Ercüment Tunçalp
Faiz indirimi
Merkez Bankası’nın, koyduğu hedeflere ulaşmak için kullandığı en önemli araç faiz oranıdır. Önceden hedeflenen enflasyon oranında bir sapma görülmeden kolay kolay faiz değişikliği gündeme gelmez. Hatırlayalım; 2018 Eylül ayında 625 baz puan artışla yüzde 24’e çıkan politika faizinin sebebi neydi?
Ağustos ayı itibariyle yüzde 17.90 çıkan yıllık enflasyonun ardından yüzde 20’yi aşması beklenen enflasyon oranıydı. Nitekim yıllık enflasyon 2018 Eylül ayında yüzde 24.52, Ekim ayında yüzde 25.24, Kasım ayında yüzde 21.62, Aralık ayında yüzde 20.30 olarak gerçekleşti ve böylece faiz artışının haklılığı anlaşıldı. Eğer bu artış yapılmamış olsaydı, reel faiz eksilerde kalacaktı.
Merkez Bankası’nın bu hamleyi yapmakta geç bile kaldığı söylenebilir.
Neticede yüksek faiz kadar sıkıntılı olan ‘dolarizasyon’un gündemimize girdiğini ve bankalardaki döviz mevduat hesaplarının TL hesaplarını aştığını izledik. Yani yeterli reel faiz bile güven vermemişti.
İlk altı ayda, seçimler nedeniyle ertelenen fiyat artışları ile kademeli düşüşünü sürdüren enflasyon oranı Haziran 2019 ayında yüzde 15.71’e kadar düştü. Şimdi dillendirilen, 8 puan civarındaki reel faizin yüksek olduğudur. Evet indirim gereklidir ama bu hesap yanlıştır. Reel faiz hesabı yaşanmış enflasyon oranına göre değil, gelecekte beklenen enflasyon oranına göre yapılır.
Peki, yıl sonu enflasyon oranı güncel orandan daha düşük çıkabilir mi?
Biriken ve gündeme yeni gelmeye başlayan büyük oranlı zamlar ve de ek vergiler olmasaydı belki gerçekleşebilirdi!
Üstelik Başkan değişikliği sonrası 25 Temmuz toplantısından en az 400 baz puanlık faiz indirimi çıkması bekleniyor. Yıl sonuna kadar ki toplam indirim beklentisi de 700 baz puandır. Elbette bu muhtemel kararlar tartışılacaktır. Zira arkasından kurun artması ve bunun da maliyet enflasyonunu artırması güçlü ihtimaldir. Dolayısıyla benim yıl sonu enflasyon tahminim yüzde 18’dir.
Çünkü dert bir değil ki…
Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması yerli ve yabancı sermayede güven kaybına neden olmuştur. Bunun peşinden Türkiye’nin kredi risk priminde (CDS) artış görülmüştür. Bu da borçlanma maliyetini artıran bir husustur.
Bütçe açığı en önemli sıkıntı kaynağıdır. Gelirinizi artıramıyorsanız, hiç olmazsa giderlerinizi kısar, tasarruf sağlarsınız değil mi?
Hayır yapamıyoruz. Sıkı para politikası, gevşek maliye politikası ile etkisiz hale geliyor.
TCMB’de ihtiyat akçesi olarak bulunan paranın Hazine’ye aktarılmasını sağlayacak düzenleme torba yasa teklifi ile TBMM’den geçti.
Bunun bütçe açığındaki bozulmanın önüne geçmek için yapıldığı anlaşılıyor.
İhtiyat akçesi olağanüstü dönemlerde kullanılmak üzere tutulan kaynaktır. Bunun aktarılması birçok görüşe göre para basmakla eşdeğerdir. Böyle bir durum tüketicinin satınalma gücünü daha da düşürür. Çünkü TL basmak TL’nin değerini azaltır. Pahalılaşan döviz de enflasyonu tetikler.
İlk 6 aylık bütçe açığı 78.6 milyar lira. Oysa yıllık beklenti 81 milyar liraydı. Yani yıllık bütçe açığını 6 ayda vermişiz.
Peki açığın kalan kısmı nasıl karşılanacak?
Hem ek vergi ile hem de borçlanarak…
Vergi gelirleri kolay artırılabilir mi?
Evet ama bunun da bir sınırı vardır. Enflasyonist baskı yaratır, bu da faiz artışı ile neticelenir. Üstelik talebin daralmasına sebep olur.
Peki borcu kim verecek?
Faiz oranını beğenenler…
Görüldüğü gibi dönüp dolaşıp, hep yüksek faizin yanına geliyoruz.
Zira şartlar ve bu güne kadar ki hatalar ekonomiyi bu noktaya taşımıştır.
Merkez Bankası’nın yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 14.6’dır. Bu tahmin ile yukarda saydığım muhtemel eylemler birlikte gerçekleşemez. Yazının tamamında enflasyonun gerekçelerini anlattım. Zira ‘hem karnımız tok olsun, hem de çöreğimiz bütün kalsın’ olamıyor.
Devam ediyoruz…
Döviz cinsinden borçlar hem şirket bilançolarını bozuyor, hem de takipteki krediler bankaların yükünü artırıyor.
Bazı görüşlere göre “enflasyonun sebebi faiz” ise, faizi iyice düşürerek enflasyondan kurtulma şansımız var mı?
Keşke olsaydı ama şimdilik ekonomide böyle bir reçete yok!
Ayrıca yüzde 24’lük yüksek faiz 10 aydır düşürülmediği halde, enflasyonun yüzde 25 seviyelerinden yüzde 16 seviyelerine nasıl indiğini birisi bize izah etmeli. Bu teze göre enflasyonun daha da yükselmesi gerekmez miydi?
Talep enflasyonunda; değil faizi düşürmek, tam tersine faizleri artırarak talebi frenlemek ve insanları tasarrufa yönlendirmek esastır. İşte “faiz düşerse enflasyon düşer” tezini geçersiz kılan bir başka sahne de budur…
Maliyet enflasyonunda ise; faiz onlarca gider kaleminden biridir ve enflasyon üzerindeki etkisi çok düşük düzeyde kalır. Hammadde, personel maaşları, kira, yakıt, elektrik ve amortisman giderleri ile vergi gibi yüksek maliyet kalemleri toplamı içinde en fazla yüzde 4-5 civarında faiz payı vardır.
Diğer maliyetlerin değişmediği bir durumda; faiz gideri yüzde 25 artsa bile maliyet artışına etkisi sadece yüzde 1 olur. Bunun için de faiz, enflasyonun sebebi olarak çok masum kalır. Ancak enflasyonun en önemli sonucu faizdir.
Reel faiz, güncel uygulanan faizin (nominal faiz) beklenen enflasyona göre düzeltilmiş halidir. Parasını ödünç verene, enflasyondan arındırıldıktan sonra sağlanan kazançtır. Neticede beklenen enflasyon sebep, reel faiz ise sonuçtur.
Merkez Bankası’da bunun için vardır. Evet, faiz indirilmelidir ama şimdilik 150 baz puanla sınırlı kalmalıdır. Ancak diyelim ki; faiz düşüşü sert oldu, kur artışı da sert olur. Kur artınca enflasyon yükselir. Enflasyon yükselirse faiz artar. Sonuçta faizi Merkez Bankası değil, piyasa belirlemiş olur. MB’nin görevi, piyasaya tercüman olmak ve zamanında yapacağı değişikliklerle reel faizi makul seviyelerde tutmaktır. Ekonomide doğru adım atmak yetmez, o adımı doğru zamanda ve ölçülü atmak gerekir.
Ercüment Tunçalp
Sahte bal cenneti olmayalım!
Önümüzde bir Çin örneği var. Dünyanın en büyük bal üreticisi olmasına rağmen kaliteli balı yurt dışında arıyor. Aynı duruma düşmemek için buradan gerekli dersleri çıkartmamız lazım. Zira en kaliteli balı biz üretiyoruz ama sahtesinin tek türüne bile engel olamıyoruz. Dolayısıyla üretimde dünya birincisi olmamız belki mümkün olmayabilir ama kalitemizi yükselterek ‘en iyi balın üretildiği ülke’ haline gelmemiz pekala makul bir hedef olabilir. Ancak bu günkü rahatlıkla ve umursamazlıkla olmaz!
Önce güncel ve gerçek resme bakmamızda fayda var…
Artık yazmaktan yoruldum; ülkemizde gerçek balın çok sınırlı sayıda markanın elinde kaldığını anlatmaktan…
Nihayetinde ben de bir tüketiciyim ve iki tanınmış markanın dışında bal tüketemiyorum. Haliyle beni seçeneksiz bırakanlara da çok kızıyorum…
Arıyla hiç karşılaşmamış yapay balları üretenleri, arıyı şurupla besleyerek onu da sahtekarlığa ortak edenleri, çam balı bulamayınca içine çiçek balı karıştıranları ve bu sahtekarlarla mücadeleyi bırakanları çok fazla anlattım.
Buna rağmen zaman zaman benim de payıma hileli ürün isabet edebiliyor. Geçenlerde aile fertlerimizden birinin yanılgısıyla evimize giren bir markanın (çam balı) kapağını açtığım an hileli olduğunu fark ettim. Oysa bir balın sahte olduğu bakarak, tadarak ve koklayarak kolay kolay anlaşılamaz.
Peki nasıl oldu da bu çam balı kendisini bu kadar kolay deşifre etti?
Kavanozdan tabağa boşaltırken su gibi akışkan olduğunu gördüm. Oysa çam balının kıvamı çiçek balından bile daha yoğundur. Elbette hemen, kalite kontrol birimiyle övünen büyük perakendecimizin mağazasında iade işlemini gerçekleştirip bildiğim markayla (aradaki farkı ödeyerek) değişimi sağladım. Bununla yetinmedim; hem perakendecinin en yetkili yöneticisine hem de sorunlu markanın patronuna durumu direkt olarak aktardım.
Aradan geçen süre içinde bu ürünün raftaki konumu değişmedi. Buradan da anlıyoruz ki; hileli ürünler bizler gibi çok küçük bir azınlığı ilgilendiriyor!
Ülkemize ait şu gerçeğin altını çizmeliyim; satın alma gücü düşük kesimlerin artık hilesiz ürüne ulaşmaları giderek zorlaşmaktadır. Bu durumda da gıda güvenliği önceliğini kaybetmeye, her ne şekilde olursa olsun yeterli gıdaya erişim ilk sırayı almaya başlamıştır. Bu çok tehlikeli bir gelişmedir.
Otuz sene önce gerçek balın benmari işlemi esnasında; uygulanan ısı derecesindeki hata, en küçük bir enzim kaybına sebep olduğunda dahi paketlemeyi yapan firma yetkilisi hakim karşısına çıkardı. Ben de benzer durumla 4-5 defa muhatap olmuştum. Oysa yukarda saydıklarımın yanında çok masum kalan bu kadar kusurun sözü bile edilemez…
Şimdi buna da çare bulmuşlar. Gerçek bala değil, sahte bala enzim ilave ederek analizlerden geçer hale getirmişler. İşin en acı tarafı; sektörün içindeki herkes, yani satan, alan, denetleyen bütün taraflar durumun farkında olmasına rağmen herhangi bir iyileşmenin görülmüyor olmasıdır.
Buradan sesleniyorum; taklit ve tağşişli ürünlerin halka açıklanması en son 1 Mart 2022 tarihinde gerçekleşti. Yani üzerinden geçen süre tam 15 aydır…
Oysa geçmiş senelerde en az 6 ayda bir listeler açıklanırdı. Devamını diliyorum.
Son 10 yılda 20 bin üreticinin arıcılığı bıraktığını duyuyoruz. Herhalde arının devreden çıkarıldığı bir ortamda bu eksiği tamamlayan unsurların araştırılması gerekir!
Dünya’dan Emel Yiğit’in haberine göre; Balparmak Yönetim Kurulu Başkanı Özen Altıparmak, “Türkiye bir bal ülkesi deniyor ama öyle değil. Türkiye sahte bal cenneti. Bunun önlemini almazsak, bu yıl sonuna kadar Türkiye balının Avrupa’ya ihracatı engellenebilir” diyor.
Yukarda hilelerden birinin şurupla yapıldığını belirtmiştim. Aynı haberde Altıparmak da, “esmer pirinç şurubundan çok fazla tağşiş yapıldığını” söylüyor. Altıparmak devam ediyor; “Firmanın adı da belli, herkes de bunu biliyor ama önlem alınmıyor. Bunlar bir de ihracat yapıyor. İhracat yapılan ülkeler de tağşişi bulamıyor. Bizim bulduğumuz metot sayesinde esmer pirinç şurubundan tağşişi yapan 15 firmanın 14’ü yakalandı. Şimdi ben bir metot buldum. Bizim ülkemizdeki biri sahte balı Avrupa’ya ihraç ediyor, alan firma laboratuvarda anlayamadığı için kabul ediyor ama analiz metotlarını bizden öğrendikten sonra yine Türkiye’den giden sahte ürünler engelleniyor. Bunu biz sağladık” ifadelerini kullanıyor. Sahtecilikte gelinen son noktayı da, “300 kilo Anzer balı çıkıyor, 30 ton satılıyor” diye özetliyor Altıparmak…
Sonuç olarak; yapılan hileler o kadar açık ki, bunu rekolte ile satış miktarı arasındaki farktan bile anlamak mümkündür. Açıklamaya çalıştığım üzere laboratuvara girmeden bile bazı ürünler “ben sahteyim” diye bağırıyor zaten…
Bazı perakendecilerin kalite kontrol işlemine neden boş verdikleri ise en fazla şaşırdığım tarafıdır. Çam balı kolay kolay kristalleşmez. Oysa raflar bu tarz çam ballarıyla doludur. Çiçek balında çok normal olan bu durumun, bütün ballar için geçerli olduğunu zanneden meslektaşlarımızda bilgi eksiği vardır. Oysa güvenilir tedarikçilerden doğru bilginin edinilmesi çok kolaydır.
Ucuz satmak önemlidir ama “ne pahasına olursa olsun” denemez…
Gıda güvenliği olmadan ‘yeterli gıdaya erişim hakkı’nın kabul görmesi anlamsızdır. Tüketicinin görece ucuz olduğu için büyük oranda taklit ve hatta sağlık riski taşıyan ürünlere yönelmesi, fiziksel ve mental olarak geri kalmış bir neslin oluşumuna neden olacaktır. Bilhassa çocuklarımızın yeterli gıdaya erişim hakkı, ancak güvenli ve kaliteli gıda tüketmeleri halinde amacına ulaşır.
Elbette bu da devletin sorumluluğundadır…
Ercüment Tunçalp
İki ülkede iki alışveriş (13)
Küresel arenada fiyat düzeylerini ve gelir seviyelerini kıyasladığımız ülkeleri konu alan yazı dizimizde bu günkü misafirimiz ABD…
Bir Türk genci, ABD’nin en büyük perakende zinciri olan (aynı zamanda dünyanın da en büyüğü) Walmart’a giderek 5 dolara neler alınabileceğini, raflardan yaptığı çekimle sosyal medya hesabından yayınladı.
Aynen aktarıyorum:
- Libresi (1 libre = 453 gram) 72 cent olan 5 kg muz,
- 5 kilogramlık ambalajda 4 dolara patates,
- Libresi 88 cent olan 2.8 kg kurusoğan,
- Adedi 1,47 dolar olan 3 tane ekmek,
- Paketi (200 gr) 5 dolar olan jumbo karides,
- Kilosu 10 dolar olan yarım kg dana kıyma,
- Kilosu 10 dolar olan yarım kg tavuk göğsü,
- Kilosu 10 dolar olan yarım kg cheddar peynir,
- Pepsi Cola 50 cc 6’lı paket,
- Süt 4 litre alınabiliyor.
Bu tür kıyaslamalarda 5 dolar ile 5 liranın alım gücü karşılaştırılır. Zira gelir seviyesindeki uçurum sebebiyle her ülkenin yerel parası 1 birim olarak dikkate alınır. Üzülerek söylüyorum ki; ekmek hariç 5 TL’ye alınabilecek bir ürün kalmadığı için böyle bir kıyaslama imkanımız olamadı.
Bu bakımdan şimdi de aynı ürünleri birim fiyatları ve Türkiye fiyatları ile birlikte görelim:
WALMART ($) CARREFOUR (TL)
Muz kg | 1,59 $ | 29,90 TL | (Yerli) | |
Patates kg | 1,60 $ | 14,90 TL | ||
Kuru soğan kg | 1,94 $ | 21,90 TL | ||
Ekmek adet | 1,47 $ | 4,90 TL | ||
Jumbo karides (200 gr) | 5,00 $ | 199,90 TL | (Dardanel) | |
Dana kıyma kg | 10,00 $ | 299,90 TL | (%14-20 yağ) | |
Tavuk göğsü kg | 10,00 $ | 110,00 TL | (Banvit) | |
Cheddar peynir kg | 9,76 $ | 345,00 TL | (President yerli üretim) | |
Pepsi Cola 6’lı (500 ml) | 4,78 $ | 87,00 TL | (Coca Cola 450 ml x 6) | |
Süt litre | 1,12 $ | 39,95 TL | (SEK pastörize) | |
Toplam tutar | 47,26 $ | 1.153,35 TL |
Görüleceği üzere dolar bazında bile pahalı olan 6 adet ürünümüz vardır. Bunlar, muz 1,53 dolar (hem de yerlisi), jumbo karides 10,24 dolar, dana kıyma 15,36 dolar, cheddar peynir 17.67 dolar, Pepsi Cola 6’lı 4.45 dolar (Aynısı bulunamadığı için 300 ml daha eksik olan Coca Cola fiyatı dikkate alınmıştır), süt 2,04 dolardır. Dolar kuru olarak fiyatların alındığı 9 Mayıs 2023 tarihine ait 19,52 TL dikkate alınmıştır.
- Daha da ilginci, yukardaki listenin kasadan geçirilerek alışverişe dönüştüğünü varsaymamız durumunda; ABD’de 47,26 dolar tutacak alışverişin Türkiye’deki karşılığı 59,08 dolar olacaktı. Yani dolar ödemeye kalksak, yine de yüzde 25 fazlasını gözden çıkartmak zorundayız.
- Eğer buna şaşıranlar varsa, gelir hesabını da yapalım ki; gelirin dolar karşılığı da çıksın ve sürekli değer kaybeden paramızın ve de yüksek enflasyonun bizleri hangi noktaya taşıdığı daha iyi anlaşılabilsin…
- ABD’de saatlik asgari ücret 7,25 dolar ile 15,50 dolar arasında eyaletten eyalete değiştiğinden, 2023 yılı aylık asgari ücret 40 çalışma saati üzerinden 1.160 dolar ile 2.480 dolar arasında farklılık göstermektedir. Eyaletlerin ortalamasını aldığımızda 1.800 dolar asgari gelire ulaştıklarını varsayabiliriz. 1.800 doların 35.136 TL’ye karşılık geldiğini de bir kenara not edelim.
- Bizim 8.506 TL’lik asgari ücretin karşılığı sadece 436 dolardır. Elbette böyle bir kıyaslama çok doğru değildir ama bir tüketicinin harcaması dolar bazında yüzde 25 fazla çıkıyorsa, gelirine de dolar bazında bakmak normal oluyor. Ve de görülüyor ki; 1.800 $ – 436 $ = 1.364 $ / 1.800 $ = %76 gelir eksiğimiz bulunuyor. Veya başka bir ifade ile Türk tüketicisinin dolar bazında geliri ABD’li tüketicinin yüzde 24’ü seviyesinde kalıyor.
- Şimdi de her iki ülke tüketicisinin kendi paraları cinsinden gelirleri ile yine kendi paraları cinsinden fiyatlarla kaç defa bu alışverişi yapabileceklerine bakalım. ABD tüketicisi 1 ayda bu alışverişi 38 defa yapabilirken, Türkiye’deki tüketici 7 defa yapabiliyor. Veya ABD’li tüketici gelirinin yüzde 2.6’sı ile bu alışverişi yaparken, Türkiye’deki tüketici gelirinin yüzde 13.5’ini aynı alışverişe ayırmak zorunda kalıyor.
- Yine yukarda yaptığımız gibi her iki ülke vatandaşının gelirini de harcamasını da 1 birim üzerinden kıyasladığımızda; geliri 4,7 kat fazla çıkan ülkemiz vatandaşının harcaması 24,4 kat fazla çıkıyor.
- Eğer aynı şekilde her iki tarafın gelir ve fiyat düzeyleri benzerlik gösterseydi bizdeki alışverişin tutarı 1.153,35 TL yerine 221,15 TL çıkmalıydı. Veya 1.153,35 TL’lik alışverişi yapan vatandaşımızın asgari ücreti 48.827 TL olmalıydı.
Sonuç olarak; kişi başı milli gelirde oluşan 7 kata yakın büyük fark, satın alma gücünün hangi tarafta açık ara önde olduğunu çok net ortaya koyuyor zaten. Ancak buradaki yeni durum, dolara endeksli fiyatlarımızın da daha yüksek hale gelmiş olmasıdır. Hele döviz bazında yüzde 50 pahalı olan et fiyatımızın, yüzde 82 pahalı olan süt fiyatımızın; mantıkla, matematikle ve de istatistikle izah edilebilmesi mümkün değildir.
Bütün bunlara rağmen küresel bazı kurumların (Dünya Bankası, IMF gibi) icadı olan ve yapay olarak yaratılan “Satın alma gücü paritesine göre gelir”, hâlâ küresel ortamda en fazla tartışılan konu olmaya devam ediyor…
Ve de sürekli gerileyen bu alım gücümüz dolarizasyonun ana sebebi olmayı sürdürüyor.
Ercüment Tunçalp
Özel sektörün dış borcu herkesi ilgilendirir
Zannedildiği gibi hükümetin sorumluluk alanı, sadece kamunun ve Merkez Bankası’nın borcu ile sınırlı değildir. Zira özel sektör borcu da bu ekonominin borcudur. Ödenmediği zaman muhatap yine kamudur.
Ayrıca borçlu şirketlerin döviz ihtiyacı dövize talebi artırdığı için artan kurların maliyetini de dolaylı olarak ülkenin vatandaşları üstlenir.
Türkiye’nin mevcut dış borç stoku 459 milyar dolardır ve ne kadarının özel sektöre ne kadarının kamu sektörüne ait olduğunun fazla bir önemi yoktur. Zira borcun vadesi geldiğinde öncelikle döviz bulmak gerekmektedir.
Nereden?
Bankadan veya serbest piyasadan…
Son zamanlarda Kapalıçarşı’da doların, resmi kurun 1 TL üzerinde işlem gördüğünü izliyoruz. Buraya kadarı sadece borcun kur üzerindeki baskısını ve bunun da enflasyona olumsuz etkisini anlatıyor bizlere…
Daha geniş açıdan baktığımızda; gelişmiş ülkeler büyümeden çok ekonomik dengenin sağlanmasına ve korunmasına öncelik verirlerken, gelişmekte olan ülkelerin önceliği büyüme ve kalkınmanın sağlanması oluyor. Ve bunun için yatırımların artırılması gerekirken, bunun doğal sonucunda da finansmana ihtiyaç duyuluyor. İşte bu ihtiyaç da kamu+özel sektör iş birliğini gerekli kılıyor. Dolayısıyla özel sektörün dış borcu olarak gözüken borç tutarının önemli bir kısmı örtülü kamu borcudur. Yani hükümetin büyüme stratejisi ve birçok alandaki politikalarının zorlamasıyla gerçekleşen yatırımlardan oluşan borçlardır bunlar…
Ve elbette bu tür borçlara hükümetlerin desteği de sürecin en doğal sonucudur.
Ayrıca işin en dikkat çekici tarafı; dış borçlanmanın ülke ekonomisi üzerinde milli geliri artırıcı etki yapmasıdır. Yani “Borç yiğidin kamçısıdır” sözü burada tam karşılığını buluyor. Ancak borcun vadesi gelip ödemeler başlayınca, bu sefer de milli gelirde azalış gerçekleşiyor. Bu sefer de “İki ileri bir geri” tablosunda borcun kime ait olduğunun pek önemi kalmıyor…
Tekrar etmekte yarar var, özel sektör dış borçları da alındıkları dönem itibariyle ülke milli gelirini artırırken, aynı dış borçların ana para ve faiz ödemeleri sırasında milli gelirde azalışa da etkileri oluyor. Hele bir de artış yönündeki kur değişimleri gündemseyse ülke ekonomisi daha da fazla zarar görüyor.
Bu arada ülke risk ve güvenirliğini etkileyen en önemli oran;
Toplam Dış Borç Stoku/GSYH olup, ülke ekonomisinin kredibilitesi hakkında bilgi vermektedir. Risk ve borç yükü incelemesi yapabilmek için bu rasyo çok önemlidir ve IMF ile Dünya Bankası’nın birinci değerlendirme ölçütüdür. Bu iki kuruma göre; Toplam Dış Borç Stoku/GSYH oranının 30-50 arasında çıkması durumu ‘orta borçlu ülke’ olarak, 50’nin üzerinde çıkması durumu ise ‘çok borçlu ülke’ olarak tanımlanmaktadır. Ülkemizin 2000 yılında yüzde 43.4 çıkan oranı; 2020’de yüzde 60.4, 2021’de yüzde 54.9, 2022’de yüzde 50.7 çıkmıştır.
Görüldüğü gibi geçerli olan toplam dış borçtur ve sadece kamu borcuna bakıp, milli gelire oranının düşük olması ile teselli bulmanın imkanı yoktur. Dış borçların büyük bölümünün özel sektöre ait olması hükümetleri sorumluluktan kurtarmaz. Zira özel sektörün dış borcu ‘hazine garantili’ olduğu için hükümet bu borçların kefilidir. Ülkemizdeki şirketlere borç veren yabancılar, tahsilatı yapamadıkları an kefile başvuracaklardır, yani hazineye…
Çünkü vadesi geldiğinde ödenemeyen özel sektör borcu, bu aşamadan sonra artık kamu borcu haline geliyor.
Gelişmekte olan ülkelerin ortak özelliği, borçların ödenmesi esnasında hayli zorlanmalarıdır. Ödeme zorluğunu aşmak için de borcu borçla kapatmak gibi bir alışkanlık hasıl olmuştur. Daha fenası borç ana para tutarlarına yakın faiz ödemeleri de zorunlu hale gelmektedir. Burada da borcun kime ait olduğundan çok ekonomiye binen toplam yükün hesabı öncelik kazanmaktadır.
Bize özel durum ise; Merkez Bankası’nın politika faizi düştükçe, piyasa faizleri yükseliyor. Geçtiğimiz haftalarda, “Düşük olan hangi faiz?” başlıklı yazımda konuyu ayrıntılı olarak ele almıştım. İçerden borçlanmaya gidemeyip, krediyi dışardan arayan şirketlerin bir sebebi de budur.
Ancak artık dışardaki şartlar da o kadar uygun değildir. Zira CDS primi yüksek olan ülkeler için kredi maliyeti de yüksek oluyor. CDS primi hesaplanırken her 100 puan yüzde 1 kredi maliyeti olarak yansır. Şu anda risk primimiz aşırı riskli kabul edilen 550 puan seviyelerindedir ve dış borçlanma faizini de dolar bazında çift haneli seviyelere taşıdığından yüksek maliyetli borçlanma kaderimiz olmaya bir müddet daha devam edecektir.
Sonuç olarak; Türkiye ekonomisinde kamu gelirlerinin sürekli olarak kamu harcamalarından az olması; aradaki farkın, yani finansman açığının karşılanması ihtiyacı borçlanmayı zorunlu kılmaktadır. Kamuda gereksiz, plansız harcamaların ve savurganlığın her dönemde büyük boyutlara ulaştığı bir gerçektir. Kaldı ki; ülkemizde gerek tasarruf açığı (eksi reel faizin de etkisiyle) gerekse dış ticaret açığı sürekli dış kaynak ihtiyacını tetikliyor…
Kamu harcamalarının temel finansman kaynağı bireylerden toplanan vergilerdir. O zaman hazineden çıkan her kuruş hepimizi ilgilendirir. Gerisi teferruattır…
Bütün bu gerçekler ortadayken, karşımıza çıkan her büyük problemi çözmek yerine önemsiz gibi göstermenin faydası yoktur. Ve de dertleri büyütmekten başka da bir sonucu olamaz!