Ercüment Tunçalp
Faiz – enflasyon ilişkisi
Önce faiz oranlarına yön veren bileşenlere bakalım:
Nominal faiz oranı (net) = Reel risksiz faiz oranı + Beklenen enflasyon oranı + Risk primi( sigorta) + Likidite primi + Vade primi
Bu formüle göre;
- Vade sonunda alınacak olan faizi belirleyen ana unsur vade sonundaki beklenen enflasyon oranıdır. Zira enflasyon sebebiyle paranın alım gücü düşeceğinden bu fark faiz oranına yansımalıdır.
- Yetmez. Nominal (kayıtlı) faiz oranı enflasyon oranı ile eşitse paranın getirisi sıfırdır. Kimse parasını bedava kullandırmak istemeyeceğinden reel risksiz faizin de oluşması gerekir. Buraya kadarıyla bile; enflasyon sebep, faiz sonuçtur.
- Ama yine yetmez. Paranın geri ödenememe riskine karşı sigortalanması lazımdır. Dolayısıyla risk primi de faizi tetikleyen sebeplerden biridir. Zira faiz oranları borçlunun kredibilitesi ile de yakından ilişkilidir. Yani kişi, kuruluş veya ülkenin borçlarını zamanında ödeyememe riskine karşı faiz oranını yükselten bir ek maliyet daha gündemdedir.
- Devam ediyoruz. Bir de likidite primi gerçeği var. Bir yatırımın likit olması, kolayca nakde dönüştürülebilmesidir. Örneğin, hazine bonoları ve devlet tahvilleri; bankalar ve yatırımcı kuruluşlar aracılığıyla istenildiği anda kolayca paraya çevrilebilir. Ancak doğal olarak daha az likit olan diğer borçlanma araçlarının da bu olumsuzluğunu telafi etmek üzere daha yüksek faiz talep edilir. Borçlunun ödediği bu ek faiz de likidite primidir.
- Bitiriyoruz. Vade uzadıkça piyasa koşullarının değişme olasılığı artar. Bunun için uzun vadeli borcun faiz oranı kısa vadeli olandan daha yüksektir. Bu farkın getirdiği ek maliyet te vade primidir.
Neticede; faiz öyle bir sonuçtur ki; beklenen enflasyon dışında da çok ince hesabı gerektirir. O bakımdan nominal faizin de, gelir vergisi düşüldükten sonraki net nominal faiz olarak dikkate alınması gerekir.
Beklenen enflasyon oranı, kişiye ve kuruma göre değişkenlik gösterdiği için reel faiz oranlarının tartışılmasına sebep oluyor.
Örneğin çevremizde reel faizi yeterli görenler, hatta faiz indirimine devam edilmesini dillendirenler varken, bizler de reel faizin sıfırlandığını söylüyoruz. Sebebini “Reel faizde makul seviye” başlıklı yazımda açıkladım. MB yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 13,9 iken benim tahminim asgari yüzde 17’dir. İşte hesabı tartışmaya açan da bu farktır.
Elbette tahminlerin altı iyi doldurulmalıdır. O zaman buyrun.
Hükümet kredi genişlemesi için bankacılık sistemini zorluyor. Bir taraftan işsizlik tırmanırken, diğer taraftan inşaat ve otomotiv sektöründeki durgunluğu aşmak üzere genişlemeci para politikası yoluyla kredi kanallarının açılması hedefleniyor. Ancak bu beklenti özel bankalardan karşılık bulmuyor. Zira en basit bir ticarette dahi bir mal zararına satılamaz. Veya düzenli geliri olmayan bir müşteriye veresiye satış yapılamaz. Neticede parayı satan bankanın bu durumu ile mahallemizdeki bakkalın durumu tıpa tıp aynıdır. Yani banka ancak topladığı mevduata verdiği faizin üzerindeki bir oranla kredi verebilir.
Nitekim özel bankalar kredilerde kendilerini ayarlayarak devamlı reel faiz almayı sürdürüyorlar. Ancak mevduata ödenen faizde ise aynı durum her zaman geçerli olamıyor. Beklenen enflasyon oranındaki tahminler tutmayınca reel faiz eksiye düşüyor.
Hal böyleyken; alınan kararla kamu bankaları TL mevduatına MB’de yüzde 2 oranında zorunlu karşılık tutarken, tutumunu değiştirmeyen özel bankalar yüzde 7 dolayında karşılık bulundurmaya devam edecekler. Dahası da var. Kamu bankaları zorunlu mevduatlarına yüzde 15 faiz alırken, diğer bankalar yüzde 5 faiz alacaklar. Kredi maliyetlerindeki bu aşırı oynaklık şirketlerin yatırım fizibilitelerini yapmakta zorlanmalarına sebep oluyor ve fizibilite hesapları tutmuyor. Halka açık şirketlerin finansal raporları incelendiğinde, yatırım ve finansman giderlerinden oluşan zararları görmek mümkündür.
Şimdi, 12 Eylül 2019 tarihindeki Para Politikası Kurulu toplantısından 300 baz puan faiz indirim kararı çıkması bekleniyor. 100 baz puan indirim bile eksi reel faiz demektir. Oysa paranın satınalma gücünü reel faiz gösterir. Eksi reel faiz ise bir nevi vergidir.
Elbette yetkililer ‘düşük faiz, yüksek kur’ tercihinde bulunabilirler. Ancak bu da yüksek enflasyonla düşük faizi aynı tabloda buluşturur ki; eksi reel faiz yabancı yatırımcıyı kaçırır, bankaların mevduat toplamasını da zorlaştırır.
Yerli üretimi artırmadan, ara malı ithalatını azaltmadan bu tercih ekonomide bu günleri de aratır. Zira içerde düşen tasarruf miktarına karşı, ne yapıp edip dışarıya borçlanmaktan başka çare bulunmuyor.
Görüldüğü gibi dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz; enflasyonu düşürmeden faizi düşüremezsiniz. Çünkü para bulamazsınız.
Bunları söyleyince; sanki yüksek faizi savunduğumu düşünenler çıkabilir. Hayır, yüksek faiz kötüdür. Üstelik bir ülkede ne kadar yatırım yapılacağını faiz oranı belirler. Faiz oranı yüksekse yatırımlar azalır, düşükse yatırımlar artar.
Bu genel kuraldır. Ancak kendi özel durumumuzu da görmezden gelemeyiz.
- Bir ülke yüksek borca sahipse faiz oranları da maalesef yüksek olur. Genişletici para politikası ile kısa dönemde faizleri düşürseniz de uzun dönemde reel faiz ihtiyacı nominal faiz artışını zorunlu kılar.
- Ekonomi üç çeyrektir küçülüyor. Sabit sermaye yatırımları ikinci üç aylık dönemde yüzde 22.8 küçüldü. Sanayici ve imalatçının tedirginliğini gösteren bir resimdir.
- Mevcut borçluluk durumu ile azalan imkanlar, yeni hamlelerin önünü kesen diğer olumsuzluklardan biridir.
- Kredi limiti ve kredibilite yeterliliği azalmıştır.
- Faizin inmesiyle oluşacak döviz kurlarındaki artış işletme maliyetlerini artıracaktır.
- Talep yetersizliği ile maliyet artışının birlikte gerçekleşmesi ise kârlılığı düşürecektir.
- Gelir azalırken harcama artar mı?
Verimsiz ve tasarruftan uzak bir yönetim tarzı ile artar. Bu da bütçedeki büyük açığı kapatmaya yönelik olarak temel tüketim ürünlerine sık sık yüksek oranlı zam yapılmasını ve dolaylı vergilerin her fırsatta artırılmasını zorunlu kılar.
Sonuçta; eksi reel faiz her ülkede aynı sonucu vermez. ABD, Japonya, İngiltere ve Almanya bu günün koşullarında bize örnek teşkil edemezler. Zira üretiyorlar ve ürettiklerini de satıyorlar. Üstelik bizim sırtladığımız yukardaki yükleri de taşımıyorlar.
İzlenen mevcut politikalar krize çare olamaz, enflasyon yüksekse faiz düşük kalamaz. Sadece üretimin desteklenmesi yetmez, üretileni satın alacak tüketiciyi de güçlü tutmak gerekir.
Ercüment Tunçalp
Kırmızı et fırsatçıları iş başında
Başlıktaki ifade bana ait değil; sektörün tam merkezindeki Türkiye Koyun Keçi Yetiştiricileri Merkez Birliği (TÜDKİYEB) Genel Başkanı Nihat Çelik’e aittir.
Çelik diyor ki; “Ramazan ayında hemen her ürüne zam yapan fırsatçılar var. Ramazanda kırmızı ette arz sıkıntısı olmamasına rağmen fiyatları artırmak isteyen fırsatçılara karşı önlem alınması gerekiyor.”
Türkiye Kasaplar Federasyonu Başkan Vekili Osman Yardımcı ise, Ocak ayı içinde yaptığı açıklamada; “Ramazana iki ay olmasına rağmen et fiyatlarının artması için spekülatörlük yapanlar var. Ramazan bitene kadar elimizden geldiğince kırmızı ete zam yapmayacağız.” demişti. Arkasından fiyat artışları yağmur gibi geldi.
Geçtiğimiz Kasım ayında kaleme aldığım, “Kırmızı et sorunu ne olacak?” başlıklı yazımda karkas ve kırmızı et çeşitlerinin Almanya- Türkiye fiyatlarını euro bazında kıyaslamıştım. Esasen satın alma gücü farklılığını dikkate alınca böyle bir kıyaslama yapmak abesle iştigal etmektir. Zira her yerel paranın 1 birim olarak mukayese edilmesi gerekirdi. Buna rağmen ben böyle yaparak ulaştığım tuhaf sonuçlar daha kolay anlaşılsın istedim. Bizim fiyatlar euro bazında bile daha yüksek çıkmıştı. O günden bugüne kadar hızını alamayanlar, maliyet artışı gerekçesi ile fiyatları tırmandırmaya devam ettiler.
Böylece Almanya’daki fiyatlarda önemli bir artış olmamasına, euro kurunda bir sıçrama yaşanmamasına rağmen bizdeki fiyatlar uçtu gitti…
Karkas etin fiyatı Ocak 2022’de 59.94 TL iken, 2023 Ocak ayında 126.87 TL olup, yıllık artış oranı yüzde 111,66’dır. Sadece son 2.5 ayda karkas ete gelen yüzde 39 artış ile fiyat 176.21 TL’ye (8.68 euro) ulaşmıştır. (Kaynak: UKON)
Almanya karkas fiyatı ise 6 euro civarındadır (120 TL).
Ocak ayından bu yana yüzde 45 fiyat artışı gören dana kıyma 270 TL’ye (13.30 euro) yükseldi. Dana kıymanın Almanya’daki fiyatı 10 euro dur (203 TL).
Dana kuşbaşı fiyatımız ortalama 300 TL iken (14.78 euro), Almanya fiyatı ortalama 13 euro dur (264 TL). Dana antrikot fiyatımız ortalama 350 TL (17.24 euro) iken, Almanya fiyatı ortalama 16 euro dur (325 TL).
Şimdi buradan soruyorum;
Hani hep maliyet artışından ve enflasyon belasından dem vuruyoruz ya, bıraktık TL’yi, her şeyin euro ile alınıp euro ile satıldığını varsayıyoruz. Yetkili birisi bize bu fahiş fiyatların bir maliyet dökümünü çıkarabilir mi?
Artık bizim tüketiciye göre 4 kat fazla kişi başı gelire sahip olan Alman tüketici ile kıyaslamayı bir tarafa bıraktık. Yani her iki tarafta da, “Mevcut gelir ile ne kadar et alınabilir?” konusuna girmeye ihtiyaç kalmadı. Zira tereddüte yer bırakmayacak şekilde her şey net anlaşıldı. Üstelik bizim tarafta aile bütçesi içinde ete ayrılacak pay da kalmadı zaten…
Bazı çevreler bahane olarak depremi gösterme çabasına girdi. Bunun gerçekle ilgisi yoktur. Depremin yaşandığı tarih itibariyle, geçmiş 1 aylık fiyat değişim oranı yüzde 22.4 çıkmıştır. (Kaynak UKON)
Kırmızı Et Sanayicileri ve Üreticileri Birliği Derneği (ETBİR) Yönetim Kurulu Başkanı Veteriner Dr. Ahmet Yücesan; “Piyasada kırmızı ete gelen zammın ne yaklaşan Ramazanla ne şap hastalığıyla ne de daha önce yine konuşulduğu gibi depremle hiçbir alakası yoktur. Yılbaşından bugüne yüzde 50 civarında anormal zam gelmiş oldu. Karkas et 170-180 lira arasında toptan satılıyor. Parça etler piyasada 220 liradan 300 liraya kadar satılabiliyor. Alım gücü olarak 300 lira gibi bir rakama etin alınması maalesef biraz zor. Yani olması gerekenin üzerinde bir fiyat var. Köpük veya fahiş fiyat olarak söylenebilir.” diyor.
En ilginç ifade İstanbul Perakendeci Kasaplar Odası Başkanı Aydın Tüfekçi’den geldi. “Şubat’tan beri ette yüzde 40’ı aşan fiyat artışı oluştu. Yem fiyatları çok yüksek. Dolar yerinde duruyor. Benzin yerinde duruyor ama et neye dayanarak artıyor, biz de bunu soruyoruz.” diyor Oda Başkanı…
Bir süre önce süt fiyatlarındaki artışın gerekçesi olarak süt ineklerinin kesilmesi gösteriliyordu. Bu arada et fiyatları da tırmanmaya devam ediyordu. Yani süt arzındaki azalma süt fiyatını artırıyor ama et arzındaki yükseliş et fiyatlarını düşürmüyordu. İnsan aklıyla alay etmek bu olsa gerek!
Şimdi de et üretim miktarının azalması ana sebep gibi gösteriliyor. Demek ki son 2.5 ayda öyle büyük bir düşüş yaşanmış olmalı ki(!) yüzde 50 fiyat artışlarını görmüş oluyoruz. Oysa TÜİK’e göre 2022 yılının tamamında, büyük baş hayvan sayısı bir önceki yıla göre sadece yüzde 5.6 azalmıştır.
Sonra et ile ilişkisi kesilen tüketici sayısı dikkate alınmadan (Ramazan dönemi hariç), sadece üretim düşüşünün etkisi ölçülemez. Nitekim ETBİR Başkanı Ahmet Yücesan tarafından, “2017’de yıllık kişi başı kırmızı et tüketimi 14 kilo iken, bu rakamın 2022’de 7 kiloya düştüğü” açıklanmıştır.
Sonuç olarak; ortada bahaneler üreterek fiyatları tırmandırmanın anlamı yoktur. Her şey ortadadır ve yukarda da görüldüğü gibi bu sadece benim görüşüm de değildir.
Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından, Polonya’dan karkas et, Bosna Hersek’ten kemiksiz et, Uruguay ve Romanya’dan ise kasaplık hayvan ithalatı için sözleşmeler imzalandı ve sevkiyatlar da başladı. Yurt dışında bizim fiyatların çok altında bu kadar çok alternatif bulunabilmesi bile, tek başına mevcut durumu açıklamaya yeter…
Evet, Türkiye’deki mevcut hayvancılık destekleme uygulamalarının daha sağlıklı hale getirilmesi şarttır. ABD ve AB bünyesinde ve hayvancılığın ileri gittiği bütün ülkelerde desteklemenin sürdüğünü defalarca yazdık. Ancak güncel sorunumuz bu değildir. Sapla samanı iyi ayırmanın tam zamanıdır…
Bu saatten sonra evine et götüremeyen tüketicinin, hayvancılığın geleceğini düşünme lüksü olamaz. Zira karın doyurmanın önceliği vardır. Dolayısıyla bu fırsatçıları görmezden gelerek, sırf hükümete vurmak üstüne de söylem geliştirmek doğru olmaz!
İşte yukarda rakamlarla açıkladım, sektör yetkililerini de hakem sandalyesine oturttum. Buradan ‘maliyet zorlaması’ diye bir sonuç çıkıyor mu?
Ercüment Tunçalp
Yapı disiplini olmadan…
Başlıktaki teşhisi koyan kişi Prof. Dr. Mustafa Erdik’tir. Güncel deprem konusu için diyor ki; “Şili’de 9.2 büyüklüğünde bir deprem oldu, yani bizdeki depremin 30-40 katı büyüklüğünde. O depremde 500 kişi hayatını kaybetti. Deprem 500 kilometre kıyıyı etkiledi. Bunun sebebi yapı disiplinidir. Onlarda depremin dayanımı perde duvara bağlıdır. Perde duvarı bol miktarda kullanırlar. Bizde bir yapıda perde duvar binde 5’tir.”
Sadece bu kadar mı?
Mevcut yapı yönetmeliğinin eksiksiz uygulanmadığı da görülmüştür. İşte bunun için yapı disiplinin sağlanamamasında kimlerin hangi oranda payı olduğunun ortaya çıkarılmasının tam zamanıdır. Malzemeden çalan müteahhitleri, görevini kötü yapan yapı denetim firmalarını, üç katlı projeye iki katta kaçak ilave eden mülk sahiplerini ve bunları görmezden gelen yetkilileri, gözü kapalı ruhsat veren belediyeleri masaya yatırmak en önemli gündem maddesi olmalıdır. Elbette sık sık imar affı için harekete geçen siyasileri de unutmadan…
Bu yapılmadan ‘Deprem seferberliği’ başlatılamaz.
Büyük bir deprem felaketi yaşadığımız gerçektir ama yine de bu kadar kayıp vermemiz hiçbir şekilde normal gösterilemez.
Üstelik yaşadığımız bu deprem felaketi dünyada bu güne kadar yaşanan en büyük 20 deprem arasına girmediği halde kayıplarımız ölçüsüz olmuştur.
Elbette söylenen her söze verilecek cevapları olan, tek yanlı yayıncılığın temsilcileri; bu büyük depremlerin çoğunlukla denizlerde olduğunu, “bizdekinin ise karada gerçekleşen en büyük deprem” olduğunu yazdılar. Gerçekle ilgisi yoktur. Oysa araştırma yapsalar doğruya ulaşacaklardı!
Önce yetkili ağızlardan:
- Dr. Shinji Tada diyor ki; “2010 yılında Haiti’de meydana gelen deprem karada gerçekleşti ve daha yıkıcıydı.”
- Dr. Cenk Yaltırak diyor ki; “2016’da Yeni Zelanda Kaikoura’da 7.8 büyüklüğünde bir kara depremi olmuştu.”
Şimdi de daha büyük kara depremleri konusunda benim ulaştıklarım:
- Tangshan şehir merkezli – Çin 1976 ; büyüklük 7.8, 240.000 can kaybı…
- Haiyuan – Çin 1920 ; büyüklük 7.8, 200.000 can kaybı…
- Xining – Çin 1927 ; büyüklük 7.9, 200.000 can kaybı…
- Sichuan- Çin 2008 ; büyüklük 7.9, 70.000 can kaybı…
- Nepal 2015 ; büyüklük 7.8, 8.000 can kaybı…
Şimdi de bizim 7.7’lik depremin yanında yukardaki 7.8 ve 7.9’luk büyüklüklerin ne ifade ettiğine bakalım. Zira “0.1’lik, 0.2’lik farkların lafı mı olur ?” diyenler çıkabilecektir. Bu da hiç beklenmeyecek bir şey değildir.
İşte cevabı;
Jeoloji uzmanı Prof. Dr. Okan Tüysüz, “Bu logoritmik bir değerdir. Her 0,1 artış üç misli artış demektir” diyor.
Akla ve mantığa kolay sığmayacak bir gerçeği de aşağıda göreceğiz.
Bir inşaat mühendisinin itirafları:
“2001 yılında yapı denetim şirketleri oluşturuldu. Kurgusal olarak güzeldi. Ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Müteahhitlerin eksiklerini belirten denetim şirketleri, ödeme alamıyordu. Çünkü denetim şirketi denetim bedelini denetlediği şirketten alıyordu. İşini doğru yapan ama ödemesini alamayan şirketler dayanamadı, sayıca azaldı. Müteahhitler kendi aralarında paravan denetim şirketleri kurdular. Mühendis çalıştırmak yerine mühendis diplomaları kiralandı. Çalışıyor gösterildi. Kendi kendilerini denetlediler, onayladılar.”
(Kaynak: Hürriyet)
Yani 2001-2019 yılları arasında tam 18 yıllık dönemde bir kısım denetim işlerinin bu şekilde yürüdüğünü öğreniyoruz…
Denetim kavramının özüne ve mantığına aykırı olan bu düzenden, yani müteahhitlerin kendi denetçisini seçtiği ve ödemesini yaptığı bir sistemden hayır gelmeyeceğini bilmek için uzman olmaya gerek yoktu. Nitekim aradan geçen bu uzun süreden sonra nihayet 2019 yılında müteahhitlerin tercihinde olan yapı denetim şirketlerinin belirlenmesi seçeneği ortadan kaldırıldı.
Peki 18 yıl boyunca yapılan yüzbinlerce inşaatın olası denetim zafiyeti nasıl giderilecek?
Sonuç olarak; bu kadar can kaybımızın yanında işin maddi yanını da düşünmek zorundayız. Konut fiyatlarımız ABD ve AB ülkeleri ile yarışırken, küresel standartlarda kalite ve fayda sağlayamadığımız gerçeği karşımızda duruyor. Artık sözde inşaat maliyeti konuşmak yerine, anormal müteahhit kârlarını sorgulama zamanıdır. Hani perakendecilere yapıldığı gibi mesela…
İstanbul’daki hasarlı okulların boşaltılması, hastanelerin taşınması için 6 Şubat’taki deprem mi beklenmeliydi?
Büyük bir deprem gerçekleşmesine rağmen hâlâ bundan ders çıkartmayan, mesela hiç sorumluluk üstlenmeyen yetkililer yok mu?
Elbette var. İşte Hatay ve Kahramanmaraş Belediye Başkanları…
“Biz sorumlu değiliz, eski yapılar yıkıldı” mealinde altı boş savunma oluşturmaya çalışıyorlar. Sanki bu günün dijital imkanlarıyla bu iki şehirde yıkılan yeni binaları listelemek o kadar zormuş gibi…
Nitekim her iki şehirde de yıkılan veya yıkılacak ağır hasarlı yüzlerce yeni binayı (binlerce daireyi) öğrenmek çok kolay oldu. Kahramanmaraş’ta Ebrar Sitesi çok konuşuldu. Sadece bu sitede en az 320 dairenin olduğu ve 1300 kişinin yaşadığı öğrenildi. Güneşevler Mahallesi’nde, Belediye öncülüğünde yapılmış 37 Bloğun ağır hasarlı (yıkılacak) olduğu ve 2016 yılında yapıldığı, 1480 dairede 6000 kişinin ikamet ettiği anlaşıldı. (Haber Global)
Sabır Apartmanı, Hasel Sitesi, Mehtap Apartmanı, Atabey Sitesi, Hamidiye Sitesi, Penta Park Sitesi diye liste devam edip gidiyor…
Yumuşak topraklı tarım arazisine, dere yatağına, heyelan bölgesine çok katlı binaları dikip sonra da yıkıldığına şaşırmak bize özel bir durum olsa gerek…
İstanbul’da birçok semtte görüldüğü gibi 40 katlı binaları mahallenin ortasına dikmenin; komşunun güneşini, rüzgarını kesmenin, bir de “üzerime yıkılırsa” korkusu salmanın özgürlüğü olur mu?
Bunun için, yapı disiplini sadece deprem zamanı için değil, deprem öncesi ruh sağlığını korumak için de gereklidir.
Ercüment Tunçalp
Büyümenin niteliği önemlidir
Türkiye ekonomisi 2022 yılının son çeyreğinde yüzde 3.5, yılın tamamında ise yüzde 5.6 büyüdü. Türkiye’nin 2022 büyüme oranı dünya ortalamasından (yüzde 3.2) daha yüksektir.
Ancak ayrıntılara bakınca;
- Büyümenin iç tüketimle arttığını görüyoruz. 2022 yılında harcama yöntemi ile GSYH hesabına göre hane halkı tüketimi yüzde 19.7 arttı ve yüzde 57.5 payla büyümeye en yüksek katkıyı sağladı.
- Gelir yöntemi ile ücretlerin katma değer içindeki payı 2022’de yüzde 26.5’e gerileyerek tarihin en düşük seviyeli emek payı oldu. Bu oranın 2021 yılındaki yüzde 30.1’den buraya gelmesi kaygı vericidir. Hatta 2016 yılında da yüzde 36.3 olan emeğin payı 10 puan kayıpla gelir dağılımındaki aşırı bozulmaya işaret etmektedir. Sermayenin payına teşvik ve ucuz kredi, emeğin payına da yüksek enflasyon düştüğü sürece servet transferi devam edecektir.
- Ayrıca, kırk sene enflasyon hesaplamış bir kişi olarak söylüyorum; İTO ve TÜİK’in benzer yöntemlerle, hemen hemen aynı mal ve hizmetlerle ve benzer ağırlıklarla ulaştıkları Şubat ayı enflasyon sonuçlarının (%78.62 ve %55.18) 23 puan farklı çıkması normal değildir. Ancak yine de yüzde 50’nin üzerindeki her oran anormal yüksektir ve küçümsenemez. Zira dünya üzerindeki 191 ülke arasında bizden daha yüksek enflasyona sahip sadece 5 ülke bulunmaktadır. Bunlar Arjantin, Sudan, Suriye, Venezuela ve Zimbabwe’dir.
- 2022 yılı fert başına GSYH 10.655 dolar oldu. 2021 yılında 9.592 dolar idi. Kur artışının TÜFE’nin altında kalması ile kaydedilen bu artışa rağmen, hâlâ 10 sene önceki gelirin (2013’te 12.582 dolar) altında olduğumuz unutulmamalıdır.
- Kaldı ki ülkede üretime ve tüketime katkı yapan en az 7,5 milyon civarındaki sığınmacı da bu hesabın dışındadır. Yani bunlar da dahil edildiğinde 9.790 dolar seviyelerinde bir fert başı gelirle karşılaşmamız şaşırtıcı olmaz.
- Bir başka öne çıkan sorun; finans sektörü ile reel sektör büyüme oranları arasındaki farkın yüksek olmasıdır. 2022 yılında sanayi sektöründe büyüme oranı yüzde 3.3 olurken, finans sektöründe büyüme oranı yüzde 21.8 olmuştur.
- Dikkat çeken bir diğer önemli nokta da; yatırımların artış hızındaki yavaşlamadır. 2021 yılında yüzde 7.4 artan yatırım harcamaları, 2022 yılında yüzde 2.8 oranında arttı. Yatırımlar makine ve teçhizat ile inşaatı içeriyor. Finansman zorluğunun bu sonucu yarattığını düşünebiliriz.
- Ekonomi bilimine göre büyümenin emek talebini artıracağı ve bunun da istihdam artışı yoluyla işsizliği düşüreceği varsayılmaktadır. Ancak her zaman evdeki hesap çarşıya uymayabiliyor. Aralık 2022’de; geniş tanımlı işsizlik oranı (atıl işgücü oranı) 0.6 puanlık artışla yüzde 21.4’e yükseldiği gibi çalışan bireylerin yoksullaşma oranı da artmıştır.
Türk İş’in Şubat 2023’e ait araştırmasına göre; dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı, yani açlık sınırı 9.425 TL’ye yükseldi. Bu rakamın bile asgari ücretten iyice uzaklaştığını, emeklilerin büyük kısmının da bu sınıra kolay kolay ulaşamayacaklarını bilmem söylemeye gerek var mı?
Peki emeği ile yaşamını sürdüren çalışanlar için yoksulluk sınırının aşılması o kadar kolay mı?
Ona da bakalım…
Türk İş’e göre; gıda harcaması ile giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzer ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı, yani yoksulluk sınırı da 30.700 TL oldu.
Bu kötümser tabloda değirmenin suyu nereden gelecek ona da bakalım…
2022 yılında ihracatımız yüzde 12.9 oranında artarak 254.2 milyar dolara çıkmış. Ancak madalyonun arka yüzünde, artış oranı yüzde 39.3 olan 364.4 milyar dolarlık ithalat rakamımız var. Ve neticede dış ticaret açığımız da rekor kırarak 110.2 milyar dolara ulaşmıştır.
2022 Aralık ayında geçen yılın aynı ayına göre; ihracatın ithalatı karşılama oranı 7.7 puan azalarak yüzde 68.8 olarak gerçekleşti. Enerji verileri hariç tutulduğunda da ihracatın ithalatı karşılama oranı 9.2 puan azalarak yüzde 87.9 olarak gerçekleşti. (T.C Ticaret Bakanlığı)
Buradaki sonuç, ihracatta düşük fiyat oluşurken, ithalata yüksek fiyat ödememizden kaynaklanmaktadır.
Üstelik bir ülke, yatırım malı ve teknoloji ithal etmek üzere cari açık veriyorsa, bir süre sonra açığı kapatıp cari fazlaya dönme ihtimali vardır. Ancak eğer bizdeki gibi ara malı ve tüketim malı için cari açık veriliyorsa böyle bir büyüme sürdürülemez. Çünkü bu durumda cari açık yoluyla ülkeden sürekli kaynak çıkışı olur.
Sonuç olarak; cari açığı artıran ve halkın yaşam standardını koruyamayan büyüme sadece yoksullaştırır. Bu bakımdan hayat pahalılığının yaşandığı bir ortamda, enflasyonu küresel ortalamaya düşürmeden büyüme çözüm olamaz.
Zira yüksek enflasyon cüzdanları şişirir ama alım gücünü düşürür.
Nitekim TÜİK verilerine göre, Türkiye ekonomisi 2021’de de yüzde 11.4 büyümüştü. Böylece G-20, OECD ve Avrupa Birliği (AB) ülkeleri arasında en üst sıralarda yer alan ülkelerden biri olmuştuk.
Ancak bunun geniş halk kesimlerine nasıl yansıdığına da bakmamız gerekir…
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), her yıl yayımladığı İnsani Gelişme Raporu’nda 191 ülkenin İnsani Gelişme Endeksini (İGE) derliyor. 2021 yılında bu endekste 48. sırada yer almıştık. İşte toplumu ilgilendiren tarafı burasıdır. Yine dünyada en fazla büyüyen ülkelerden Hindistan, İnsani Gelişme Endeksinde 132. sıradadır. Belki de konunun daha iyi anlaşılması için bu daha isabetli bir örnek olabilir.
-
Ercüment Tunçalp3 ay önce
Private label enflasyondan korur
-
Genel Haberler6 ay önce
Üretici ile market arasındaki fiyat farkı en fazla yüzde 252,9 ile maydanozda görüldü
-
Firmalardan5 ay önce
A101, Müge Anlı ile iş birliğine imza attı
-
Cengiz Çambel6 ay önce
RCK (Rafinera Cloud Kitchen)’da hedef yurtdışına açılmak