Ercüment Tunçalp
Ücret artışının ölçüsü beklenen enflasyon!
Yıllardır yüksek enflasyonun bedelini sadece sabit gelirliye ödeten sistem devam ettiği gibi gündeme yeni bir boyut daha ilave oldu…
Son 3 yılda tüketicimizin satın alma gücündeki büyük düşüşü dünyanın dört bir tarafından yaptığımız fiyat araştırmaları ve “İki ülkede iki alışveriş” yazı dizimizle gözler önüne seriyoruz. Önceleri her ülkenin ücret ve fiyat seviyelerini 1 birim üzerinden değerlendirirken, artık döviz bazında da dünyanın en pahalı ülkeleri arasına girdiğimizden bizim rakamların da dolar veya euro karşılığını teraziye koymaya engel kalmadı!
Ancak bu kadarı da yetmemiş olacak ki;
TCMB Başkan Yardımcısı Cevdet Akçay asgari ücrete ilişkin bir soru üzerine; “Ücretlerin belirlenmesinde ileriye dönük endekslemeye geçmek (beklenen enflasyon tahminine göre) durumunda olunduğunu” söyledi.
Gerçekleşen resmi enflasyonda bile madde fiyatları açıklanmadığı için güven sorunu yaşanırken, şimdi bir adım daha öteye geçilerek beklenen enflasyonun ölçü alınması isteği anlaşılır gibi değildir. Zira şimdiye kadar sık sık revize edilmesine rağmen bu hedefler hiçbir zaman tutmadı ki…
2024 yıl sonu enflasyon beklentisini önce yüzde 36’dan yüzde 38’e, sonra da yüzde 44’e yükseltmişsiniz ve bunun da tutma olasılığı hayli düşük. Büyük ihtimalle resmi yıl sonu enflasyonu yüzde 48,5 çıkacak, İTO İstanbul Ücretliler Geçinme İndeksi farkı ile de daha yukarı yönlü esneme payı olduğunu göreceğiz. 2025 yılsonu beklentisi de daha şimdiden yüzde 14’ten yüzde 21’e yükseltilmiş ve bunun da tutmayacağı güçlü ihtimaldir…
Kaldı ki 2025 yılı için yeniden değerleme oranı, bitirmekte olduğumuz yılın enflasyonuna göre yüzde 43,93 olarak belirlendi. Yani vergi ve cezalar ile harçlar resmi enflasyona göre alınacak, vatandaşa ücret artışı ise gelecek yılın beklentisine göre yüzde 21 civarında kalacak!
Hepsi bu kadar da değil…
Hem enflasyon tahmini sürekli yukarıya çekilecek hem de dezenflasyon müjdesi verilecek. Bir de ikisinin bir arada nasıl gerçekleşeceği anlatılsaydı da merakımızı giderseydik ne iyi olurdu!
Yıl sonuna 1,5 ay kala enflasyon hedefini yüzde 38’den yüzde 44’e (yüzde 16 artışla) revize ederken bu yeni gelişme izaha muhtaç değil mi? Bunu bile 4 ay önceden göremeyeceksiniz ama hiçbir şey olmamış gibi benzer hedeflere göre hayati kararlar alma niyetini sürdüreceksiniz. Şaşırmamak elde değildir…
Benim tam 8 ay önceki (19 Mart 2024) yıl sonu enflasyon tahminim yüzde 55 idi. Ağustos ayının ortalarında ise; genel tahminler son dört ay içinde faiz indirimlerini işaret ederken, ben yine aynı enflasyon tahminime dayanarak eksi reel faize rağmen bunun 2024 yılı içinde mümkün olamayacağını belirtmiştim. Her iki tahmin de arşivde duruyor, görülebilir. “Ben söylemiştim” demeyi sevmem ama bizim meslekte bazen hangi tarafın daha fazla isabet kaydettiğini göstermek de zorunluluk oluyor. Tahminlerin ömrü asgari 4 ay olmalıdır. Yoksa köy görünür hale geldikten sonra yol tarifine ihtiyaç kalmaz.
Bu konuda Daron Acemoğlu demiş ki, “Enflasyon bir semptomdur. Türkiye’de temel sorun fakirlik. Çünkü işçi ücretleri artmıyor.”
Buraya kadarki görüşü ülkemizin gerçeğidir…
Daron hoca devam ediyor; “İşçi ücretlerinin artması için eğitim ve teknolojiye yatırım yaparak verimliliği artırmamız lazım. Enflasyon sorunu verimlilik artışından gelen ücret artışıyla çözülür.”
Bu görüşü ise küresel gerçekliktir ama ülkemiz şartlarına uymamaktadır. Zira ülkemizde verimlilik arttı diye işveren bonkör davranış sergilemez. Tam tersine örgütsüz çalışanları koruyan sosyal politikalar yetersiz olduğundan, kimse kimseye mecbur kalmadan ilave imkan sağlamaz. Yani verimlilik artışının ücretlere yansıması için sosyal mücadelenin de neticeye ulaşması gerekir. Durup dururken bunu patronlardan beklemek aşırı iyimserliktir.
Neticede ücret düşüklüğünün nedeni verimsizlik değil, sendikaların işveren karşısındaki güçsüzlüğü, artan gelir dağılımındaki adaletsizlik ve gelir grupları arasında süreklilik kazanan servet transferidir.
Sonuç olarak; açıklanacak hedeflerin inandırıcılığı kalmadığına göre bu tahminlerin veri olarak kabul edilip kira ve ücret gibi sözleşmelerde kullanılması doğru bir yaklaşım olmaz. Önce gerçekçi hedefler belirlenip bunda isabet kaydetmek gerekir ki; güven sağlanması ile bu referans özelliği gündeme gelebilsin. Dolayısıyla daha alınacak çok uzun bir yol olduğu bellidir. Kaldı ki, zaten satın alma gücünü iyice kaybetmiş orta ve alt gelir gruplarına fiili enflasyon oranı altındaki ücret artışını uygun görmek, diğer gelir grupları ile farkı daha da açar.
Geçmişteki gerçek yaşanan enflasyondan vazgeçtik; resmi enflasyona göre bile vatandaşın kaybedilmiş olan satın alma gücü nasıl geri gelecek?
İleriye dönük hesapta; enflasyon hedefi her revize edildiğinde ücretlere de otomatik artış gelecek mi? Yoksa 1 sene sonrası mı beklenecek?
Geliri beklenen enflasyona göre düşük kalacak olan sabit gelirlinin ödeyeceği verginin geçmiş enflasyona göre daha yüksek oranda artırılması ne kadar adil?
Bu soruları çoğaltmak mümkündür ama hiç adil olmayan böyle bir teklifin konuşulması bile zaman kaybıdır. Açlık ve yoksulluk sınırını da geçtik, zira o sınırlar üzerinde kalmak imkansız hale gelmiştir; bari artış oranlarında biraz matematik gerçeklik bulunsun. Örneğin bugün en çok konuşulan yüzde 25 gibi bir oran hangi gerçekliği yansıtabilir?
En yakın tarihli resmi yıllık enflasyon hedefi bile yüzde 44 olduktan sonra…
Kaldı ki; artış oranı açıklandığı an her zamanki gibi piyasa fiyatları artmaya başlayacak. Yani yeni ücretlerin ele geçmesine daha 2 ay kala…
Böylece ilk zamlı ücret ele geçtiğinde, bu günden çok farklı bir satın alma gücü olmayacağını da basit bir hesapla görmek mümkün olabilecektir.
Ercüment Tunçalp
Gıda terörü en büyük beka sorunudur
Ülkemizi terör belasından kurtaracak bütün çabaları bir vatandaş olarak alkışlıyorum. Peki bir türlü önlenemeyen gıda terörü ne olacak?
Yanlış pestisit kullanımı ve aflatoksin sebebiyle ülkemizi bütün dünyaya rezil eden teröristler namuslu üreticinin de kabusu olmuş durumdalar. Zira bu konudaki kötü şöhretimiz küresel anlamda iyice yayılmış bulunmaktadır. Alıcı ülkeler alternatif buldukları sürece bizden kopmaya başlayacaklar.
Artık “Bulgaristan’dan domates iade geldi”, “Romanya’dan incir geri döndü” gibi haberleri okumaya yetişemiyoruz. Bunun için “hangi ürün hangi ülkeden iade edildi” bilgisini içeren yüzlerce satır yazı yazmaya gerek kalmadı. İhraç edilen her çeşit yaş ve kuru sebze meyve ile kuruyemiş, gönderilen ülkelerden geri dönmeye devam ediyor. Bilgi edinmek isteyenler RASFF sisteminden bu bilgilere ulaşabilirler.
RASFF (Gıda ve Yem için Hızlı Alarm Sistemi), AB üye ülkeleri için gıda güvenliğini ilgilendiren bilgileri toplamak amacıyla Avrupa Komisyonu tarafından geliştirilmiş, merkezi bir veri tabanına dayalı hizmet veren izleme ve bildirim aracıdır. İyi ki böyle bir sistem var, bu sayede bilgi edinmemiz mümkün oluyor. Ancak sadece bizim bilgimiz olsa bu pişkin üretici grubunun hiç umurunda olmayacak. Bu raporlar AB ülkeleri dışında, AB’nin ticaret yaptığı bütün dünya ülkelerine duyuruluyor. Türkiye en fazla bildirime konu olan ülkeler arasında olduğu için alternatif üretim yeri fazla olan ürünlerde gittikçe şansımız azalıyor. Hiç olmazsa bu tehlike için biraz duyarlı olma ihtiyacı var.
Ülkemiz vatandaşları için merak konusu; “iade edilen ürünleri acaba biz mi yiyoruz?” korkusudur. Cevap “evet biz yiyoruz” olmalıdır.
Ancak muhtemel itiraz da “Hayır biz onları imha ediyoruz” şeklinde gelebilmektedir. Hadi inanalım, peki biz yine de limitlerin üzerindeki zehirden korunabiliyor muyuz?
Yıllarca tarlada ve bahçede hem ihracat hem de iç piyasa için ürün hazırlamış bir kişi olarak söylüyorum; aynı tarla ve bahçeden her iki kanala da sevkiyat yapılıyor. Hatta en kalitelisi ve en az riskli olanları yurt dışına gönderiliyor.
Öyleyse, ihracata giden ürünün başına bunlar geliyorsa, yurt içindeki durumu tahmin etmek hiç zor olmasa gerek…
Üstelik dışarda bu sorun tespit edilmesine rağmen, iç piyasada (tarlada, halde veya depoda) böyle bir tespit ve imha işlemini ben duymadım!
Hemen akla son satış noktası geliyor…
“Bu konuda perakendeciler ne yapıyor?” sorusuna ise bazı büyük perakendecilerden, “bizim kalite kontrol birimimiz var, pestisit kontrolü yapabiliyoruz” şeklinde cevaplar geldiğini duyuyorum.
Peki ben buradan soruyorum; herhangi bir perakendeci bugünden önceki tarihi taşıyan bir limit üstü pestisit veya aflatoksin tespit edilen raporu ve devamında da imha veya tedarikçiye iade tutanağını bize gösterebilir mi?
Sadece tek adet yeterli olabilecek!
Ülkemizde kanser vakalarının her yıl daha da artması, hatta patlaması tesadüf değildir. İşte beka sorunu dediğim budur. Öldüren terörden daha kötüsü süründüren terördür. Zira kötü neticesi bazen yıllar sonra ortaya çıkıyor.
Kötü şöhretin sınırlarımız dışına taşması, sadece ilaçlamadaki vurdumduymazlık değildir. Örneğin, “Dünyada balı bir arılar yapar, bir de Türkler” sözü çok yaygındır. Ancak bizdeki tağşiş yüzsüzleri bundan bile övünme payı çıkarabiliyorlar. Kulaklarımla duydum; “Aslına uygun üretim yapmak yetenek ister” şeklinde. Bir ilave de ben yapayım; ‘ahlak yoksunluğu da ister.’
Bunu ülkemizdeki dürüst üreticilerimiz adına söylemek zorunda kaldım.
Eski Tarım Bakanlarından Faruk Çelik, “Üretimlerinde 18 kez taklit tağşiş yapan, insan sağlığı ile direkt ilgili gıda güvenliğini ortadan kaldıran uygulamalara devam eden firmalar var” diyordu. İşte 2016 yılında bu konunun en yetkilisi böyle söylüyordu.
Peki bu 18 kez tağşiş yapan terörist hâlâ üretime devam ediyor mu?
Sorunun cevabı bellidir. Üstelik benzerleri sürekli artarak devam ediyor. O zaman bir yerlerde eksik olduğu garanti değil mi?
Son günlerde yaşadığımız; Hamburg’tan İstanbul’a seyahat eden 4 kişilik ailenin yok olmasına neden olan olayın bütün dünyaya yayılması, turizme zarar verecektir. Zira Alman basını, Dışişleri’nin konuyu takip ettiğini aktardı. Bu durumda yabancı turist kolay kolay otel dışında yemek yer mi?
Sonuç olarak; para cezaları ne kadar artırılırsa artırılsın, bunun önü alınamaz.
Çözüm mü?
Hile yapan işletmelerin faaliyetini süresiz durdurma, sahiplerini meslekten men etme (yeni marka ile yola devamını önleme), hileyi sürekli tekrarlayanlara ağır hapis cezası verdirecek düzenlemenin acil yapılması gerekmektedir.
Başka bir çözümün olmadığına dair en önemli delil, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın güncel olarak yayımladığı taklit ve tağşiş listelerinde sürekli yer alan işletme sayısıdır.
Para cezasını ödüyorlar, 5-6 katını kısa zamanda kasaya koyuyorlar…
Denetimlerin niteliği ve sayısı da böylece önemini kaybediyor…
Ercüment Tunçalp
Hanutçu terörü!
Üç tarafı denizle kaplı güzel ülkemizde hâlâ turizm potansiyelimizi tam kullanamazken; sektörün fırsatçıları da hiç boş durmuyorlar. Eğer bunlarla yapılan mücadele kazanılamazsa yabancı turisti kendi ellerimizle rakip ülkelere teslim ederiz. Zira o ülkelerde ne fahiş fiyat girişimleri ne de hanutçuluğun dolandırıcılık seviyesine ulaştığı olaylar bizdeki kadar yaygın değildir.
Hanutçuluğun küresel anlamı; özellikle turist kafilelerini alışveriş etmeleri için bir komisyon karşılığında belirli dükkanlara götürme işidir. Çok ülke gezmiş bir kişi olarak, bu mesleğe rastlamadığım ülkeler olduğu gibi turistin arzusu ile destek hizmeti şeklinde uygulanan ülkelere de tanık oldum.
Şimdi geliyoruz iyice dejenere olmuş şekline…
Bizdeki hanutçuluk, bir ticari işletmenin ürün veya hizmetini, turisti sözlü veya fiili davranışla rahatsız ederek satmak, hizmeti tanıtmakla kalmayıp baskı ile kabullendirmeye çalışmak olarak anlaşılıyor.
National Geographic televizyon kanalında Conor Woodman tarafından hazırlanmış “Dolandırıcılar Şehri” isimli bir programın İstanbul bölümünde, hanutçuluğun şehirde turiste karşı yapılan en yaygın dolandırıcılık şekli olduğu anlatılmıştır (Vikipedi). Dolayısıyla bu ısrarcı tutum ve davranışların giderek fiziksel ve psikolojik boyuta ulaşması maalesef sıradanlaşmıştır. Turizme önemli ölçüde zarar verdiği tartışılmazdır. Zira yüksek hesap ödetmenin yanında, zorla parası alınan turist şikayetleri de mevcuttur. İstanbul’da en uç dolandırıcılığın merkezi İstiklal Caddesi’dir. Yani şehrin merkezi…
Örneğin Londra’nın merkezinde tehlikeli bir yer yoktur. Ancak şehrin Soho bölgesi canlı ve bir o kadar da riskli bir eğlence semtidir. Turistler bu konuda sürekli uyarılmakta, yine de şikayete bağlı olarak ağır cezalar uygulanmaktadır.
Şimdi bu mesleğin daha ince ayrıntılarına bakalım. Hanutçu 2 şekilde komisyon alır. Birincisi götürdüğü turist sayısına göre (küresel uygulama), ikincisi de işletmenin kazancını paylaşım şeklinde. Yani birinci usulde; yurt dışında yaygın olan, turizm acentalarıyla anlaşmalı şekilde lüks mağazalara turist rehberi eşliğinde müşteri götürülmesidir. Mısır’da, Tunus’ta, Tayland’da gördüklerim grup halindeki turistlerin götürüldüğü bu tip işletmelerdir. Elbette lokantaların, barların önünde “dükkana davet” duyurusu yapan elemanlar da vardır ama zorlama yoktur. Oysa bizde rastlanan ikinci usulde işin nereye varacağı belli olmayıp, parasal kaybın yanında fiziksel riskte bulunmaktadır.
Dolayısıyla bir sabit durağı olan hanutçular bir de kendilerine belirledikleri av sahalarında meslek icra edenler vardır. Av sahaları, turistlerin sıkça uğradıkları bölgelerdir. İzmir ve Kuşadası limanları, İstanbul Beyoğlu, Kapalı Çarşı, Mısır Çarşisı ve Sultanahmet civarı gibi…
En şaşırtıcı olan da; bazı çarşıların orta yerinde toplanan hanutçuların yarattığı görüntü kirliliğidir. Buna çarşı esnafı nasıl karşı çıkmaz, anlaşılır gibi değildir.
Ayrıca bu sistem haksız rekabet de yaratıyor. Zira turistin küçük esnafa ulaşması engelleniyor.
Sonuç olarak; yabancı turistlerin yaptıkları alışveriş harcamalarının, toplam turizm gelirleri içinde daha büyük bir paya sahip olabilmesi hepimizin arzusudur. Dolayısıyla hem ülkeye giren dövizin artması hem de sektör paydaşlarının yaşaması için bu zararlıların ayıklanması şarttır.
Nitekim geçen yıl bu zamanlarda Rus gazetelerinde turistlerin tatil sırasında ülkemizde muhtemel “kazıklanma” senaryolarına dair aşağıdaki uyarılar yapıldı.
“Restoran menüsünde fiyatlandırma yoksa yüksek hesap gelebilir. Havaalanından taksiye binince farklı fiyat tarifesi uygulanabilir, farklı yollardan güzergah çizilip, yol uzatılabilir ve yüksek ücret talep edilebilir. Önerilen plaj işletmesi ya da gece kulübünde giriş için rutin dışı yüksek bir meblağ istenebilir. Tekne turlarında yerli turistin birkaç katı fiyat tarifesi uygulanabilir. Bazı sağlık turizmi paketlerindeki uygulamalar, uzman olmayan kişilerce ve yüksek fiyata yapılabilir.” (Gazete Duvar)
Üzülerek hatırlatmalıyım ki; küresel anlamda taksi olaylarımızın kötü şöhreti her geçen gün artıyor. Konumuz ‘hanutçuluk’ olduğuna göre bazı otellerin (veya çalışanlarının) taksi durakları ile ortaklık kurmaları bu işi de üstlendiklerini göstermektedir. Turist taksiye binip çarşı merkezini işaret edince, hiç emek harcamadan komisyon aldığı dükkana yolcusunu teslim eden kötü niyetlileri de unutmayalım. Her iki usulde de turistin en az 3-4 kat ödemesi kaçınılmazdır.
İşte ekim ayı içindeki son örnek: Fenerbahçe-Stuttgart maçı için ülkemize gelen 4 Alman turist, Beyoğlu’nda bindikleri taksinin yönlendirdiği bir lokantada 59.000 TL hesap ödediler (fiş ilişikte). Hem de lüks bir restoranda değil Galata köprüsü altındaki salaş bir lokantada. Bu olay sosyal medyada fazlaca paylaşıldığı için Ticaret Bakanlığı ekipleri yaptıkları denetimde menüdeki ücret ile alınan ücretin farklı olduğunu tespit ettiler. Ve 139.304 TL ceza uyguladılar. Bu olayın yüzlercesi turizm bölgelerinde her gün yaşanıyor.
Bu ahlak yoksunlarına verilen para cezası haksız kazançlarının yanında kum tanesi gibi kalır. Ve ‘turisti kazıklama’ işlemine aynen devam ederler. Yaptığım araştırmalara göre; yukarda 1.217 euro (59.000 TL) tutan 4 kişilik aynı yemeğe Yunanistan’da daha üst kalitede bir restoranda ödenecek azami tutar 300 Euro’dur. 2024 yılında 1,5 milyon yerli turistin o ülkeye gitmesinin sebebi de budur. Turizm gelirlerini kıyaslayacak olursak; Türkiye’nin 2024 turizm geliri 61 milyar dolar (52,5 milyar euro) iken, Yunanistan’ın aynı dönemde geliri 22 milyar euro (25,5 milyar dolar) idi. O ülkenin 8 katı nüfusa sahip olmamıza rağmen, lokomotif dediğimiz turizm gelirimiz sadece 2,4 katıdır. İşte ‘potansiyeli kullanamıyoruz’ dememin nedeni budur.
Ercüment Tunçalp
Vergi yükü üzerine
Bakan Şimşek 2026 yılı bütçe sunumunda; “Vergi yükümüz uluslararası kıyaslamalara göre yüksek değil. Ülkemizde genel vergi yükü yüzde 23.5’tir” demiş.
İlk bakışta haklılık payı var. Hatta dünya üzerinde bizim vergi yükümüzden fazla orana sahip çok ülke de bulunmaktadır. Örneğin bütün İskandinav ülkeleri ile AB ülkelerinin çoğunda vergi yükü yüzde 40’ın üzerindedir…
OECD ortalaması ise yüzde 34’tür. (Kaynak: OECD, Revenue Statistics)
Ancak bunun bir önemi yok ki, zira taşıma kapasitesi aynı değil!
İşte bu günkü yazının konusu bu kıyaslamanın yetersizliği üzerinedir.
Toplam vergi yükü, bir ülkedeki yıllık dönem içerisinde ödenen toplam vergilerin yine o ülkenin GSYH’ına olan oranı olarak açıklanabilir.
İfade şekli; Toplam vergi yükü= Vergi gelirleri toplamı/GSYH
Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı ve dolaysız vergiler ile sosyal güvenlik prim ödemeleri yer alır. Bahse konu olan budur…
Toplam vergi yükümüzün kağıt üzerinde OECD ve AB ülkelerinden düşük olması yanında. aşağıdaki 10 farklı özelliği nereye koyacağız?
- Dolar ve euro bazında ülkemiz gıda kategorilerinde AB ülkelerine göre bile daha pahalıdır. Bu konuda onlarca araştırma yaptık. O ülkelerden kişi başı gelirimiz de düşük olduğuna göre satın alma gücümüz kıyaslanamaz. Dolayısıyla verginin de eklendiği yük bizim vatandaşımıza ağır gelmektedir.
- Zengin ve fakirin eşit oranda ödediği dolaylı vergilerin payı bizde fazladır.
- Türkiye’de yaklaşık olarak dolaylı vergi payı yüzde 66, dolaysız vergi payı yüzde 34 iken; AB ve OECD ülkelerinde neredeyse bunun tam tersidir.
- Bir de üstüne dolaylı vergi oranlarındaki olası yükselme, mal ve hizmetlerin üretim maliyetini artırmakta ve fiyatları yukarı çekerek dengeyi daha da bozmaktadır.
- Üstelik dolaysız vergilerin aslan payı olan gelir vergisinin de üst gelir grubu tarafından ödendiği zannedilmesin. Gelir vergisinin beyan yerine büyük kısmının emek geliri üzerinden tevkifat yoluyla sağlanması, sabit gelirlilerin yükünü ve gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmaktadır.
- Kayıt altındaki dürüst mükellefin, kayıt dışından gelemeyen vergiyi de sırtlaması dünyada bizim ayarımızda kaç ülkede gerçekleşiyor?
- Türkiye’de kayıtlarda yer almayan ve görünmeyen ‘enflasyon vergisi’ haliyle Sayın Bakan’ın belirttiği yüzde 23.5’in içinde bulunmuyor.
Enflasyonun kendisi vergi olduğuna göre, diğer ülkelerde olmaması veya yok denecek kadar az olması, bizim yükün de düşük olduğunu gösterir mi?
Dolayısıyla dolaylı verginin en haşmetlisi enflasyon vergisi olduğuna göre bunu da eklediğimizde bizim yükün ağırlığına hiçbir ülke yetişemez.
- Objektif vergi yükü yanında, bu yükün psikolojik yönünü gösteren subjektif vergi yükünün ölçülmesi de gereklidir ama bu o kadar kolay değildir.
Subjektif vergi yükü; her bireyin kendi gelirine göre ihtiyaçlarını giderebilme, zevk ve tercihlerini karşılayabilme derecesine göre hissettiği ekonomik ve psikolojik baskıdır. Tedirginlik ve vergiye karşı alerji yaratma özelliği vardır.
İşte bir önemli fark da burada oluşmaktadır. Eminim ki; eğer ölçülmesi kolay olsaydı, kanun yapıcıların birçok kararlarında geri adım atmaları ihtimal dahilinde olabilirdi.
Sonuç olarak; yapısal nedenlerden dolayı bu yükün dağılımı bozuktur. Bu sebeple baskıyı her kesim aynı hissetmez. İşte bunun için bazı ülkelerde yüzde 45 vergi yükü hissedilir olmazken, ülkemizdeki yüzde 23.5 oranı taşınamayacak kadar ağır bir yük haline gelebilir.
Hayat pahalılığı, kişilerin gelirlerinin enflasyondan daha az artması şeklinde ifade edilir. Tersine gelirleri enflasyondan hızlı artanlar için de enflasyon vardır ama onlar için pahalılık söz konusu değildir. Hatta ek kazanç bile mümkündür.
Eğer vergi ödemelerinin ardından, kişinin gelirinin kalan kısmı en temel ihtiyaçlarına bile yetmiyorsa, yüzde oranı kaç olursa olsun, vergi yükü fazlalığı şikayet konusu olur. Üstelik vergiye karşı direnç oluşur.
Örneğin, sık kullanılan bir söz var; “Fatura ve fiş almak vatandaşlık görevidir” diye. Doğrudur ama bu kadar haksızlığa uğrayan bir kesim alışverişini daha ucuza getirmek için fatura veya fişten daha kolay vazgeçmez mi?
Sadece empati yaptım!
Vergi adaletine güvenilmeyen toplumlarda, vergiden kaçınmanın yol ve yöntemleri aranır. Böylece toplumun bir kısmı vergi yükünden kurtulmanın çarelerini arar ve bulurken, çaresiz olan toplumun diğer kısmı fazladan bu yükü sırtlamış olur. Neticede geliriniz yükseldikçe, vergi yükünüz azalır. İşte bu sebeple vergi adaleti için vergi reformuna ihtiyaç vardır. Ve en önemli yapısal sorunlardan biri olduğu çok açıktır. Bu gerçekleşmeden, enflasyonun kalıcı olarak düşmesi de mümkün değildir.
Üstelik enflasyonist dönemde uygulanan maliye politikalarının hedefi; toplam talebin toplam arzdan fazla olması nedeniyle, talebi daraltıcı tedbirler almaktır. En pratik gelen çözüm de harcamalar ve tüketim üzerinden alınan dolaylı vergiler ile enflasyonla mücadelenin tercih edilmesidir. Kaldı ki dolaylı verginin artırılması, fiyatın içine dahil edildiğinden hem tahsilatı kolaylaştırır hem de toplam talepte daralma sağlar. Pratiktir ama adaletsizliği daha da artırır.
Dolayısıyla reel olarak bizimki kadar ağır vergi yükü kolay rastlanacak bir durum olmadığından küresel kıyaslama yapmanın anlamsızlığı ortadadır.
-
Genel Haberler6 ay önceMayıs ayı üretici market fiyatları
-
Yenilikler6 ay önceAvşar’dan yeşil erik lezzetini yıla yayacak ürün: Tuzlu Erik
-
Genel Haberler5 ay önceİstanbul PERDER, teamüllere uymayan 3. dönem başkanlık ısrarına karşı!
-
Genel Haberler5 ay önceİstanbul PERDER’in katılmadığı TPF genel kurulu yapıldı
