya’da bile dükkanlar açıldığı halde tüketicinin alışveriş yapmadığını duyuyoruz. Yani satın almaktan çok eldeki ile idare etme eğilimi baş göstermiş durumdadır. İtalya’da da öyle…

Bu ülkelerle kıyaslanamayacak seviyedeki düşük satın alma gücüne sahip tüketici için daha da olumsuz senaryoları öngörmek mantıksız olmasa gerek.

Bu şartlarda; kiralar için ‘ciro üzerinden kâr paylaşımı’ tek çözüm gibi duruyor. Ancak asgari bir sınır şartına bağlı bir anlaşma olmalıdır bu. Örneğin 100 bin lira ciroya göre konulan yüzde 10 şartı; ciro 90 bin lirada kalırsa, kirayı 9 bin liraya düşürmemeli, 10 bin lirada tutmalıdır. Böylece kiracı kendisine bir adım yaklaşan yatırımcıya, asgari ödemeyi garanti ederek bir adım da kendisi yaklaşmalıdır. Azınlıkta da kalsalar; kiracıyı elde tutmak konusunda elden geleni esirgemeyen ama gitmekte kararlı olan kiracıya da kolaylık sağlayan yerli AVM patronları vardır. Marka sahipleri içinde de olaya tek taraflı bakmayan ve tüccarca yaklaşan marka sahipleri bulunmaktadır.

Sorun böyle örneklerin azınlıkta kalmasıdır ve bunun için de önemli ihtiyaç, hükümetin AVM’den çıkmak isteyenlere cezasız çıkma hakkı tanıyan bir yol açmasıdır.

Not: Bu hassas dönemde en büyük yanlış; kapalı kalınan süredeki zararların fiyat artışlarıyla telafi yoluna gidilmesidir. Örnek olarak, berberlerin yüzde 40’a varan zamlı fiyatlarını duymaktayız. Müşteri evde otururken cebindeki para artmadı. Bu günler geçer, müşteri de kendi çözümünü mutlaka üretir.

Ayrıca enflasyona katkı boyutu yetkili mercileri ilgilendiren denetim konusudur.

Hatırlatmak istedim!

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Gıda terörü en büyük beka sorunudur

Ercüment Tunçalp

Ülkemizi terör belasından kurtaracak bütün çabaları bir vatandaş olarak alkışlıyorum. Peki bir türlü önlenemeyen gıda terörü ne olacak?

Yanlış pestisit kullanımı ve aflatoksin sebebiyle ülkemizi bütün dünyaya rezil eden teröristler namuslu üreticinin de kabusu olmuş durumdalar. Zira bu konudaki kötü şöhretimiz küresel anlamda iyice yayılmış bulunmaktadır. Alıcı ülkeler alternatif buldukları sürece bizden kopmaya başlayacaklar.

Artık “Bulgaristan’dan domates iade geldi”, “Romanya’dan incir geri döndü” gibi haberleri okumaya yetişemiyoruz. Bunun için “hangi ürün hangi ülkeden iade edildi” bilgisini içeren yüzlerce satır yazı yazmaya gerek kalmadı. İhraç edilen her çeşit yaş ve kuru sebze meyve ile kuruyemiş, gönderilen ülkelerden geri dönmeye devam ediyor. Bilgi edinmek isteyenler RASFF sisteminden bu bilgilere ulaşabilirler.

RASFF (Gıda ve Yem için Hızlı Alarm Sistemi), AB üye ülkeleri için gıda güvenliğini ilgilendiren bilgileri toplamak amacıyla Avrupa Komisyonu tarafından geliştirilmiş, merkezi bir veri tabanına dayalı hizmet veren izleme ve bildirim aracıdır. İyi ki böyle bir sistem var, bu sayede bilgi edinmemiz mümkün oluyor. Ancak sadece bizim bilgimiz olsa bu pişkin üretici grubunun hiç umurunda olmayacak. Bu raporlar AB ülkeleri dışında, AB’nin ticaret yaptığı bütün dünya ülkelerine duyuruluyor. Türkiye en fazla bildirime konu olan ülkeler arasında olduğu için alternatif üretim yeri fazla olan ürünlerde gittikçe şansımız azalıyor. Hiç olmazsa bu tehlike için biraz duyarlı olma ihtiyacı var.

Ülkemiz vatandaşları için merak konusu; “iade edilen ürünleri acaba biz mi yiyoruz?” korkusudur. Cevap “evet biz yiyoruz” olmalıdır.

Ancak muhtemel itiraz da “Hayır biz onları imha ediyoruz” şeklinde gelebilmektedir. Hadi inanalım, peki biz yine de limitlerin üzerindeki zehirden korunabiliyor muyuz?

Yıllarca tarlada ve bahçede hem ihracat hem de iç piyasa için ürün hazırlamış bir kişi olarak söylüyorum; aynı tarla ve bahçeden her iki kanala da sevkiyat yapılıyor. Hatta en kalitelisi ve en az riskli olanları yurt dışına gönderiliyor.

Öyleyse, ihracata giden ürünün başına bunlar geliyorsa, yurt içindeki durumu tahmin etmek hiç zor olmasa gerek…

Üstelik dışarda bu sorun tespit edilmesine rağmen, iç piyasada (tarlada, halde veya depoda) böyle bir tespit ve imha işlemini ben duymadım!

Hemen akla son satış noktası geliyor…

“Bu konuda perakendeciler ne yapıyor?” sorusuna ise bazı büyük perakendecilerden, “bizim kalite kontrol birimimiz var, pestisit kontrolü yapabiliyoruz” şeklinde cevaplar geldiğini duyuyorum.

Peki ben buradan soruyorum; herhangi bir perakendeci bugünden önceki tarihi taşıyan bir limit üstü pestisit veya aflatoksin tespit edilen raporu ve devamında da imha veya tedarikçiye iade tutanağını bize gösterebilir mi?

Sadece tek adet yeterli olabilecek!

Ülkemizde kanser vakalarının her yıl daha da artması, hatta patlaması tesadüf değildir. İşte beka sorunu dediğim budur. Öldüren terörden daha kötüsü süründüren terördür. Zira kötü neticesi bazen yıllar sonra ortaya çıkıyor.

Kötü şöhretin sınırlarımız dışına taşması, sadece ilaçlamadaki vurdumduymazlık değildir. Örneğin, “Dünyada balı bir arılar yapar, bir de Türkler” sözü çok yaygındır. Ancak bizdeki tağşiş yüzsüzleri bundan bile övünme payı çıkarabiliyorlar. Kulaklarımla duydum; “Aslına uygun üretim yapmak yetenek ister” şeklinde. Bir ilave de ben yapayım; ‘ahlak yoksunluğu da ister.’

Bunu ülkemizdeki dürüst üreticilerimiz adına söylemek zorunda kaldım.

Eski Tarım Bakanlarından Faruk Çelik, “Üretimlerinde 18 kez taklit tağşiş yapan, insan sağlığı ile direkt ilgili gıda güvenliğini ortadan kaldıran uygulamalara devam eden firmalar var” diyordu. İşte 2016 yılında bu konunun en yetkilisi böyle söylüyordu.

Peki bu 18 kez tağşiş yapan terörist hâlâ üretime devam ediyor mu?

Sorunun cevabı bellidir. Üstelik benzerleri sürekli artarak devam ediyor. O zaman bir yerlerde eksik olduğu garanti değil mi?

Son günlerde yaşadığımız; Hamburg’tan İstanbul’a seyahat eden 4 kişilik ailenin yok olmasına neden olan olayın bütün dünyaya yayılması, turizme zarar verecektir. Zira Alman basını, Dışişleri’nin konuyu takip ettiğini aktardı. Bu durumda yabancı turist kolay kolay otel dışında yemek yer mi?

Sonuç olarak; para cezaları ne kadar artırılırsa artırılsın, bunun önü alınamaz.

Çözüm mü?

Hile yapan işletmelerin faaliyetini süresiz durdurma, sahiplerini meslekten men etme (yeni marka ile yola devamını önleme), hileyi sürekli tekrarlayanlara ağır hapis cezası verdirecek düzenlemenin acil yapılması gerekmektedir.

Başka bir çözümün olmadığına dair en önemli delil, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın güncel olarak yayımladığı taklit ve tağşiş listelerinde sürekli yer alan işletme sayısıdır.

Para cezasını ödüyorlar, 5-6 katını kısa zamanda kasaya koyuyorlar…

Denetimlerin niteliği ve sayısı da böylece önemini kaybediyor…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Hanutçu terörü!

Ercüment Tunçalp

Üç tarafı denizle kaplı güzel ülkemizde hâlâ turizm potansiyelimizi tam kullanamazken; sektörün fırsatçıları da hiç boş durmuyorlar. Eğer bunlarla yapılan mücadele kazanılamazsa yabancı turisti kendi ellerimizle rakip ülkelere teslim ederiz. Zira o ülkelerde ne fahiş fiyat girişimleri ne de hanutçuluğun dolandırıcılık seviyesine ulaştığı olaylar bizdeki kadar yaygın değildir.

Hanutçuluğun küresel anlamı; özellikle turist kafilelerini alışveriş etmeleri için bir komisyon karşılığında belirli dükkanlara götürme işidir. Çok ülke gezmiş bir kişi olarak, bu mesleğe rastlamadığım ülkeler olduğu gibi turistin arzusu ile destek hizmeti şeklinde uygulanan ülkelere de tanık oldum.

Şimdi geliyoruz iyice dejenere olmuş şekline…

Bizdeki hanutçuluk, bir ticari işletmenin ürün veya hizmetini, turisti sözlü veya fiili davranışla rahatsız ederek satmak, hizmeti tanıtmakla kalmayıp baskı ile kabullendirmeye çalışmak olarak anlaşılıyor.

National Geographic televizyon kanalında Conor Woodman tarafından hazırlanmış “Dolandırıcılar Şehri” isimli bir programın İstanbul bölümünde, hanutçuluğun şehirde turiste karşı yapılan en yaygın dolandırıcılık şekli olduğu anlatılmıştır (Vikipedi). Dolayısıyla bu ısrarcı tutum ve davranışların giderek fiziksel ve psikolojik boyuta ulaşması maalesef sıradanlaşmıştır. Turizme önemli ölçüde zarar verdiği tartışılmazdır. Zira yüksek hesap ödetmenin yanında, zorla parası alınan turist şikayetleri de mevcuttur. İstanbul’da en uç dolandırıcılığın merkezi İstiklal Caddesi’dir. Yani şehrin merkezi…

Örneğin Londra’nın merkezinde tehlikeli bir yer yoktur. Ancak şehrin Soho bölgesi canlı ve bir o kadar da riskli bir eğlence semtidir. Turistler bu konuda sürekli uyarılmakta, yine de şikayete bağlı olarak ağır cezalar uygulanmaktadır.

Şimdi bu mesleğin daha ince ayrıntılarına bakalım. Hanutçu 2 şekilde komisyon alır. Birincisi götürdüğü turist sayısına göre (küresel uygulama), ikincisi de işletmenin kazancını paylaşım şeklinde. Yani birinci usulde; yurt dışında yaygın olan, turizm acentalarıyla anlaşmalı şekilde lüks mağazalara turist rehberi eşliğinde müşteri götürülmesidir. Mısır’da, Tunus’ta, Tayland’da gördüklerim grup halindeki turistlerin götürüldüğü bu tip işletmelerdir. Elbette lokantaların, barların önünde “dükkana davet” duyurusu yapan elemanlar da vardır ama zorlama yoktur. Oysa bizde rastlanan ikinci usulde işin nereye varacağı belli olmayıp, parasal kaybın yanında fiziksel riskte bulunmaktadır.

Dolayısıyla bir sabit durağı olan hanutçular bir de kendilerine belirledikleri av sahalarında meslek icra edenler vardır. Av sahaları, turistlerin sıkça uğradıkları bölgelerdir. İzmir ve Kuşadası limanları, İstanbul Beyoğlu, Kapalı Çarşı, Mısır Çarşisı ve Sultanahmet civarı gibi…

En şaşırtıcı olan da; bazı çarşıların orta yerinde toplanan hanutçuların yarattığı görüntü kirliliğidir. Buna çarşı esnafı nasıl karşı çıkmaz, anlaşılır gibi değildir.

Ayrıca bu sistem haksız rekabet de yaratıyor. Zira turistin küçük esnafa ulaşması engelleniyor.

Sonuç olarak; yabancı turistlerin yaptıkları alışveriş harcamalarının, toplam turizm gelirleri içinde daha büyük bir paya sahip olabilmesi hepimizin arzusudur. Dolayısıyla hem ülkeye giren dövizin artması hem de sektör paydaşlarının yaşaması için bu zararlıların ayıklanması şarttır.

Nitekim geçen yıl bu zamanlarda Rus gazetelerinde turistlerin tatil sırasında ülkemizde muhtemel “kazıklanma” senaryolarına dair aşağıdaki uyarılar yapıldı.

“Restoran menüsünde fiyatlandırma yoksa yüksek hesap gelebilir. Havaalanından taksiye binince farklı fiyat tarifesi uygulanabilir, farklı yollardan güzergah çizilip, yol uzatılabilir ve yüksek ücret talep edilebilir. Önerilen plaj işletmesi ya da gece kulübünde giriş için rutin dışı yüksek bir meblağ istenebilir. Tekne turlarında yerli turistin birkaç katı fiyat tarifesi uygulanabilir. Bazı sağlık turizmi paketlerindeki uygulamalar, uzman olmayan kişilerce ve yüksek fiyata yapılabilir.” (Gazete Duvar)

Üzülerek hatırlatmalıyım ki; küresel anlamda taksi olaylarımızın kötü şöhreti her geçen gün artıyor. Konumuz ‘hanutçuluk’ olduğuna göre bazı otellerin (veya çalışanlarının) taksi durakları ile ortaklık kurmaları bu işi de üstlendiklerini göstermektedir. Turist taksiye binip çarşı merkezini işaret edince, hiç emek harcamadan komisyon aldığı dükkana yolcusunu teslim eden kötü niyetlileri de unutmayalım. Her iki usulde de turistin en az 3-4 kat ödemesi kaçınılmazdır.

İşte ekim ayı içindeki son örnek: Fenerbahçe-Stuttgart maçı için ülkemize gelen 4 Alman turist, Beyoğlu’nda bindikleri taksinin yönlendirdiği bir lokantada 59.000 TL hesap ödediler (fiş ilişikte). Hem de lüks bir restoranda değil Galata köprüsü altındaki salaş bir lokantada. Bu olay sosyal medyada fazlaca paylaşıldığı için Ticaret Bakanlığı ekipleri yaptıkları denetimde menüdeki ücret ile alınan ücretin farklı olduğunu tespit ettiler. Ve 139.304 TL ceza uyguladılar. Bu olayın yüzlercesi turizm bölgelerinde her gün yaşanıyor.

Bu ahlak yoksunlarına verilen para cezası haksız kazançlarının yanında kum tanesi gibi kalır. Ve ‘turisti kazıklama’ işlemine aynen devam ederler. Yaptığım araştırmalara göre; yukarda 1.217 euro (59.000 TL) tutan 4 kişilik aynı yemeğe Yunanistan’da daha üst kalitede bir restoranda ödenecek azami tutar 300 Euro’dur. 2024 yılında 1,5 milyon yerli turistin o ülkeye gitmesinin sebebi de budur. Turizm gelirlerini kıyaslayacak olursak; Türkiye’nin 2024 turizm geliri 61 milyar dolar (52,5 milyar euro) iken, Yunanistan’ın aynı dönemde geliri 22 milyar euro (25,5 milyar dolar) idi. O ülkenin 8 katı nüfusa sahip olmamıza rağmen, lokomotif dediğimiz turizm gelirimiz sadece 2,4 katıdır. İşte ‘potansiyeli kullanamıyoruz’ dememin nedeni budur.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Vergi yükü üzerine

Ercüment Tunçalp

Bakan Şimşek 2026 yılı bütçe sunumunda; “Vergi yükümüz uluslararası kıyaslamalara göre yüksek değil. Ülkemizde genel vergi yükü yüzde 23.5’tir” demiş.

İlk bakışta haklılık payı var. Hatta dünya üzerinde bizim vergi yükümüzden fazla orana sahip çok ülke de bulunmaktadır. Örneğin bütün İskandinav ülkeleri ile AB ülkelerinin çoğunda vergi yükü yüzde 40’ın üzerindedir…

OECD ortalaması ise yüzde 34’tür. (Kaynak: OECD, Revenue Statistics)

Ancak bunun bir önemi yok ki, zira taşıma kapasitesi aynı değil!

İşte bu günkü yazının konusu bu kıyaslamanın yetersizliği üzerinedir.

Toplam vergi yükü, bir ülkedeki yıllık dönem içerisinde ödenen toplam vergilerin yine o ülkenin GSYH’ına olan oranı olarak açıklanabilir.

İfade şekli; Toplam vergi yükü= Vergi gelirleri toplamı/GSYH

Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı ve dolaysız vergiler ile sosyal güvenlik prim ödemeleri yer alır. Bahse konu olan budur…

Toplam vergi yükümüzün kağıt üzerinde OECD ve AB ülkelerinden düşük olması yanında. aşağıdaki 10 farklı özelliği nereye koyacağız?

  • Dolar ve euro bazında ülkemiz gıda kategorilerinde AB ülkelerine göre bile daha pahalıdır. Bu konuda onlarca araştırma yaptık. O ülkelerden kişi başı gelirimiz de düşük olduğuna göre satın alma gücümüz kıyaslanamaz. Dolayısıyla verginin de eklendiği yük bizim vatandaşımıza ağır gelmektedir.
  • Zengin ve fakirin eşit oranda ödediği dolaylı vergilerin payı bizde fazladır.
  • Türkiye’de yaklaşık olarak dolaylı vergi payı yüzde 66, dolaysız vergi payı yüzde 34 iken; AB ve OECD ülkelerinde neredeyse bunun tam tersidir.
  • Bir de üstüne dolaylı vergi oranlarındaki olası yükselme, mal ve hizmetlerin üretim maliyetini artırmakta ve fiyatları yukarı çekerek dengeyi daha da bozmaktadır.
  • Üstelik dolaysız vergilerin aslan payı olan gelir vergisinin de üst gelir grubu tarafından ödendiği zannedilmesin. Gelir vergisinin beyan yerine büyük kısmının emek geliri üzerinden tevkifat yoluyla sağlanması, sabit gelirlilerin yükünü ve gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmaktadır.
  • Kayıt altındaki dürüst mükellefin, kayıt dışından gelemeyen vergiyi de sırtlaması dünyada bizim ayarımızda kaç ülkede gerçekleşiyor?
  • Türkiye’de kayıtlarda yer almayan ve görünmeyenenflasyon vergisi’ haliyle Sayın Bakan’ın belirttiği yüzde 23.5’in içinde bulunmuyor.

Enflasyonun kendisi vergi olduğuna göre, diğer ülkelerde olmaması veya yok denecek kadar az olması, bizim yükün de düşük olduğunu gösterir mi?

Dolayısıyla dolaylı verginin en haşmetlisi enflasyon vergisi olduğuna göre bunu da eklediğimizde bizim yükün ağırlığına hiçbir ülke yetişemez.

  • Objektif vergi yükü yanında, bu yükün psikolojik yönünü gösteren subjektif vergi yükünün ölçülmesi de gereklidir ama bu o kadar kolay değildir.

Subjektif vergi yükü; her bireyin kendi gelirine göre ihtiyaçlarını giderebilme, zevk ve tercihlerini karşılayabilme derecesine göre hissettiği ekonomik ve psikolojik baskıdır. Tedirginlik ve vergiye karşı alerji yaratma özelliği vardır.

İşte bir önemli fark da burada oluşmaktadır. Eminim ki; eğer ölçülmesi kolay olsaydı, kanun yapıcıların birçok kararlarında geri adım atmaları ihtimal dahilinde olabilirdi.

Sonuç olarak; yapısal nedenlerden dolayı bu yükün dağılımı bozuktur. Bu sebeple baskıyı her kesim aynı hissetmez. İşte bunun için bazı ülkelerde yüzde 45 vergi yükü hissedilir olmazken, ülkemizdeki yüzde 23.5 oranı taşınamayacak kadar ağır bir yük haline gelebilir.

Hayat pahalılığı, kişilerin gelirlerinin enflasyondan daha az artması şeklinde ifade edilir. Tersine gelirleri enflasyondan hızlı artanlar için de enflasyon vardır ama onlar için pahalılık söz konusu değildir. Hatta ek kazanç bile mümkündür.

Eğer vergi ödemelerinin ardından, kişinin gelirinin kalan kısmı en temel ihtiyaçlarına bile yetmiyorsa, yüzde oranı kaç olursa olsun, vergi yükü fazlalığı şikayet konusu olur. Üstelik vergiye karşı direnç oluşur.

Örneğin, sık kullanılan bir söz var; “Fatura ve fiş almak vatandaşlık görevidir” diye. Doğrudur ama bu kadar haksızlığa uğrayan bir kesim alışverişini daha ucuza getirmek için fatura veya fişten daha kolay vazgeçmez mi?

Sadece empati yaptım!

Vergi adaletine güvenilmeyen toplumlarda, vergiden kaçınmanın yol ve yöntemleri aranır. Böylece toplumun bir kısmı vergi yükünden kurtulmanın çarelerini arar ve bulurken, çaresiz olan toplumun diğer kısmı fazladan bu yükü sırtlamış olur. Neticede geliriniz yükseldikçe, vergi yükünüz azalır. İşte bu sebeple vergi adaleti için vergi reformuna ihtiyaç vardır. Ve en önemli yapısal sorunlardan biri olduğu çok açıktır. Bu gerçekleşmeden, enflasyonun kalıcı olarak düşmesi de mümkün değildir.

Üstelik enflasyonist dönemde uygulanan maliye politikalarının hedefi; toplam talebin toplam arzdan fazla olması nedeniyle, talebi daraltıcı tedbirler almaktır. En pratik gelen çözüm de harcamalar ve tüketim üzerinden alınan dolaylı vergiler ile enflasyonla mücadelenin tercih edilmesidir. Kaldı ki dolaylı verginin artırılması, fiyatın içine dahil edildiğinden hem tahsilatı kolaylaştırır hem de toplam talepte daralma sağlar. Pratiktir ama adaletsizliği daha da artırır.

Dolayısıyla reel olarak bizimki kadar ağır vergi yükü kolay rastlanacak bir durum olmadığından küresel kıyaslama yapmanın anlamsızlığı ortadadır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER