Sosyal Medya Hesaplarımız

Röportaj

“Perakende markası oluşturmak bir ürün markasına göre daha zordur”

“Perakende markası oluşturmak bir ürün markasına göre daha zordur, daha fazla çaba gerektirir ve işletmedeki herkesin dahil olduğu bir süreçtir.”

Editör
Abone Ol:

“Perakende markası oluşturmak bir ürün markasına göre daha zordur, daha fazla çaba gerektirir ve işletmedeki herkesin dahil olduğu bir süreçtir.”

1991’de Marketing Türkiye Dergisi’nde ki haber, röportaj ve makale yayını yaparken tanıştığımız Güven Borça, ilk kitabı “Bu Topraklardan Dünya Markası Çıkar mı?” ile dikkatleri çekmişti. Türkiye’nin lider marka danışmanlık şirketi Markam AŞ’yi kurarak aralarında Filli Boya, Sütaş, İpek, Tariş, ETStur, Vestel, Hunca, Bioder, Peyman, Ekici, Apikoğlu, Şölen, Duru, Ülker, Pegasus, Simit Sarayı, Türk Seramikleri, Tamek, İnci Akü, Balparmak, Tofaş, Sanko, Barut, AND, İTK, KUTNIA gibi çok sayıda yerli markaya hizmet vermiş veya vermekte olan bu topraklardan çıkacak dünya markalarını kendisine hem misyon hem de iş edinmiş olan Güven Borça ile söyleştik.

Güven Borça kimdir?

1962 Eskişehir doğumlu olan Güven Borça, ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun olduktan sonra aile şirketi bünyesinde çalışarak patates cipsi üreten bir tesis kurdu ve işletti (1985-1986). Milli Savunma Bakanlığı’nda tamamlanan vatan görevinin akabinde 1987 yılında İpek Kağıt Karamürsel fabrikasında Ürün Geliştirme Mühendisi olarak işe başladı. 1989 yılı başında aynı şirketin pazarlama bölümüne geçen Güven Borça, Selpak, Solo ve Silen tuvalet kağıtlarından sorumlu olarak çalıştı, ayrıca Marathon markalı ev dışı kullanım ürünlerini pazara verdi.

Daha sonra transfer olduğu Colgate-Palmolive şirketinde 6 yıl süreyle Marka Müdürü, Grup Müdürü, Pazarlama Müdürü pozisyonlarında görev yaptı. ABC, Fab, Axion, Hacı Şakir, Palmolive, Colgate, Protex markalarını yönetti. Öte yandan Colgate-Palmolive’in global eğitimcileri arasına katıldı ve şirketin uluslararası eğitim programlarını bölge ülkelerinde yürüttü.

1991 yılında Marketing Türkiye dergisinde “marka” konulu ilk makalesi yayınlandı. Marka Yönetimi alanında Türkiye’nin ilk eğitim çalışmalarını yaptı. 1997 yılında on yıllık profesyonel yaşama veda ederek marka eğitimleri vermeye ve marka danışmanlığı yapmaya başladı. Türkiye’nin ilk marka danışmanlık şirketi olan Markam AŞ’nin kurucusu ve yöneticisidir.

Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nde Marka İletişimi Yönetimi dersi vermektedir. İlk kitabı “Bu Topraklardan Dünya Markası Çıkar mı? ” Haziran 2002’de çıkmış, toplam 14 baskı yapmıştır. Haftalık Para dergisinde “Reklamlardan Sonra” başlığıyla 2001-2003 yıllarında pazarlama konularında düzenli yazmış ve yazıları aynı adlı kitabında toplamıştır. Diğer kitapları “Pazarlama Reçeteleri” 2004 yazında, “Başka Akmerkez Yok” 2007, “Marketing Recipes” ile “Marka ve Yönetimi” 2009, “İleri Dönüşüm Kutusu” 2010 yazında raflarda yerini almıştır. 2017-2018 yıllarında Dünya gazetesinde yazmış, buradaki yazılarını “Ballı Fındık” kitabında toplamıştır. İstanbul’da yaşayan Güven Borça evli ve iki çocuk babasıdır.

Güven Borça’nın ve Markam’ın ürün ve hizmetleri hakkında bilgi verir misiniz?

Markam Türkiye’nin ilk marka danışmanlık şirketidir. Şimdiye kadar 150’den fazla firmaya hizmet vermiştir ve bunların tamamına yakını yerli kurumlardır. Yani bu topraklardan dünya markaları çıkarmak hem işimiz hem de misyonumuz olmuştur. Hizmetlerimiz sıfırdan marka yaratma, markayı yönetme, marka portföy stratejisi ve konumlandırma, üretim odaklı şirketlerde marka yönetimi odaklı dönüşüm sürecinin yönetimi ve yurt dışında markalaşma çalışmaları olarak özetlenebilir. Detaylar için www.markam.com.tr

Marka olma süreci ve marka olmanın faydaları hakkında bilgi verir misiniz?

Marka olma süreci düşünüldüğünden uzun bir iş. Sadece ürün, isim, logo, reklam değil, daha derinde yapılması gereken çok şey var. Tüketici ihtiyaçlarını anlama, karşılanmamış ihtiyaçlar keşfetme, rakiplerden farklılaşma noktalarını bulma ve bunları kavramlaştırma esas işler ama bunlar görünür şeyler olmadığı için tam anlaşılmayabiliyor. Yani işin temeli soyut konular kavramlaştırma ve tüketici deneyimi yaratma. Tabi yatırım denince fabrika kurmayı anlayan klasik Türk sanayicisi için zor konular. Marka olmanın en temel faydası ise eşdeğer bir ürünü rakiplerden daha iyi bir fiyata satabilmedir. Yani marka iseniz ölümcül bir rekabete girip fiyatları çok aşağılara çekmek zorunda değilsiniz. Marka sayesinde, verimli ve sürdürülebilir bir iş modeli kurgulanabilir. Onun dışında istikrar, prestij, motivasyon gibi birçok avantaj sağlar. Çalışan memnuniyetini bile artırır ki işveren markası son yılların önemli konularından biri. Marka önemlidir.

İyi bir perakende markası olmak için nelere dikkat edilmelidir?

Perakende markası da bir marka sonuçta. Kategorik farklılıkları, uygulama detayları olsa da özünde çok temel farklılıklar yok. Bir hedef kitleye bir fayda sunuluyor ve deneyim yaratılıyor. Genel marka yönetimi teorisi ve tekniklerinin hepsi perakende markaları için de geçerlidir. Farklılık alanlarına gelirsek, perakendede çok yoğun bir rekabet var ve rakiplerden farklılaşmak çok çok önemli. Ayrıca spesifik bir örnek vermek gerekirse; birçok marka bazı duyulara hitap ederken perakende markaları beş duyuya da hitap etmek zorunda. Örneğin mağaza kokusu, atmosferi kritik önemde. Ayrıca çalışanların marka temsilcisi olduğu bir ortam söz konusu. Raftan aldığınız bir şampuandan beklemediğiniz şeyleri perakende markasından bekleriz. O yüzden perakende markası oluşturmak bir ürün markasına göre daha zordur, daha fazla çaba gerektirir ve işletmedeki herkesin dahil olduğu bir süreçtir.

Perakendeciler PL (Private Label) ürünlerinde perakende markalarını nasıl doğru olarak kullanmalılar?

PL marka yönetimi özellikle son dönemde çok değişti. Eskiden PL marka dediğinizde piyasanın güçlü markalarının, tutulan ürünlerinin ekonomik versiyonları anlaşılırdı. Ürünler öyle konumlandırılırdı. Az çeşit, az tanıtım, kaliteli ürün uygun fiyat. Birçok zincirin kendi markaları çok özensizdi. İsim, ambalaj tasarımı vb konulara hiç önem vermeyenler vardı. Şimdi ise çok şey değişti ve artık çoğu zincirde private label markalar da bir marka gibi yönetiliyor. Daha iddialı, daha geniş bir ürün portföyüne sahip oldular. Daha özenli ve detaylı marka yönetimi süreçlerine şahit oluyoruz ki doğru olan bu. Tamam, bir market zincirinin binlerce mağazası var ve birçok PL ürününü ne yapsa satıyor ama sonuçta bunları alan da aynı tüketiciler ve onların da seçenekleri artıyor. Buna göre bakmak, nasıl olsa satarım dememek lazım. Ayrıca marka ve sosyo ekonomik statü grupları arasındaki ilişki de değişiyor, ezberler bozuluyor. Yirmi sene önce ekonomi marketlerine orta ve alt SES grupları giderken artık herkes gidiyor. Özetle, tüm perakende sektörü private label konusunda eski ezberleri değiştirmeli ve yeni dünyaya uygun yaklaşımlar içinde olmalı. Bu da emek ve sabır demek.

Artan ve durdurulamayan gıda fiyat artışlarının da etkisiyle gıda/HTÜ perakendecilerinin sürekli “Fiyat” rekabeti içinde olmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Burada çok temel sorunlar var ama bunlara odaklanmak ve yapısal reformlar yapmak yerine günü kurtaracak basit önlemlerle, ağırlıkla da yasaklarla idare ediliyor. Özellikle perakendeye yönelik denetimler, cezalar bu konuda yetmişlere döndüğümüz hissi uyandırdı bende. Malum, babam o dönemde Eskişehir’de market işletiyordu ve sonra da gıda toptancılığına başladı. Getirilen yasakların, denetimlerin işi çözmediğine bizzat şahit oldum. Kontrol olmasın demiyorum ama ticaretin doğasına aykırı işler yapmanın işi çözmeyeceğini de biliyorum. Bu bağlamda spekülasyon ile manipülasyon arasındaki farkı da doğru değerlendirmek lazım. O yıllarda, özellikle sanayi üretiminde arz kısıtlı iken talep artıyordu. Enflasyonun temel sebebi buydu. Sonraki dönemde gereğinden fazla fabrika ve perakende noktası devreye girdi. Bugün buralarda ciddi bir kapasite fazlası var. Öte yandan sanayi üretimi artarken tarımsal üretim düştü. Üzerine bu kadar çok perakende satış noktası dağıtım verimliliğini düşürüyor. Örneğin temel gıda ürünlerinde büyük bir verimsizlik ve iadeler söz konusu ve bu fiyatları artırıyor. Türkiye’de ihtiyaçtan fazla perakende satış noktası var ve devlet işe müdahale edecekse öncelikle buralarda sınırlar koymalı. (İlgili yazımı okuyabilirsiniz; https://www.retailturkiye.com/guven-borca/rekabetin-fazlasi)

Yıllar önce “Organize sokak” iş modelini gündeme getirmiştiniz. Organize perakendenin gelişimini dikkate alarak esnafı güçlendirecek bu ve/veya benzer perakende modellerinin hayata geçmesi için neler yapılabilir?

Yıllar önce dile getirdiğim bu konseptin ne kadar önemli olduğu bugün daha da anlaşıldı. Ama hala ciddi adımlar atılmadı, ayrı konu. İşin özü şu ki bugün market zincirleri küçük esnafı çok zorluyor. Eğer belli çarşılar, bölgeler merkezi bir pazarlama ekibi tarafından yönetilse bunlarla daha rekabetçi hale gelebilir. Esnafın markete göre avantajlı olduğu alanlar var ama bunlar parlatılmalı, markalaştırılmalı. Tüketici tercihleri yönlendirilmeli, dünyada bunun örnekleri var. O zaman rekabet ortamı artar, esnaf da ülke de tüketici de kazanır. Herkes kazanır. Tabi bunun için bir iş birliği kültürü gerekir ve esas sıkıntı da burada. Birçok sektörde veya alanda firmalarda “hepimiz aynı gemideyiz” yaklaşımı zayıf. Çoğunluk, o alanda yapılan cirodan maksimum payı almayı hedefliyor. Halbuki öncelikli hedef pastayı büyütmek olmalı. Dünyada bunun örnekleri var. Evet rekabet önemli ama ortak çıkarlar söz konusu olduğunda iş birliği yapmayı da bilmek lazım.

Türkiye’den dünya markası çıkacağına inanan biri olarak markalarımızın uluslararası başarısı hakkında ki güncel düşünceleriniz nelerdir?

Maalesef Türkiye’de global hedefler peşinde koşan şövalye iş insanları az. İşi bir yere getirip global fonlara satıyor, sonra da gayrimenkul yatırımı yapıp kendilerini sağlama alıyorlar. Halbuki bu toprakların ciddi avantajları, farklı ürünleri ve esnek iş yapma biçimleri var. Özellikle de perakendede ciddi fırsatlar söz konusu. Coğrafi avantajlarımız da var. Yurt dışında etkinliği artan markalarımız var ama bunların sayısı artmalı. BİM’in Fas ve Mısır’daki yatırımları iyi gidiyor bildiğim kadarıyla. Hazır giyimde de bin mağazayı aşan LC Waikiki dikkat çekiyor. Getir’in İngiltere açılımı da çok heyecan verici, bakalım nerelere gidecek? Zincir marketlerimiz iç piyasada daha fazla büyümek yerine kaynaklarını global marka olmaya ayırmalılar. Devlet de iç piyasadaki tekelleşmenin önüne geçecek önlemleri alıp bu markaları yurt dışında desteklemeli.

İnternet satışları hakkında neler söylemek istersiniz?

Özellikle e-ticarette ciddi bir fiyat istikrarsızlığı söz konusu. Kimileri ölçek avantajını kötü kullanıyor, bazıları da ayakta kalmak için zararına mal satıyor. Bu düşük fiyatlar enflasyon endişesini azaltıyor ve destekleniyor olabilir ama durum sürdürülebilir değil. Sanayici de esnaf da para kazanmalı ki sistem devam etsin. O yüzden devlet sadece fiyatları şişirenleri değil, aşırı düşürenleri de kontrol etmeli.

Bir diğer önemli konu da markaların geleceği. Dünyada çevre ve sürdürülebilirlik konuları giderek daha fazla önemseniyor ve tüketici tercihleri bu yönde şekilleniyor. Paralel olarak markaların tedarik zincirleri ve toplumsal adalet gibi konular da önem kazanıyor ve tercihleri etkiliyor. Özellikle gençler bu konularda daha aktif ve etkili. Markaların bu işleri daha fazla ciddiye almaları ve yapmış olmak için yapılan kurumsal sosyal sorumluluk projelerini tekrar değerlendirmeleri gerekecek. Artık tüketiciler daha somut, daha samimi ve sonuç verecek aksiyonlar istiyor markalardan. Ve bu konularda daha aktif ve istekli olan markalar bunun karşılığını görecekler. Sanırım yirmi sene sonra başka bir ortamda çok farklı şeyler tartışıyor olacağız. Bakalım…

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Röportaj

Perakendede görüntü tanıma teknolojisinin geleceği

Editör

Yazar:

Hoş geldiniz Ertuğrul Bey, günümüz dijitalleşme çağının bir gereği olarak perakende raf operasyonlarının da dijitalleşmesi için sağladığınız görüntü tanıma servisleriniz büyük ilgi çekiyor, sizden bu konuda bilgi almak isteriz.

Hoş bulduk, memnuniyetle. AILET olarak ABD merkezli bir şirket olmamıza rağmen bulunduğumuz coğrafyada da yerel ofislerimizle pek çok perakendeci ve paketlenmiş tüketici ürün üreticilerine hizmet veriyoruz. Sağladığımız yapay zeka altyapılı tam otomatik görüntü tanıma altyapımızı, perakende saha operasyonunun içerdiği tüm KPI’ların, rafın fotoğrafının çekilmesi sonrası anlık olarak dijitalleştirilmesi dolayısıyla bu dijital hale getirdiğimiz analog raf görüntülerinin istenen tüm olası KPI’lar olarak mobil mağaza veya saha ekibinin erişimine herhangi bir mobil cihaz üzerinde sunulması amacıyla kullanmamız olarak özetleyebilirim. Daha pratik bir anlatımla, bir rafın herhangi bir mobil cihazla fotoğrafını çektiğiniz anda mobil uygulamamız kullanıcıya anında, hangi ürünlerin rafta kaçar adet bulunduğunu, hangilerinin eksik olduğunu, hangi ürünün fiyatının ne olduğunu, hangi ürünün rafta yanlış sırada veya yanlış rafta durduğunu anında listeler. Bu anlık bilgi tabii ki mobil kullanıcıya o anda rafı düzeltici eylemlerin bileşimi bir görev olarak atanacağı gibi saha satış ekibi için otomatik sipariş listesi oluşturma amacıyla da kullanılır.

Gerçekten çok ilginç. Peki birkaç örnek projeden bahsedebilir misiniz?

Hizmet verdiğimiz pek çok global perakende ürünleri üreticisi var hemen hemen tüm kategorilerde pazar liderliğine ilerliyoruz. Tabii bunun diğer tarafında perakende zincirlerinden de son zamanlarda yüksek talep almaya başladık. Örneğin daha yeni başladığımız bir yerel projede 1.000 mağazadan oluşan bir zincir için tüm raf kategorilerinde, ki bu toplam 20.000 SKU’ya ulaşıyor, anlık planogram kontrolü servisi vermeye başladık.

Tebrikler, teknolojinin gittiği yön hakkında neler planlıyorsunuz?

Ailet olarak kurulduğumuz günden beri teknolojinin belirleyicisi olmuş bir firmayız. Bu da bize aslında gururun yanında büyük sorumluluk da yüklüyor. Bütün projelerimizde, hazır görüntü tanıma servislerinin kurulması dışında gelen, kendine has diyebileceğimiz talepleri de gerçekleştiriyoruz, tabii bu da bize hem esneklik hem de yönelim konusunda ışık tutuyor. Yine son zamanlarda Ortadoğu’da 2 farklı ülkede “crowdsourcing” tanımına giren projede görüntü tanıma sağlayıcısı olduk. Birinde organize olan geleneksel kanal noktalarında dükkan sahiplerine çektirilen fotoğraflarla anlaşmalı üreticiler için anlık ürün bulunurluğu ve fiyat bilgileri sağlanıyor, aynı zamanda dükkan sahibi raflarda veya soğuk dolaplarda eksik olan ürünlerden anında oluşturulan sipariş listesini mobil uygulamada onaylayarak, merkezde sipariş oluşturuyor. Diğeri daha da ilginç, kurulan bir ajansla, raf denetimi (audit) için anlaşmalı üretici firmalar, aynı taksi çağırma uygulaması benzeri istedikleri satış noktası için denetim talebi yaratıyor, bu talepler kayıtlı ferdi kişiler tarafından talep oluşturulan noktaya yakınlıklarına göre onaylanıp, o noktada o çağrıyı kabul eden kişiye denetim çekimi yaptırılıyor böylece üretici firma o satış noktasındaki tüm raf bilgilerine, o noktaya bir çalışanını göndermeden anlık erişmiş oluyor, bu çekimi yapan kişiye de denetim çekiminin normlara uygun olması şartıyla görev başı sabit ücret hesabına yatırılıyor.

Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz, size çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Rica ederim benim için bir zevkti. Okurlarınız www.ailet.com web sitemizden daha detaylı bilgi alabilirler, tabii bu konuda daha çok söylenecek söz var, sizden de ricamız bu süreçte size gelen konuyla ilgili bilgi taleplerinin yoğunluğuna göre bir sonraki söyleşimizde en çok merak edilen konuya daha çok zaman ayırmak isteriz.

Devamını Oku

Röportaj

Ekonomik stabilitenin de tekrar oluşması halinde Türkiye yatırımlar için hedef ülke olabilir

Editör

Yazar:

“AVM’lerin gelir-gider dengesinin yatırımcılar aleyhine sürekli bozulduğu bir noktada, mevcut yatırımların değer kazanması, yeni yatırımların yapılması ve dolayısıyla perakendenin de büyümeye devam etmesi mümkün olamayacaktır.

Bu sebeple, AVM yatırımcıları olarak bizim beklentimiz, sektör paydaşlarının ve kamu otoritelerinin büyük resmi görerek tüm tarafların çıkarlarını optimum düzeyde ve uzun vadede koruyacak şekilde kararlar almaları ve böylece sektörün önünü açmalarıdır.”

Nuri Şapkacı kimdir? 1965 Malatya doğumlu olan Nuri Şapkacı, ECE Türkiye’de Genel Müdür ve CFO olarak görev yapıyor. Yönetim alanında 25 yılı aşkın tecrübesi ile başarılı bir kariyere sahip olan Şapkacı iş hayatına KPMG’de denetçi olarak başlamış olup ECE Türkiye’ye katılmadan önce Teknoser, Yapı Kredi Finansal Kiralama, Teknoloji Holding, ITE Group PLC ve Pegasus Havayolları’nda üst düzey yönetici olarak çalıştı. Nuri Şapkacı, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği lisansını tamamladıktan sonra San Francisco’daki Golden Gate Üniversitesi’nden Finans alanında MBA derecesi aldı. 2011 yılından bu yana AYD’de Başkan Yardımcılığı görevini sürdürmekte olan Nuri Şapkacı, 2023-2025 döneminde AYD Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapacak.

50 milyar dolar yatırım hacmine sahip ve içinde yer alan markalarla birlikte önemli bir ekosistem meydana getiren AVM’ler, kelebek etkisiyle birçok sektörde 2,1 milyon kişiye istihdam sağlıyor. Türk markalarının yurt dışına açılımlarını destekleyerek, katma değer oluşturan sektörün STK’sı olan Alışveriş Merkezleri ve Yatırımcıları Derneği’nin (AYD) yeni başkanı Nuri Şapkacı, “AVM sektörünün tüm paydaşlarıyla kazan-kazan ilkesi doğrultusunda sürdürülebilir büyümesi için çalışacağız” diyerek göreve başladıktan sonra ilk röportajını Retail Türkiye’ye verdi.

Türkiye’deki mevcut ve inşaatı devam eden, planlanan AVM’leri değerlendirir misiniz?

Ülkemizde yaklaşık 14 milyon metrekare kiralanabilir alanda 444 alışveriş merkezi faaliyet göstermektedir. 2023 yılında açılması planlanan AVM sayısı ise 11’dir.

AYD’nin Akademetre Research ile ortaklaşa oluşturduğu AVM Endeksi verilerine göre, alışveriş merkezlerinde metrekare cirosu, 2022 yılında 2021 yılına göre nominal değerde (enflasyondan arındırılmamış) yüzde 133,8 artış göstermiştir. Enflasyondan arındırılmış performansa baktığımızda ise AVM metrekare verimliliğinin yaklaşık %70 artış oranı ile enflasyonun üzerinde bir yükseliş ortaya koyduğunu görüyoruz. 2010 yılı bazına göre (2010=100) 2019 yılında 299 olan endeks, 2020’de 258, 2021’de 405 ve 2022 yılında 947 puana ulaşmıştır.

Ziyaretçi sayıları açısından henüz 2019 pandemi dönemi öncesi giriş sayılarına ulaşılamamış olsa da 2022’nin bir toparlanma dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Ziyaretçi sayılarının 2019 yılına göre yüzde 12,5 oranında daha düşük seyrettiği tabloda, ciro gelişimini göz önünde bulundurduğumuzda ziyaretçilerin daha fazla alışveriş odaklı davranış sergilediklerini görüyoruz. Ciro artışında daha önce de belirtmiş olduğum gibi enflasyon etkisi de olmakla birlikte, turistlerin yaptığı harcamaların da olumlu etkisiyle sepet büyüklüğünün arttığını net bir şekilde gözlemliyoruz.

AVM sektörüne yönelik Avrupa ile Türkiye verilerini karşılaştırarak sektörün geleceği ile ilgili beklentilerinizi anlatır mısınız?

Türkiye’de İstanbul, Ankara, Antalya gibi illerde ve özellikle bazı bölgelerde sektörün doyuma ulaştığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte ülkemizde hala AVM olmayan 14 ile ek olarak şehirlerin gelişmesi ve kentsel dönüşüm ile birlikte yeni AVM arzına ihtiyaç olan bölgeler de var. AVM arzını, 1000 kişiye düşen brüt kiralanabilir alan (GLA) ile ölçüyoruz. Türkiye’de bu rakam 165 metrekare iken 1000 kişiye düşen GLA, Doğu Avrupa’da 190 metrekare, Batı Avrupa’da 275 metrekare ve Avrupa genelinde de ortalama 250 metrekaredir. Bu pencereden baktığımızda ülkemizin hala ciddi bir potansiyel barındırdığını söylemek mümkün. AVM yatırımları için en önemli kriterler nüfus yoğunluğu, satın alma gücü ve nüfusun yaş, meslek, satın alma davranışları gibi diğer sosyo-ekonomik özellikleridir. Türkiye, dinamik yapısı itibari ile satın alma odaklı genç bir nüfusa sahip. Avrupa’daki görece daha yaşlı nüfusa, sosyal yapının özelliklerine ve satın alma davranışlarına baktığımızda ekonomik stabilitenin tekrar oluşması halinde ülkemiz, yerli ve yabancı yeni ticari gayrimenkul yatırımları için hedef ülkeler arasında yerini kolaylıkla alacaktır. Bununla birlikte 2000’li yılların başında gelişmeye başlayan AVM sektöründe, alışveriş merkezlerinin günün gerekliliklerine uygun şekilde yenilenmesi de bugünden başlayarak büyük önem arz etmektedir. AVM sektörü, eskiyen yapılara, değişen müşteri talep ve ihtiyaçlarına, perakende sektöründeki hızlı gelişime, pandemi ile birlikte ivme kazanan dijitalleşmeye ve tüm dünyada en önemli gündem maddelerinden biri olan sürdürülebilirlik kriterlerine ancak dönüşerek cevap verebilir. Dolayısıyla sektörün sürdürülebilir başarısı için yeni AVM yatırımlarından ziyade mevcut alışveriş merkezlerine yapılacak yatırımlar önümüzdeki yıllarda önceliğimiz olmalıdır. Bunun yanı sıra, alışveriş merkezleri artık sadece ürün ve hizmetlerin satıldığı yapılar olmaktan çıkıp birer sosyalleşme mekânı haline gelmiştir. Bu yapılara perakende harici fonksiyonların da dahil edilmesi, şartlar dahilinde açık ve kapalı alanların entegre edilmesi, açık alanları olan kafe ve restoranların, farklı eğlence opsiyonlarının, ortak çalışma alanlarının, spor, sağlık, kültür-sanat merkezlerinin müşterilere sunulması ve çağın gerekliliklerine uygun olarak dijital çözümlere yer verilmesi AVM’lerin çekim gücünü artıracaktır.

Enflasyona bağlı olarak Türk tüketicisinin harcamasının azalmasını ancak turist harcamalarıyla karşılanabiliyor olmasının sektör açısından olumlu/olumsuz ve riskli yönleri nelerdir?

Pandemi ve ardından gelen Rusya-Ukrayna Savaşı, tüm dünyada tedarik zincirinde kırılmalara, gıda ve enerji krizine sebep olmuş; tüm bu gelişmelerin birbirine geçen sonuçları ile enflasyonist bir ortamı da beraberinde getirmiştir. Ülkemiz, kendi dinamiklerinin de etkisiyle bu global ekonomik krizden büyük oranda etkilenmiş durumda. Tüm toplum için geçerli olmak üzere satın alma gücünün düştüğünü biliyoruz. Bu elbette Türk tüketicisinin harcama motivasyonunu etkileyen bir durum. Bununla birlikte, pandemi döneminde ertelenen bazı harcamaların ve fiyatların daha da yükseleceği endişesi ile de bazı satın almaların yapıldığını da gözlemliyoruz. Artık eskisine nazaran fiyat-performans oranını gözeten çok daha bilinçli bir tüketici profili olduğu da bir gerçek. Kısaca Türk tüketicisinin satın alma davranışlarının değiştiğini, bazı zorunlu olmayan harcamaların eskisine oranla azaldığını, bununla birlikte sağlık, spor, elektronik gibi harcamalarda ise artışlar olduğunu görüyoruz. Yani hem kategori bazında hem de dönemsel olarak değişkenlik gösteren bir satın alma davranışı söz konusu.

Bu noktada, Rusya, Orta Doğu ve Avrupa’dan gelen turistlerin yaptığı harcamalar, ciroların gelişimini olumlu yönde etkiliyor. Türkiye, üç tarafı denizlerle kaplı konumu, sahip olduğu tarihi ve kültürel miras ve doğal güzellikleri ile bir turizm ülkesi. Özellikle İstanbul ve Antalya dünyada en çok turist çeken şehirler arasında yer alıyor. Alışveriş merkezlerimizin de dünya standartlarında hizmet vererek gelir sağlıyor olması bizler için mutluluk verici. Bu potansiyeli daha da yukarılara taşımak ve genele yaymak hedeflerimiz arasında olmalı. Turizm gelirlerinin artması ve ülkeye döviz girdisi olması, turizmin gelişmesine, bu sektörde istihdamın artmasına, alışverişe ve dolayısıyla ülke ekonomisine de her anlamda katkı sağlayacaktır. Elbette amacımız, tüm alışverişi turizm harcamalarına bağlamak değil. Umuyorum ki önümüzdeki dönemde oluşacak stabilite ile ekonomide de rahatlama yaşanır. Daha önce de zaman zaman ekonomik dalgalanmalar ve kriz dönemlerinin ardından da toparlanma ile yükseliş dönemleri yaşadık. Geleceğe de umutla bakıyoruz. Perakende çok dinamik bir sektör. Biz de alışveriş merkezleri olarak bu dinamizme eşlik edip mevcut kaynaklarımızı doğru kullanarak elimizden gelen katkıyı sağlamaya elbette devam edeceğiz.

“444 AVM’nin olduğu Türkiye’de bin kişiye düşen brüt kiralanabilir alan 165 metrekare iken Doğu Avrupa’da 190 metrekare, Batı Avrupa’da 275 metrekare ve Avrupa genelinde de ortalama 250 metrekaredir.”

“Küresel uygulamaların Türkiye’ye uyarlanması, sadece AVM yatırımlarının değil otel, ofis, rezidans ve lojistik gibi diğer ticari gayrimenkul yatırımlarının da gündeme alınmasına olanak sağlayacaktır.”

Son yıllarda tüm sektörlerde olduğu gibi AVM sektöründe de uluslararası/ulusal yatırımların durma noktasına gelmesinin genel ve özel/sektörel nedenleri sizce nelerdir?

Daha önce de bahsettiğim gibi son yıllardaki gelişmeler sonucunda oluşan enerji krizi, artan enflasyon, yüksek maliyetler ve finansman zorluğu sadece Türkiye’de değil Avrupa’da da gayrimenkul yatırımlarının yavaşlamasına sebep oldu. Bununla birlikte Türkiye’de AVM yatırımlarının yavaşlamasında başka etkenler de rol oynamaktadır: Bildiğiniz gibi, 2018 yılında çıkan kanunla birlikte, alışveriş merkezleri döviz ve dövize endeksli kira bedeli tahsil edememekte; bununla birlikte döviz cinsinden kredi borçları ise devam etmektedir. Özellikle pandemi ve sonrasındaki gelişmelerle birlikte gelen kurdaki yükseliş, AVM’lerin gelir-gider dengesini büyük ölçekte ve olumsuz yönde etkilemektedir. Bunun da ötesinde sözleşme serbestisinin ortadan kalkması, hem kredi borçlarını döviz olarak ödeyen AVM yatırımcılarını zora sokmakta hem de yatırım kararı verirken yapılan fizibiliteleri tamamen etkileyerek yeni yatırımların hayata geçirilmesini de engellemektedir. Aynı şekilde artan enerji maliyetleri, perakendeciler kadar yatırımcıların da yükünü artırmıştır. İşletme giderleri, yüzde 40-50 oranında yatırımcılar tarafından sübvanse edilmektedir. Tüm bu gelişmeler yatırımcıları zorlamakta, yatırım ortamına olan güveni de hem yerli hem de yabancı yatırımcı açısından zedelemektedir. Bu nedenle gerek yerli gerekse yabancı AVM yatırımcısının iştahı maalesef azalmıştır. Yabancı yatırımcı oranı son 5 yılda 28%’den 20%’ye gerilemiştir. Bugün yaklaşık 2,1 milyon kişiye dolaylı yoldan istihdam sağlayan AVM ekosisteminde sürdürülebilirliğin sağlanması, regülasyonlarda stabilitenin sağlanması yerli ve yabancı yatırımcının önemle beklediği konulardır.

Bu nedenlerin ortadan kalkması için önerileriniz/beklentileriniz nelerdir?

Yatırımların tekrar canlanabilmesi için ekonomik stabilitenin yanı sıra kanun ve düzenlemelerde uluslararası standartların uygulanması büyük önem taşımaktadır. Gelişmiş ülkelerin birçoğunda olduğu gibi ticari gayrimenkul kira rejiminin ülkemizde de düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Borçlar Kanunu’nda ticari gayrimenkul kiralanmasına ilişkin yasa ve yönetmeliklerin düzenlenmesi sektörün önünü açacaktır. Basiretli tüccarlar arasındaki sözleşme serbestisinin sağlanması ve dövize endeksli kredi borçlarının kısmen TL’ye çevrilmesi de AVM’lerin sürdürülebilir geleceği ve yeni yatırımların hayata geçmesi açısından alınabilecek diğer önlemlerdir. Son dönemde gündeme gelen ortak gelirlerin düzenlenmesine ilişkin mevzuat değişikliğinde de AVM yatırımcıları aleyhine benzer sıkıntılar vardır. AVM’lerin gelir-gider dengesinin yatırımcılar aleyhine sürekli bozulduğu bir noktada, mevcut yatırımların değer kazanması, yeni yatırımların yapılması ve dolayısıyla perakendenin de büyümeye devam etmesi mümkün olamayacaktır. Bu sebeple, AVM yatırımcıları olarak bizim beklentimiz, sektör paydaşlarının ve kamu otoritelerinin büyük resmi görerek tüm tarafların çıkarlarını optimum düzeyde ve uzun vadede koruyacak şekilde kararlar almaları ve böylece sektörün önünü açmalarıdır. Küresel uygulamaların Türkiye’ye uyarlanması, sadece AVM yatırımlarının değil otel, ofis, rezidans ve lojistik gibi diğer ticari gayrimenkul yatırımlarının da gündeme alınmasına olanak sağlayacaktır. Biz de AYD olarak hem ulusal hem de uluslararası yatırımların hayata geçirilmesi amacıyla istikrarlı, şeffaf ve ön görülebilir bir yatırım ortamının tesis edilebilmesi için çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

Tüm dünyada yaşanan pandemi ve ülkemizde son aylarda yaşanan deprem/doğal afetlerin sektöre etkileri hakkında neler söylemek istersiniz?

AVM sektörü, pandemi dönemi ve sonrasında gelen süreçten en çok etkilenen sektörlerden biri olmuştur. Pandemi esnasında AVM’lerin kapalı olduğu dönemler yaşanmış, AVM’ler hijyen açısından en güvenli yerlerden olmalarına rağmen ziyaretçilerin kapalı alanlarda bulunma endişeleri sebebiyle giriş sayıları ve cirolar düşmüş, kirasız dönemler yaşanmış ve sektör genelinde bu süreçte, yatırımcılar tarafından 11 milyar TL kira indirimi uygulanmıştır. Burada amacımız, tüm dünyayı etkisi altına alan bu olağanüstü süreçte sektör olarak tüm aktörlerimizle birlikte ayakta kalmaktı. Yani pandemi bize zor zamanlardan en az hasarla çıkabilmek için iletişimin ve empatinin ne kadar önemli olduğunu ve bütünün yararı için zaman zaman elimizi taşın altına koyup fedakârlık etmemiz gerektiğini bir kez daha yaşatarak hatırlattı. Bunun yanı sıra pandemi ile birlikte e-ticaretin ivme kazanması ve değişen müşteri alışkanlıkları iş yapış şekillerimizi de değiştirdi. Alışveriş merkezlerini artık sadece ürün ve hizmetlerin satın alınabildiği mekanlar olarak görmüyoruz. AVM’ler, şehirlerle bütünleşmiş sosyal alanlardır. Dolayısıyla sağlık, spor, kültür, ortak çalışma alanları gibi perakende harici fonksiyonları dahil ederek; eğlence, yeme-içme gibi sosyalleşme fonksiyonlarına daha fazla yer vererek; düzenlediğimiz etkinlikler ve sosyal sorumluluk projeleri ile bu kompleks yapıların çekim gücünü artırıyoruz. Yani işimizin kapsamı ve çehresi de değişti aslında.

Öte yandan tüm milletimizi derinden yaralayan deprem felaketi sonrasında da aslında AVM’lerin toplum için sosyal faydasına tanık olduk. Depremden etkilenen vatandaşlarımızın ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik olarak tüm kurumlarımız ve milletimiz seferber oldu. Biz de depremin hemen ardından AFAD-AYD koordinasyonuyla bölgede 15 aşevi kurduk ve bu aşevlerinde günde 45 bin kişiye sıcak yemek ulaştırdık. Depremin ilk anlarından itibaren sadece bölgedeki değil, diğer illerdeki AVM’ler de vatandaşlarımız için seferber oldu. Kimisi yardım kimisi kan toplama merkezine dönüşürken bir kısmı da arama-kurtarma ekipleri oluşturarak bölgeye sevk etti. 160 AVM, AFAD ile koordineli olarak yardım toplama merkezi olarak hizmet verdi. Bölgede uygun olan AVM’ler gece barınma ihtiyacı için kapılarını açtı. AVM yatırımcıları tarafından bölgeye çok sayıda ihtiyaç malzemesi, vinç, ekskavatör, jeneratör, aydınlatma kulesi ve konteyner de iletildi. Ayrıca AYD bünyesinde deprem yaralarının uzun vadede sarılabilmesine yönelik çalışmalar yapmak üzere bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, önümüzdeki dönemde de devlet kurumları, STK’lar ve AYD’nin de temsil edildiği TAMPF ile birlikte projeler gerçekleştirecek.

Görüldüğü üzere AVM’ler, deprem yönetmeliklerine uygun olarak yapılmış genç yapı stoğu ile; geniş otoparkları ve/veya açık alanları ile afet durumlarında lojistik destek, barınma, depolama gibi ihtiyaçları giderebilir, koordinasyon merkezi görevini üstlenebilirler.

Deprem bize ne öğretti derseniz, standartlara ve kurallara uymanın ne kadar önemli olduğunu öğretti. Milletimizin zor günde dayanışma içinde birlik olabildiğini gösterdi. Elbette böyle büyük yıkımların ve travmaların bir daha hiç yaşanmamasını ümit ediyor ve tüm milletimize bir kez daha başsağlığı diliyorum.

Devamını Oku

Röportaj

“Gıda ile endüstriyel ürün kavramlarını birbirinden ayırmamız lazım”

Editör

Yazar:

17 ay aradan sonra Tarım ve Orman Bakanlığı’nın taklit veya tağşiş yapıldığı kesinleşen 371 firmaya ait 559 parti ürünü kamuoyuna açıklaması ile et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, sıvı yağlar, bal çeşitleri, takviye edici gıdalar ve çikolatalar başta olmak üzere tükettiğimiz birçok üründe tespit edilen uygunsuzluk sektörde büyük ses getirdi. 5 yılı aşkın süredir web sitesi ve sosyal medya hesaplarıyla ‘Ne Yediğinizi Biliyor Musunuz?’ diyerek dikkat çeken Musa Özsoy ile röportaj yaptık.

Gıda Dedektifi hesabı ne zaman, neden/nasıl oluştu; hesabın sosyal medya ve internet sayfası verileri/gücü hakkında bilgi verir misiniz?

Gıda Dedektifi hesabının kuruluş sürecini 2020 yılının Şubat ayında kaleme aldığım Ne Yediğinizi Biliyor Musunuz kitabında uzun uzun anlattım. Bilen biliyor aslında; ürik asit yüksekliğinin sebep olduğu bir cilt problemi yaşadığım süreçte araştırmalarım ve beni iyileştiren doktorumun katkısıyla ürik asit – beslenme ilişkisini irdelemiştim. Buradan çıkan çarpıcı bir sonuç üzerine de marketlerdeki ürün etiketlerini okumaya başladım. O çarpıcı sonuç daha önce varlığını pek bilmediğim ve bir şey alırken dikkat etmediğim glikoz-fruktoz şurubuydu. Aslında temel problem fruktoz şurubu içeren ürünlerdi. Bu farkındalığımı Ankara’dan İstanbul’a yaptığım bir tren yolculuğunda insanlara aktarmaya karar verdim. Hemen orada Gıda Dedektifi ismini buldum ve hesaplarımı oluşturarak trenden iner inmez ilk iş bir marketin yolunu tuttum. Her şey bu kadar doğal ve planlanmamış şekilde başladı. Bugün Instagram başta olmak üzere; Twitter, Facebook, Linkedin, Youtube ve Telegram gibi çok farklı platformlarda 1,5 milyonu aşkın kişiye hitap etmekteyim. Sosyal medya ve web sitesinde aylık gösterimlerimiz ise 10 milyonu aşmakta.

Gıda Dedektifi’nin gelir modeli/şekli nedir (sadece Ürün İncelemeleri ve Google bannarları mı)?

Dediğim gibi Gıda Dedektifi planlı bir şekilde başlayan bir proje değil. Tamamen kişisel olarak başlattığım ve aradan geçen 5 yılda da kişisel olarak yürütmeye devam ettiğim bir hesap bu. Ben 2017 yılının Mart ayında hesabı ilk açtığımda zaten uzun süredir serbest şehir plancısı olarak çalışıyordum. Yani maaşlı bir çalışan değildim, günlük çalışma planlarımı ve çalışma saatlerimi ben belirliyordum. O açıdan böyle bir hesabı yönetmek için de vaktim ya da esnekliğim vardı. O dönem işlerim de yoğundu, üzerimde birçok önemli şehir planlama işleri vardı. Paraya ya da ek bir gelir getirici işe ihtiyacım da yoktu. Zaten 3 yıl boyunca Gıda Dedektifi tek bir kuruş bile gelir elde etmeden yoluna devam etti. Gıda Dedektifi’ne baya baya yoğunlaşmıştım artık. Bir yandan da Denet- le hesabını açtım. O arada İTÜ Teknokent kapsamında bir start up projesi olan İTÜ Çekirdek’e kabul edildim. Bir yandan da İTÜ Çekirdek’de mobil uygulama geliştirme sürecine girdimde diğer yandan web sitesi açmaya çalışıyordum. İTÜ sağolsun bana AWS’den -dünyanın bir numaralı server sağlayıcısı- 10 bin dolar değerinde bir server hakkı hediye etti. İlk olarak gece gündüz 6 haftamı vererek geçmiş binlerce paylaşımı derleyip Gıda Dedektifi web sitesini yayına aldım. Sonunda artık şöyle bir şey oldu. Ben artık vaktimin tamamına yakınını Gıda Dedektifi’ne harcıyordum. Bu durumun tabi hem aile içinde hem de mesleki çevremde etkileri oldu. Düşünün karşınızda size bakmakla yükümlü bir kişi var işi gücü bırakmış hiçbir gelir elde etmediği bir işle bütün gün uğraşıyor. Arada ona tehditler geliyor, mahkemeler, davalar, telefonlar derken evdeki huzurunuz da bozuluyor. Bir gelir falan da elde etmiyordum. Onun dışında mesela bir plan işiyle ilgili belediye meclisinde görüşme yapacağım insanlar beni gıda dedektifi olarak tanımaya başladı. Bu durum belki birilerinin hoşuna gidebilir fakat mesleki olarak beni zora sokuyordu. Öyle böyle derken ben artık mesleğimden daha fazla bu işe zaman ayırdığımı kabullendim. Bu konuda da gelir modeli olarak neler yapılabileceğini düşünmeye başladım. Kesinlikle diğer hesaplar gibi gizli reklamlarla insanları kandırmak gibi bir derdim olamazdı, isteseydim onlar gibi yapıp bugün ben de çok zengin olurdum. Ama yapmadım, yüz kere aynı şeyi yaşasam yüz kere de yapmam. Fakat ben de hesabın çizgisine ve etik değerlerime uygun bir gelir modeli arayışına girdim.

Gıda Dedektifi Musa Özsoy’a göre “Firmaların saçma sapan isimlerle, görsellerle ve algılarla tüketiciyi sürekli ve bilinçli olarak kandırmaya çalışması ve ambalajlarda ürünlerle ilgili içerik, besin değerlerinin tüketiciye açık, net olarak beyan edilmemesi” sektörün temel sorunları.

Bugüne kadar ki yayınlarınızda kimlerle, hangi resmi-özel kurum/kuruluşlarla hangi iş birliklerini yaptınız; hangi destekleri aldınız?

İlk gelir modelim okul söyleşileri kapsamında başlattığımız bir sponsorluk ile oldu. Çoğunluğu devlet okulu olmak üzere İstanbul ve Ankara’da 40 farklı okula giderek o dönem sponsorlardan aldığım cüzi bir ücret karşılığında gelir elde edip, şahsi şirketim üzerinden tamamını faturalandırdım. Buna rağmen birçok davaya iftiraya maruz kaldım. Aynı dönemde bazı firmalar ürünlerini incelemek üzere bana talepte bulundular. İlk olarak Beeo firmasıyla anlaştık. Ürünlerini bağımsız gözle inceliyor, tek kelimesine dokundurmadan yayınlıyordum. Beeo sonrasında Züber, Altınkılıç, Yayla Bakliyat gibi birkaç firmadan daha talep geldi, hepsini gayet şeffaf bir şekilde özel inceleme ibaresini koyarak paylaşmaya başladım. Bu paylaşımlar ayda bir kez story olarak yapılıyor, talep eden takipçiler web sitesine girip ürün incelemesini okuyordu. Yani ortada reklam anlayışıyla yapılan bir şey yoktu. Instagram post paylaşımlarında bu özel incelemelere asla yer vermedim. Web sitesinde yaptığım duyurularla da insanlar bu incelemeleri firmaların talep ettiğini ve ücret ödediğini hep bildiler, hiçbir şey gizlemedik. Zaten genelde olumlu içerikler olduğu için firmaların tek isteği ürünleri benim gözümle inceleyip yayınlamamdı. Hiçbirinin bugüne kadar bir satış kaygısı, reklam talebi ya da cümlelerimi eğip bükme gibi bir düşüncesi olmadı. Şu anda da Gıda Dedektifi’nin özel incelemeler ve web sitesindeki google reklamları dışında – bir de son dönemde hepsiburada ile anlaştık tüketicinin kararı anketleri doğrultusunda olumlu oy alan ürünlerin listesini yayınlıyoruz – herhangi bir gelir modeli bulunmuyor.

Bu hesap üzerinden yaptığınız “Özel Araştırma, Gündem, Aman Dikkat!, Aslında Kaç Gram?, Dünya Turu, Gıda Güvenliği, Kim Üretiyor?, Ne Yemeliyiz?, Nereden Bu Enerji?” konuları/kategorilerinin içeriği ve varsa kısa oluşma hikayelerini anlatır mısınız?

İlk yıllarda yoğunlukla yaptığım etiketler aslında bunlar. Bazılarından ilk kez biz bahsetmiştik o dönemde. Mesela; Dünya Turu ismini koyduğumuz paylaşımlar aslında ürünlerin menşe ülkelerine dikkat çekiyordu. Şimdi bilinir oldu ama o dönem kimse aldığı çocuk mamasının ya da baharatın, mercimeğin menşe ülkesine bakmıyordu. Fakat baktığınızda birçoğu yurtdışından gelen ürünlerdi bunlar. Bugün Kanada’dan mercimek, Çin’den pirinç, Yunanistan’dan ekmek, Almanya’dan çocuk maması diye yaygın şekilde biliniyorsa bizim yayınlarla başlamıştır bu süreç. Bunun da başlangıcı işte bu ve benzeri etiketli instagram paylaşımlarıydı.

Mesele Kim Üretiyor başlığı altında da yine o dönem hiç bilinmeyen private label ürünlerden bahsettik. Fason üretim modeliyle üretilen fakat bilinen bir markayla çıkan ürünlerin aslında o markaya ait firma tarafından üretilmediğini anlatmaya çalıştık. Bu kapsamda özellikle market markalarının çok bilinen firmalarla çalıştığını, tüketicinin boşu boşuna yüksek rakamlar ödememesinin önüne geçtik. Sonrasında bazı firmalar fason üretimi merdiven altı üretim ile bir tuttuğumuz gibi hiçbir mesneti olmayan ithamlarda bulunup bizi birilerine hedef gösterdiler ama yıllardır yaptığımız şeyden ben gayet eminim.

Nereden Bu Enerji’de yine dünyada bilinen fakat Türkiye’de pek anlatılmayan bir farkındalık paylaşımıydı. Gıda Dedektifi ilk kurulduğu dönem çok yaygın olan, rağbet gören kalori hesapları vardı. Fakat hiçbiri kalorinin kaynağından bahsetmiyordu. Ben bilimsel temellere dayanarak bundan bahsetmeye başladım, bunu şimdi Youtube yayınlarımızla yaygınlaştıracağım. O dönemden gelen etiketlerden biri de buydu. Kısacası bu etiketlerde geçmiş yıllarda pek sözü edilmeyen bu ve benzeri farkındalıkların etiketleriydi.

Sizce Türkiye’de ki ambalajlı gıda üretimindeki temel sorunları maddeler halinde sıralar mısınız?

İlk olarak ambalajlı gıda ile endüstriyel ürün kavramlarını birbirinden ayırmamız lazım. Bir meyveyi ya da sebzeyi ambalaja koyduğunuzda bu bir ambalajlı gıda olur. Ya da peynir, tereyağı, yoğurt gibi ürünler ambalajlı olarak satılır zaten – aksini kabul etmek her şeyden önce hijyen kurallarına ve mevzuata da aykırı.

Fakat endüstriyel ürün dediğinizde içine katkı maddesi girmiş, adı üstünde endüstrinin eliyle yapılmış “gıda” değil, üründen bahsederiz. Bu kavramları da yıllardır oturtmaya çalışıyoruz. Çünkü birisi tv’de çıkıp ambalajlı ürün deyip herkesi korkutup kaçırıyor. Asıl korkup kaçmamız gereken ambalaj değil, ambalajın içinde katkı maddeleriyle üretilmiş ürünler var mı? Ona bakmalıyız. Bu kapsamda ilk olarak bu ayrımı yapmamız lazım. Temel sorunlardan biri bu. Diğeri de firmaların saçma sapan isimlerle, görsellerle ve algılarla tüketiciyi sürekli ve bilinçli olarak kandırmaya çalışması. Bu aynı zamanda benim hesaplarımda mücadele ettiğim temel konulardan biri. Diğeri ise ürünlerle ilgili içerik ve besin değerlerinin tüketiciye açık ve net olarak beyan edilmemesi. Bir ürününü paketini alıyorsunuz okumak ne mümkün! Okumaya kalksanız zamanınızı alıyor. Biz tabi bunları büyük puntolarla ve binlerce insana aktarınca birçok firma şikayet etti.

Bakın düne kadar ambalajlarında besin değerlerini paylaşmayan Türkiye’nin en büyük abur cubur firması bizi bugün mahkemeye vermiş durumdadır. Düne kadar paylaşmıyorlardı, bugün mevzuat gereği paylaşıyorlar. Bu sefer de Gıda Dedektifi bizimle ilgili tüm yayınlarını kaldırsın diye mahkemeye dava açıyorlar. Sorsanız bu insanlar inançlı, Allah, peygamber falan biliyorlar. Ama öyle iftiralara maruz kaldım ki daha önce de söyledim ama bunlarla benim hesabım Allah’a kaldı. Türk milleti adına karar mahkemeler nasıl sonuçlanır onu da göreceğiz fakat ben Türk milleti adına onların bu baskılarına boyun eğmeden, gerçekleri insanlara açıklamaktan asla korkmuyorum. Sıkıntılardan biri de bu, geçmişteki duruşuna güvenip bugün tüketiciyi resmen aldatan firmalar var. Bir şey de diyemiyorsunuz bunlara öyle güçlenmişler! Mesela bir firma var, o henüz dava açmadı. Yıllarca palm yağını hurma yağı diye yutturdular bu millete. Sorsanız onlar da inançlı! Ben onların samimiyetine inanmıyorum. Temel problemlerden biri de bu. Bu firmalar samimi değiller.

Gıda Dedektifi web sitesi ve sosyal medya hesaplarının yanında ‘Denetle’ hesabı 1,5 milyonu aşkın kişiye hitap etmekte.

Bu sorunların sorumluluğunu/sorumlularını tedarik zinciri içinde nedenleriyle nasıl sıralayabilirsiniz?

Sorunların en başında ne olursa olsun denetlemesi gereken resmi ve özel kurumlar geliyor. Başta bakanlıklar var. Bakın bir ülkede devlet koyduğu kuralları uyguladığı ölçüde güçlüdür! Diğer yandan bu kurallara tabi olanların da bu sıralamada yok ama ahlaki sorumluluğu da önemli. Samimiyet yok dedik ya, aslında bakarsanız temelinde ahlak da yok. İnanç da yok. Bunlar olsa zaten kurallara uyması gerekenler kurallara uyar, denetim mekanizmasını beklemez bile! Fakat ahlak, etik, samimiyet, inanç kavramlarının içi boş olup bir de denetim de olmayınca işte o zaman saldım çayıra moduna giriyoruz. Kimse kusura bakmasın ama benim yıllardır gördüğüm, bir tek gördüğüm değil kanıtlarıyla, örnekleriyle gösterdiğim şeyleri konuşuyoruz. Bu ikisinin dışında da üretici firmalar da bu sorunların tabii ki etkenlerindedir. Üretici firmalar ürettiği ürünü en iyi bilendir, değil mi? Yani ne ürettiğini üretenden daha iyi bilen olamaz. E onu bile bile siz çocuk bisküvisinde hala glikoz şurubu kullanabiliyorsanız, çocukları hiperaktiviteye sürükleyen renklendiricileri koyabiliyorsanız, şekeri basıp üstüne çizgi film figürleri koyup daha çok satış bekliyorsanız… Kusura bakmayın ben saygımı korumaya çalışıyorum ama bunlar saygı duyulacak şeyler değil. Geleceğimizi üç kuruş için satanlara ben saygı duymam.

Asıl mesleği şehir plancılğı olan ve ürik asit yüksekliği sebebiyle yaşadığı bir cilt probleminin nedenlerini araştırırken çıkan çarpıcı bir sonuç üzerine marketlerdeki ürün etiketlerini okumaya başlayan Musa Özsoy’un yayınlanmış iki kitabı bulunuyor.

Yayınlarınız üzerine kaç şikayet, dava/mahkeme açıldı nasıl sonuçlandı veya devam ediyor? Bu sorunu nasıl aşıyorsunuz?

Bugüne kadar suç duyuruları çok oldu neredeyse tamamından takipsizlik aldık. Bunların bazılar bireysel oldu bazıları da firmalar tarafından yapıldı. Bireysel yapılanlardan bir örnek vereyim. Bana bir gıda mühendisi şaklaban dedi. Ama artık kaçıncı olan olay bu! En sonunda avukatıma lütfen bununla ilgili gereğini yapın dedim. Bakın bu hakaret kısa sürede mahkemede cezasını buldu şimdi o şahıstan ben bir şey talep etmiyorum ama avukatım vekalet ücretini bile alamıyor biliyor musunuz? Benim param yok diyor şahıs, ailemle yaşıyorum kiradayım diyor. Bir tane markette kasiyer olarak çalışıyor ne oldu şimdi maaşına haciz konacak. Birilerinin gazına gelip bana hakaret edene kadar güzel kardeşim sen kendi haline yansana. Ailene, kendine, çevrene yazık değil mi? Ben bunlardan kesinlikle memnun değilim ama herkesin de bir şey söylerken dönüp aynaya bakması lazım.

Davalara gelirsek beni bugüne kadar dava eden sanırım 4 firma oldu. Birisi sucuk firmasıydı o davadan beraat ettim. Diğeri ise malum pekmezci bir firma var. Adını zikretmiyorum çünkü sizinle de uğraşmasınlar! Bir tv kanalı haber yaptı onları da dava ettiler! Yahu tv kanalını dava etmek nedir! Geçen bir takipçim atasözü paylaşmış it ürür kervan yürür diye onu da dava etmişler. Beraat etti tabi ki! Şimdi böyle gözünü karartmış bir firmayla karşı karşıyayız. Sanırım hakkımda 2-3 tane ceza, 2-3 tane de hukuk davası açtılar. Tamamı mesnetsiz. İftira niteliğinde bir dolu iddiaları var ve benim şehir plancısı olduğum, bu işleri yapmamın uygun olmadığı gibi saçma sapan dayanakları var. Aynı zamanda haksız rekabet gibi nereye çekseniz oraya gidecek maddeye dayanarak ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Diğeri de Türkiye’nin en büyük abur cubur firması. Gofretimizin sağlıksız olduğunu iddia ediyorlar diye mahkemeye beyan veriyorlar. Ben değil, Dünya Sağlık Örgütü ve Türk Gıda Kodeksi öyle diyor! Hepsinin bilimsel ve akademik altyapısını mahkemelere sunuyoruz. Bilirkişiler eğer üç beş kuruşa tamah etmez doğruyu yazarsa, hakimler de bir zahmet edip bu belge- lerimizi okursa gerçek hızla ortaya çıkar zaten. Diğer yandan da Ticaret Bakanlığı ile davalık olduk. Bana geçen sene bir idari ceza uyguladılar ona karşı ben de hakkımı arıyorum. O da işin acı tarafı.

Ben kimse sahip çıkmasa bunca emeğe millet sahip çıkıyor, devlet de herhalde arkamızda durur diyordum. Devlet beni en çok yaralayan kararlara imza attı. O kararlara imza atanları da bu iftiraları atanları da asla affetmeyeceğim, varsa zerre kadar hakkımı da helal etmeyeceğim. Ben hiçbir şeye üzülmüyorum da bunlarla uğraşırken 2 yılım heba oldu. Neyse ki şimdi artık bunlardan uzaklaşıp kafamı toplayıp kaldığım yerden insanlara faydalı olmaya devam edeceğim.

Sosyal medya hesabınızda ki bir paylaşımınızda ABD ve İngiltere’den oturum izni ve basın kartı kazandığınızı söyleyerek “Siz olsanız ne yapardınız?” dediniz; ne yapacaksınız?

Bir gün bir arkadaşım “Şu çalışmaları İngiltere’de yapsan ödül alırdın” demişti, gülmüştük. Sonra cidden başvuru yapsana sosyal medya çalışmaların dikkatlerini çekebilir dediler. Biz de başvurduk. Gıda Dedektifi ve Denetle ile yaptıklarımı sundum İngiltere’de sosyal medya alanında çalışma ve oturum hakkı aldım. Geçen ay bir de ABD’den yine sosyal medya çalışmalarım kapsamında yeni medya alanında basın kartı aldım. Ne yapardınız dedim evet, insanların duygularını ve düşüncelerini merak ettim. Farklı duygularla birçok benzer şey yazıldı. Bir süre İngiltere’de çalışmalarıma devam edeceğim, ailemle bir süre burada olacağım. İmza günü ve tv yayınları gibi durumlar oldukça geleceğim, tatillerde zaten oradayız. Bu süreçte İngiltere başta olmak üzere Avrupa’ya yönelik İngilizce içerikli çalışmalara başlamak istiyorum. Ayrıca İngiltere’de sosyal medya alanında çeşitli firmalara danışmanlık çalışmaları yapıyorum. Diğer yandan 2-3 yıla yayılmış şekilde bazı akademik planlarım var. Bunları hayata geçirip Türkiye’ye çok daha faydalı olacak şekilde dönmek istiyorum. Daha önce de yazmıştım, daha yeni başlıyoruz.

Gıda ile ilgili paylaşımlarla başlayan sosyal medya hesaplarınızda artık birçok farklı konuda da paylaşım yapıyorsunuz kendinizi bir gazeteci mi, blogger mı, influencer mı, fenomen mi, instagrammer mı, youtuber mı olarak görüyorsunuz?

Aslında temelde gıda dışında bir paylaşım yapmıyorum. Twitter’daki kişisel hesa- bımda bazen yazdıklarım yadırganıyor fakat şu atlanıyor. Orası benim kişisel hesabım ve Twitter’da ben 2009 yılından beri varım! Yani belki de birçok insan daha Twitter’da yokken ben orada yazıyordum, paylaşım yapıyordum. Fakat temelde tabi ki gıda hakkında paylaşacağım birçok şey varken farklı konulara girmeme gerek yok aslında.

Bir de maalesef bazı şeyleri tartışmak adına doğru bir zamanda değiliz. Siz ne kadar doğru düzgün bir şey söyleseniz de kalkıp size hadsizce cevap veren, umursamaz yorumlar yapan birileri çıkıyor. Bu minvalde ben kendimi her şeyden önce devletini, ülkesini seven, faydalı olmaya çalışan vatandaş olarak görüyorum. Asla bir influencer ya da fenomen olma gayretim olmadı, kişisel olarak bir beklentim de yok. Gazeteciyim demem doğru olmaz fakat ortada bir gazetecilik var mı derseniz birçok yayınımda bunun gereğini ortaya koyduğumu görürsünüz. Bunlardan en iyisi araştıran, yazan bir araştırmacı, yazar ya da belki blogger olabilir. Fakat dediğim gibi özünde araştıran, farkına varan ve fark ettiklerini insanlara duyurmaya çalışan biriyim.

Yönettiğim hesaplarda da kişisel fikirlerimi değil, olması gerekenleri ve mevzuatın gereklerini ortaya koymaya çalışıyorum. Böyle bir ihtiyacın hasıl olması, benim bu ihtiyaca karşılık veriyor olmam da ayrıca abesle iştigal. Ona pek değinmedik. Ama özünde insanların gıda dedektifi gibi bir hesaba ihtiyacı kalmadığı gün, benim de bu hesapları yönetmeme gerek kalmayacak. O gün geldiğinde ben de kapatıp gitmesini bileceğim. O güne kadar umarım ki insanlara faydalı olmaya devam ederim. Temel mesele bu, gerisi laf-ı güzaf.

Yaptığı yayınlar ve paylaşımlarla ülkemizde hakkında davalar açılan Gıda Dedektifi Musa Özsoy, şimdilerden ülkemizde yaptıklarını anlatan sunumuyla başvurup kazandığı sosyal medya alanında çalışma ve oturum hakkı ile İngiltere’de yaşıyor.

Musa Özsoy kimdir?

1983 yılında İstanbul doğumluyum. Bir diğer deyişle tam da şehirleşmenin göbeğinde, Türkiye’nin kontrolsüz büyüyen metropolünde doğmuşum. Bahçelievler’de önceleri oyunlar oynadığımız, civcivleri otlattığımız arsaların sonradan binalarla dolarak bizi boğduğu bir süreci bizzat yaşadım. Pal Sokağı Çocukları’nı okuduğumda benzer hislerin farklı coğrafyalarda, farklı insanlar üzerinde de yaşandığını fark ettim. Belki de bilinçaltım beni bu sürece hazırladı ama 2007 itibariyle ülkeme bir şehir plancısı olarak hizmet etmeye başladım. Hem şahsi hem mesleki olarak gördüm ki şehirleşme hepimizin hayatını topyekün etkilemiş. Türkiye’de kırsal nüfus dünyada benzerine az rastlanır şekilde düşerken, herkes şehirlere akın etmiş. Bugüne geldiğimizdeyse şehirleşmenin etkisiyle artık tarım, hayvancılık, kırsal yaşam gibi kavramların can çekiştiği, ortada sürdürülebilir bir politika da olmadığı için maalesef dışa bağımlı olduğumuz bir dönem yaşıyoruz. İşte tüm bunlardan bağımsız olarak bugün şehirlerde yaşayan bizler, endüstriyel olarak üretilen sayısız gıdayla, ürünle besleniyoruz. Aslında benim ortaya koyduğum paylaşımlarda geçmişteki şahsi gözlemlerimden mesleki edinimlerime, Türkiye’deki şehirleşme sürecinden dünyadaki endüstrileşme sürecine kadar birçok unsurun katkısı var.

Devamını Oku
Advertisement

Etiketler

POPÜLER