Ercüment Tunçalp
Mağaza kayıpları üzerine
Sensormatic’in Tyco Retail Solutions işbirliğiyle gerçekleştirdiği ‘Küresel Perakende Sektörü Kayıp Endeksi’ sonuçları açıklandı.
Kaynak olarak araştırma bilgilerini aynen vereceğim. Yanında ise kendi yorumlarımı (E.T.) sunacağım.
– Rapora göre; küresel boyutta kayıpların sektöre maliyeti 100 milyar USD seviyesinde gözüküyor.
E.T.: Evet bu fikir vermek açısından önemli bilgidir. Ancak karşılaştırma yaparken değer olarak ülkeleri ve şirketleri kıyaslamak anlamlı değildir. Zira cirosu yüksek olanın kayıp değeri de yüksek olur. Önemli olan kaybın oranıdır. Kıyaslamalar da sadece bunun üzerinden sağlıklı yapılabilir.
– Rapora göre; kayıp oranları ABD’de yüzde 1.85, Avrupa’da yüzde 1.83, Güney Amerika’da yüzde 1.81, Asya Pasifik Bölgesi’nde ise yüzde 1.75 şeklinde sıralanıyor.
E.T.: Yüzde 1’in üzerindeki bütün bu oranlar sorunludur ve tedbir almayı gerektirir. Araştırmayı yapanlara göre, ülkemizdeki sonuçlar da küresel tabloyla benzerlik gösteriyor. Başarılı perakendecilerimiz arasında kayıp oranı yüzde 1’i geçmeyen şirketler olduğunu biliyoruz. Elbette bunun tersine de şahidiz. Bu tabloda ortalamayı artıranlar yüzde 4’e kadar çıkan başarısız sonuçlardır.
Bu araştırma; kıta bazlı, ülke bazlı ve kategori bazlı olduğundan, şirket özelindeki örnekleri göstermiyor. Sadece ortalama oranlar tabloyu tarif ediyor. Bunun altını çizmekte fayda vardır.
Yani “yüzde 2’ye yakın kayıp oranı küresel gerçektir, bunun için biz de bu oranı hedef alalım” demek doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü dünyanın her yerinde yüzde 1 civarında kayıp oranına sahip, işini iyi yapan perakendecilere rastlamak mümkündür.
– Rapora göre; tekstil ve aksesuar mağazaları en yüksek kaybın yaşandığı yerlerdir. Bu alanlarda kayıp yüzde 1.98 seviyesindedir. Departmanlı mağazalar, tüketici elektroniği ve yerel zincir marketlerde kayıp oranı yüzde 1.84 ile 1.79 oranında değişiyor. En düşük kayıp ise yüzde 1.73 ile hipermarketlerdedir.
E.T.: Tekstil ve aksesuar mağazaları, profesyonel hırsızların prova bahanesiyle en rahat görev icra ettikleri yerlerdir. Elektronik etiketi iptal edip, ürünü içlerine giyerek dükkandan çıkartmak gibi. Bu mağazalarda kış mevsiminde oran daha da yüksek olur.
– Rapora göre; mağazalarda yaşanan ürün kaybının dört önemli sebebi bulunuyor. İlk sırayı yüzde 34.34 ile dış hırsızlık alıyor. Tedarikçilerin neden olduğu kayıplar yüzde 24.28 ile ikinci sırada yer alırken, çalışan kaynaklı kayıplar yüzde 22.95’lik paya sahiptir. Yönetim kaynaklı sebepler ise yüzde 18.43 ile dördüncü sıradadır.
E.T.: Şimdi burada önemli bir şeyin altını çizelim. En fazla dikkat verdiğimiz konu müşteri hırsızlığıdır değil mi? Görüldüğü gibi toplam kayıpların sadece üçte biri müşteriye aittir.
Müşteriye gösterilen dikkat tedarikçiye de gösterilse; evrakta yazandan eksik teslimat ve /veya yazılı olandan daha fazla ürün iadesinin önüne geçilir.
Araştırmada yer alan ama ayrıca belirtilmeyen bir kayıp çeşidi de tedarikçi- çalışan ortaklığında gerçekleşmektedir. Bunun senelerce sürdüğü işletmeler vardır. Elbette birçoğunu tedarikçi direk yapmıyor. Hatta büyük ihtimalle haberi bile olmuyor. Aracı kıldığı kişiler yapıyor. Yani bu da bir nevi çalışanların ortak hırsızlığıdır.
Anlaşılması bakımından bir örnekle açıklayayım. Tedarikçi, fatura ve irsaliye üzerinde 10 teker kaşar peynirini teslim etmiş gözüküyor. Perakendeci tarafı ise 8 tekeri teslim alıyor. Birer teker daha sonra ortaklar arasında dışarda paylaşılıyor. Bunun çözümü, ana depo sevkiyatlarının oranını artırmak, tedarikçi sevkiyatlarını asgari düzeye indirmektir.
Çalışan kaynaklı kayıpları azaltmanın bir kaç yolu vardır. İyi izleme, anında cezalandırma ve bunu diğer çalışanlara da duyurma ancak caydırıcı olabilir. Gezdiğim birçok mağaza deposunda boş yiyecek ve içecek ambalajlarına rastlıyorum. Bunun gözden kaçması mümkün değildir, mağaza müdürünü de bağlar.
Yönetim kaynaklı hataların başında, yapılan kaydi hatalar geliyor. Kaydi envanteri ile fiili envanteri arasında makul kayıp oranının 3 katı kadar fark olan perakendeciler vardır. Elbette bu da çok önemli bir risk teşkil ediyor.
– Rapora göre; kayıp oranlarında en yüksek payı yüzde 2.32 ile İtalya alıyor. Hindistan ve Fransa ise küçük farklarla bu ülkeyi takip ediyorlar. Almanya ise yüzde 1.43 ile en başarılı ülkedir.
E.T.: Hiç şaşırtıcı değildir. İtalya ve Fransa en fazla göç alan ülkelerdir ve kayıpların her türünde bu durum mağazaları zorlamaktadır. Aynı sonucu gelecekte ülkemizde de bekliyorum. Hatta yükselme trendine geçtiğini de duyuyorum. Almanya’nın başarısı, denetimdeki üstünlüğü kadar göçmen profilinin farklı olmasından kaynaklanıyor (Türk, Polonyalı ve Rus ağırlıklı).
– Rapora göre; kayıp değeri açısından bakıldığında ABD 42 milyar USD’nin üzerinde bir tutarla ilk sırayı alıyor. Çin 13.5 milyar USD ile ikinci sırada, İngiltere ise yaklaşık 7.5 milyar USD ile Çin’i izliyor.
E.T.: Bunda da şaşırtıcı bir durum yoktur. Yazının başında belirttiğim gibi ciro sıralamasıyla uyumlu bir neticedir. Yani buradan çıkartacağımız bundan fazla bir sonuç yoktur. Kayıp değeri, öncelikle ciro büyüklüğüne göre şekillenir.
– Rapora göre; Avrupa perakende pazarında indirim marketleri yüzde 2.24, istasyon marketleri yüzde 2.05, toptan marketler ise yüzde 2.01 ile en fazla kaybın yaşandığı mekanlardır.
E.T.: Bu üç formatın ortak özelliği minimum sayıda personel çalıştırmalarıdır. İşte insan faktörü de burada öne çıkıyor. İşine odaklanmış eksik kadronun denetimde aciz kalacağı baştan kabul görmelidir.
Müşterinin de, tedarikçinin de, çalışanın da üzerinde hissetmediği bakışlar cesaretini artırır. İstasyon marketlerin 24 saat çalıştığını da unutmayalım.
Teknoloji destekli güvenlik önlemleri en çok bu formatlar için gereklidir.
Sonuçta; sektörün ihtiyacı olan en yeni teknolojileri içeren güvenlik çözümlerini üreten başarılı şirketlerle işbirliği zorunludur. Bu konuda yapılacak küçük yatırımların ne kadar büyük problemleri çözebileceğini senelerdir anlatmaya çalışıyorum.
Keşke sadece kayıplar yüzünden batan şirketleri de açıklayabilseydik. Evet sayıları da hiç az değildir. Bu da bize teknoloji desteği yanında hem güvenilir insan faktörünün hem de donanımlı kadroların önemini anlatıyor.
İşe alırken iyi araştırma, iş sırasında iyi denetim, iyi ücret politikası, adaletli ödül ve ceza sistemi, mağazanın zimmetlendiği sorumluların varlığı, başlıca geliştirilmesi gereken konulardır.
Sahipsiz mağazalar hem içerden hem dışardan soyulur.
Mağaza stoğundan sorumlu olmayan bir yetkili esasında ne kadar etkilidir?
Bunu kendimize sık sık sormalıyız.
“Benim mağazamda hırsızlık olmaz” diyen bir yetkilinin süpermarketinden, Genel Müdür’ün izniyle ve Bölge Müdürü’nün refakatinde kasaya uğramadan 4 adet bisiklet çıkarttım. Bir diğer mağazadan en büyük boy deterjanları yakındaki başka bir dükkana taşıdım.
Buna benzer çalışmalar her işletmede yapılmalı ve bu uyku haline dikkat çekilmelidir. Kontrol zafiyeti de mutlaka cezai yaptırımla sonuçlanmalıdır.
Ercüment Tunçalp
Asansör fiyatlandırma ile kampanya!
‘Asansör fiyatlandırma’ adını uygun gören bir kişi olarak, müşterinin fiyat yönünden aldatılmasında uç nokta olan bu konuyu iyice anlaşılır kılmak üzere sorumluluk hissettim. Özellikle her yılın Kasım ayında; fiyatların önce yukarı yönlü, sonra da orada hiç bekletilmeden aşağı yönlü indirimlere konu edilmesini böyle tanımlıyorum. Elbette yaygın uygulamadan bahsediyorum, istisnaları olduğunu da kabul ediyorum.
Peki bu iniş çıkışlar sadece yılın bu son bölümünü mü kapsıyor?
Elbette hayır, görüleceği üzere bütün yıla yayılıyor ama gürültüsü en çok son iki ayda daha fazla çıkıyor.
Ticaret Bakanlığı, ‘Fiyat Etiketi Yönetmeliği’nde 1 Mart 2022 tarihinden geçerli olmak üzere değişikliğe giderek; “İndirim oranında, son 30 gün içindeki en düşük fiyat baz alınacak. Meyve sebze etiketlerinde ise indirim miktarı ve oranı hesaplanırken indirimli fiyattan bir önceki fiyat esas alınacak” kuralını getirmişti. Aşağıda bu kurala uymayan bolca örnekten bir kısmını göreceksiniz. Yani kural kenarda duruyor, herkes bildiğini okuyor. Aynen taklit tağşiş olaylarındaki büyük sapma gibi…
Tezgahtara soruyorum; “2.000 liradan yüzde 50 indirim yaptığınızı söylüyorsunuz, bu üründen 2.000 liraya sattığınız tek adet var mı?” diye. Aldığım cevap, “Hayır biz sürekli yüzde 50 indirimli olarak 1.000 liraya satıyoruz” oluyor. Yani kasada hiç işlem görmeyen bir fiyat, esas fiyat olarak takdim edilebiliyor. Bu çalışan ya papağan gibi patronun ezberlettiği klişeyi bize tekrarlıyor ya da algı sorunu yaşadığı çok açıktır. Bir üründe esas fiyat ancak önemli miktarda satış şartı ile bu tanımı hak edebilir. Yoksa böyle bir uydurma fiyat yok hükmündedir.
Peki bu durumu fiyatlandırmayı yapan ekip bilmez mi?
Elbette bilirler, ancak tüketicinin fazla takipçi ve araştırmacı olmadığına inanmışlar bir kere…
Asansör fiyatlandırma sadece belli kategorilere özgü olarak mı gelişiyor?
Hayır, perakendenin her kategorisinde sık sık rastladığımız bir durumdur. Tüketici çoğunluğu atlasa veya umursamasa da asla gizli kalması söz konusu değildir. Nitekim özellikle gıda kategorisinde, sosyal medya hesapları üzerinden ve perakendeci nezdinde birçok örnek teşhir edilmektedir.
Bazı örnekler:
Büyük bir süpermarket zinciri; insert döneminde Milka beyaz çikolatada yüzde 30 indirim yapıyor. 80 gr fiyatı 56,00 TL’den, 39,20 TL’ye inmiş gösteriyor. Ancak 1 hafta önce 39,90 TL’ye yeni artış yapıldığı anlaşılıyor. Raftaki sarı indirim etiketinin altında unutulmuş olan beyaz etikette bu çok açık görülüyor. Yani fiyat bir hafta gibi kısa süre içinde (muhtemelen 3’er gün ara ile) bir kere daha 56,00 TL’ye çıkıp geri geliyor. Ve buna da indirim deniyor.
Ürün Nesquik kare çikolata 70 gr, fiyat 34,50 TL’den 42,50 TL’ye yükseltiliyor. Sonra 37,90 TL’ye indiriliyor. Yani gerçekte fiyat artışı olan üründe sahte indirim gösterilmiş oluyor.
Sivri biberin bir gün önce 49,99 TL olan fiyatı halk gününe özel 54,99 TL yapılıyor ve halkın 24 saatte unuttuğuna güvenilerek indirim diye sunuluyor. Allahtan dalgın çalışanlar sayesinde bir altta unutulan etiketten her şey açığa çıkıyor. Bu zincirler eski senelerde asla böyle şeylere tenezzül etmezlerdi.
Ancak daha da fenası var…
Aynı gün içinde bir yerel markette 325 TL’ye satılan deterjan, ulusal markette 813 TL’ye alıcıya sunulabiliyor. Şimdi bu fahiş fiyat üzerinden yüzde 50 indirim yapılsa ve fiyat 406,5 liraya düşse dalgın müşteri kaç kere aldatılmış olacak? Öyle ya indirimli fiyat bile yüzde 25 pahalı kaldıktan sonra…
Bu örneklerden o kadar çok var ki, biraz zaman harcayarak haftalık liste yapmak çok kolaydır…
“Yüzde 70’e varan indirimler” senaryosu da asansör fiyatlandırma esaslıdır. Yalnız bu asansör 7. kata hiç çıkmaz, hep üçüncü katta kalır. Bir kere vitrindeki mesaj sizi içeri çektiyse; sorarsınız, “yüzde 70 indirimli ürün nerede?” diye. Size alay eder gibi bir atkı veya fular gösterirler. Başka? Başka yok, diğerlerinin yüzde 25-30 bandında olduğunu görürsünüz. “Ayıp değil mi?” deseniz, cevap hazırdır, “okuma yazmanız yok mu ? ‘…varan’ diye belirttik” olur.
Bu bakımdan tüketici olarak sadece dipteki son fiyata odaklanmak ve piyasa alt sınırında olduğuna inanmak zorundasınız. Sizi hangi fiyattan indiği veya indirim oranının ne olduğu ilgilendirmemelidir. Aksi halde avcıya koz vermiş olursunuz.
Uzun zamandır son kullanım tarihi üzerinden aylar geçen ürünlerin yüzde 50 indirim uygulanarak satılması alışkanlık haline gelmiştir. Bu o kadar yaygınlaşmıştır ki, dolandırıcılık tarafını geçtim, bu cinayete teşebbüs fiilini nasıl göze alabildikleri de hayli merak uyandırmaktadır.
Sonuç olarak; yüksek enflasyon iş ahlakını çürütmüştür. Fırsatçı enflasyonu da bu şekilde gelişmiştir. Kalite standartlarının esnetilmesi, hilede iş ortaklığı ve dayanışma cesaretinin artışı da aynı şekilde vücut bulmuştur. Ve utanma duygusu da böylece kaybolmuştur.
Elbette Kasım ayı kampanyalarını destekliyorum. Ancak güvenilen markaların ve satış noktalarının doğru seçilmesi şartıyla…
Bugün artık dijital ortamda sık kullandığımız ürünlerin piyasa fiyatlarını takip etmek çok kolaylaşmıştır. Perakendecinin astığı kampanya afişine boş verip (dikkati dağıtmamak için), fiyat kıyaslamalarına odaklanmak parayı sokağa atmayı önler. Bazı uyanıkların satış yapamamalarını sağlamak, yetkili mercilere şikayet etmek veya sosyal medya hesaplarından teşhir etmek yeterli cezadır.
Asıl olan herkesin kendi bütçesini ve sağlığını koruma altına alabilmesidir. Zira görüldüğü gibi kontrol yetkisi olan merciler her yere yetişememekte ve bu yüzsüzler de bundan yararlanmaktadırlar. O zaman gemisini kurtaran kaptan sayısının artmasına ihtiyaç vardır.
Ercüment Tunçalp
Harap-tar market!
Usta sanatçı Şener Şen’in Züğürt Ağa filminde yer alan Haraptar Market birdenbire neden aklıma düştü?
Bir kişinin bütün iyi niyetine ve gayretine rağmen, iş bilmezliğin bir aile marketini nasıl batırdığına en iyi örnektir de onun için…
Evet ülkede bir tane daha Haraptar Market yok ama Harap Marketler’e ait şubelerden bolca var. Kelime anlamı, “bakımsız kalmış, bakımsızlıktan yıkılacak duruma gelmiş” olduğu için aşağıda belirteceğim mevcut durumu daha iyi yansıtacağını düşünmekteyim. Peki bunların sonu neden filmdeki örnekte olduğu gibi acıklı bitmez?
Çünkü verimsiz şubeleri bir müddet diğer şubeler taşır. Taşınamayacak hale gelince de o verimsiz şubeler kapatılır. Zira bizim ülkemizde “lokasyon analizi” diye bir çalışmaya fazla ihtiyaç duyulmaz. Aynen filmde olduğu gibi bir kişi kararını verir, çalışanlar da satış yerini açılışa hazırlar. Oysa batıda ‘yanlış mağaza yeri seçimi’ne karar veren sorumlular belli bir hata payını aştıklarında, bunun bedelini işlerini kaybederek öderler. Zira bir şubeyi kapatmanın maliyeti çok yüksektir. Bu topraklarda 500 şube kapatan perakendeci vardır, 50-60 şube kapatmak ise sıradan uygulama sayılır. Dolayısıyla bizim patronlar kapatılan şubelerin sayısına bakarak, “bu şubelerin açılmasına karar verenler bir adım öne çıksın” demezler.
Bazı marketlerin kontrolden çıkması; raflara, soğuk dolaplara kirden el değilememesi de sıradanlaşmıştır. Müşteri olarak iştahınız kaçtığı için alışveriş yapmak istemezsiniz. Belli ki herhangi bir denetim yoktur, markete bir Bölge Satış Müdürü gelse bile heyecan yaratamamaktadır. En iyi görüntü veren marketlerde bile temizlik daha çok zemin ile sınırlıdır. Raf temizliğine son yıllarda ben hiç şahit olmadım. Bir büyük zincirde rafa yapışık bal kavanozunu işaretledim, bir hafta sonra aynı şekilde buldum. Bir markette soğuk dolaptan 15 gün boyunca zemine su kaçağının sürdüğünü izledim.
Kontrolsüzlük, normal insanı bile yoldan çıkartacak güvenlik sorunu yaratır. Küçük mağazalarda, kasadaki 1 kişi dışında satış alanı tamamen terkedilmiş örneklerle doludur. Hırsızlık için bundan daha uygun bir ortam bulunamaz.
Kontrolsüz kalan personel yazın mağaza çevresinde, kışın depoda sosyalleşme faaliyetindedirler. Yalnız kalınan zamanlarda da en iyi arkadaş cep telefonudur.
İnsan kaynakları departmanları çalışan sayısına bakarak norm kadroları oluştururlar ama çalışan başına verimlilik ölçülmediği ve denetlenmediği için her şey kağıt üzerinde kalmaktadır. Bir şubede 3 kişinin işini 1 kişi layıkıyla yaparken, başka bir şubede 1 kişilik işi 3 kişi becerememektedir.
Haraptar Market satın alma departmanı olmadığı için istediği ürünü rafa koyabilir ve bu da hoş görülebilir. Ancak kategori yönetimi ve kalite kontrol departmanı bulunan zincirlerin hiç değilse fiyatından bile gerçek olmayan balı anlamaları beklenir. Raflarda 460 gramı 80-85 lira ve altında satılan bal gerçek olamaz. Çünkü ülkemizde çiçek balının üreticide kilogram fiyatı 115 TL’den (en düşük fiyat) başlar. Az bulunan çam balının üretici kilogram fiyatı da 135 TL’den başlar. Bu fiyatlar 26 kilogramlık teneke ambalaj içindeki balların toptan kg fiyatıdır. Market rafına gelene kadar bu fiyatlara paketleme giderleri (benmari işlemi, kavanoz, kapak, koli, işçilik, nakliye), marka sahibinin ve perakendecinin kârları eklenir. Dolayısıyla markette satılan bir balın kilogram fiyatı 200 TL’nin altında olamaz. Olursa da gerçek bal sayılamaz. Peki bu fiyatları aşan balların kalite garantisi var mıdır?
Yoktur. Bunları öğrenmek için de daha önce belirttiğimiz üzere Tarım ve Orman Bakanlığı’nın tağşiş listelerini takip etmek gerekir.
Son günlerde aniden bollaşan ve fiyatı düşen Antep fıstığının kaynağı yoğun olarak ihracattan dönen ürünler olamaz mı? Mağaza içinde sadece bu tek çeşit için orta teşhiri yapanın öncelikle bunu sorgulaması gerekmez mi?
Sebze meyve tezgahı sabah saatlerinde hazırlandıktan sonra asla kendi kaderine terkedilemez. Ancak yaygın uygulama gün boyu boş bırakılan ve akşam saatlerinde de bozulan ürünlerin çöp konteynerlerine doldurulması ile sonuçlanır. Bu büyük firelerin, maliyetleri ve perakende fiyatları yükselttiği de bir başka gerçektir. Fireyi azaltmanın yolu ise çöp haline gelen sebzeyi indirimli satmak değil, çöp haline gelmesini engellemektir…
Bağdat Caddesi üzerinde yer alan bir gurme marketin soğuk dolabında sık sık son kullanım tarihi geçen onlarca günlük süte (1-2 tane değil) rastlıyorum.
Bizde sıradan hale gelen bu ihmalin cezası İngiltere’de 7,5 milyon sterlindir. Ülkemizde ise yetersiz para cezalarının caydırıcı olamadığı çok açıktır. O kadar ki aynı market tağşişli baharatı müşteri şikayetine rağmen rafta tutabilmektedir.
Binlerce şube açmak iyidir de o şubelere et ve süt ürünlerini soğuk zincir dışında normal araçla taşımak da kendi kalenize gol atmak gibidir.
Mağazalarda bazı koridorlar depo olarak kullanılıyor. Depo dediysem düzenli olduğu anlaşılmasın, sanki bilhassa müşteri geçişini engellemek üzere gelişi güzel etrafa saçılmış, palet üzerinde olmayan yığınları kastediyorum.
Sonuç olarak; mesleki bilgi ve beceriye henüz sıra gelmeden kişisel hijyen, sağlıklı beslenme ve işi sahiplenme alışkanlıklarına akıllı tüccar özelliğinin ilavesi yeterlidir. Bu konularda işletme büyüklüğünün hiç önemi yoktur. Zira yukarda saydığım ihmallerin bir tanesine bile rastlanmayan esnaf örnekleri çoktur. Sorumlu olduğu şubeler ‘harap’ durumda olan satış yöneticisinin başka bir kilit performans göstergesini incelemeye ihtiyaç yoktur. Bakmakla görmek arasındaki fark açıldıkça değil yeni bir sistem kurmak, mevcut sisteme de uyum sağlamak mümkün değildir. Avrupa ile anlayış farkımıza örnek olarak Budapeşte Aldi şubesinden aşağıda bir fotoğraf sunuyorum. Üretici ambalajı küçültüyor, perakendeci ise tüketiciyi uyarıyor; “Dikkatli olun, ürün küçülmüştür” diye. Bunu bizim ülkemizde görmek mümkün müdür? Tağşişli ürünü bile raftan kaldırmayan perakendeci, küçülen ambalajı mı duyuracak? ABD’den ithal edilen kabuklu cevizi (2023 mahsulü) etiketinde “Menşei Türkiye” olarak, Çin’den ithal edilen sarımsağı etiketinde yerli malı olarak gösteren bir anlayıştan daha fazlasını mı bekleyeceğiz?
Ercüment Tunçalp
Gıda terörünün görünmeyen yüzü!
Para cezalarının gıda terörünü önlemede yetersiz kalacağını çok fazla seslendirdik. İfşa mekanizması tam 31 ay çalıştırılmayınca, bütün sahtekarlara bir rahatlama geldi. Sosyal medyada “Bir insan markasını hiç tehlikeye atar mı?” şeklinde makul görülebilen bir soru var. Oysa bizim ülkemizde bu kişiler markayı riske ettiklerini hiç düşünmediler ki…
Markalarının tehlikede olduğunu 2 Ekim’de ani ifşa kararı ile anladılar!
Bugün için gıda teröründen korunabilmek, sokaktaki terörden kaçabilmekten daha zordur. Sokak mafyaları, yabancı çeteler, uyuşturucu ayakçıları, kadınların muhatap olduğu riskler gözümüzün önünde gerçekleştiği için en korkutucu sorun zannediliyor. Oysa yavaş yavaş ve gizli gizli zarar veren sorunlu gıdalar en büyük tehdittir. O zaman görünmez olan tarafından; yani gıda teröründen gelecek riskleri tek tek sayarak başlayalım. Yüksek pestisit, sülfür dioksit, salmonella, aflatoksin, sildenafil, tadalafil, ağır metal, ölçüsüz natamisin kullanımı, gıdada kullanılmasına izin verilmeyen boya tehditleri ile hijyen eksikliğinin bize yükleyeceği riskleri aktarmaya öncelik vereceğim.
Başlıyoruz;
- En büyük risk yaş sebze meyvede bilinçsiz kullanılan tarım ilaçlarından oluşan tehlikedir. Şimdiye kadar ben yurt içinde bu kusurundan dolayı sahadan toplatılan ürün pek duymadım. Ancak her gün ihracata giden ürünlerden bir iki partinin, gittiği ülkenin sınırından standart dışı kalite sebebiyle geri döndüğünü yabancı kurumlar sayesinde öğrenebiliyoruz. Burada hem ilaç uygulama miktarı ve zamanlama yanlışları hem de Irak ve Suriye’den kaçak yollardan gelen ucuz tarım ilaçlarının kullanılması en büyük riski yaratıyor. Facianın boyutunu öğrenmek isteyenler, yazının sonundaki ‘notlar’ bölümünde en fazla kalite sorunu yaşanan ürünleri ve iade edildikleri ülkeleri mutlaka görmeliler. Eğer neler yediğimizin bir kısmını merak edenler veya ülkemizdeki kanser vakalarının neden patladığı hakkında fikri olmayanlar varsa şöyle bir göz atmaları yeterlidir. Güncel olarak takip etmek isteyenler ise; Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Kurumu RASFF, inside eat ve gıda dedektifi hesaplarından izleyebilirler.
- Şimdiye kadar ihracattan dönen bu binlerce ton ürünün yurt içinde tüketilmediğini garanti eden bir söz duymadım. Afiyetle yediğimiz en güçlü ihtimaldir. Bunun için öncelikle bu vatan millet düşmanlarının ifşa edilmesi gerekir.
- Birinci tehlike, yukardaki duyuruların bütün dünya ülkeleri tarafından takip edilmesi sonucunda, yakında bizim zehire batırılmış meyve sebzemizi kabul edecek ülke bulunamayacak olmasıdır. İkinci tehlike ise bilgilenme imkanını kaybedecek olmamızdır.
- Yukardaki durum; kuru meyvelerde, kuru yemişte, baharatta ve bakliyatta da benzer sonuçlar ortaya çıkartmaktadır. Üzücü olan ise; sınırlarımızdan çıkmadan önce bu kalite sorunlarının tespit edilemiyor olmasıdır.
- Ülkemizde sahte zeytinyağı ve sahte baldan daha bol bir şey yoktur. Şu anda hileli ürün olarak ilan edildiği halde bazı ulusal zincirlerin raflarında satışı devam eden birçok ürün bulunmaktadır. Sorumsuz e ticaret siteleri de bu tip ürünleri hiç araştırma gereği duymadan tüketicinin önüne koyabiliyorlar. Çin’den bol miktarda zeytinyağı aroması geliyor. Bunları kimlerin kullandığına gelince; bu sahtekarların hiç birisi ambalaj üzerindeki adreste bulunamıyor. Yani cesaretin pik yapması sayesinde sadece ürün değil, adreste sahte olabiliyor.
- Ülkemizde etiketsiz et ve süt ürünlerini rahatça satma imkanı vardır. Bazı pazarlarda ve “yöresel lezzetler” adı altındaki organizasyonlarda bu ürünler soğuk muhafaza olmadan, toz içinde ve sinek eşliğinde açıkta satılabilmektedir.
- Hangi lokantada yemek yenilebileceğinin, hangisinde yenemeyeceğinin anlaşılması hayli zorlaşmıştır. Zira at ve eşek eti kullanımı sıradanlaşmıştır.
Sonuç olarak; sahte ürünü ifşa etmek yetmez, e ticaret başta olmak üzere bütün perakende satış noktalarından toplatılması gerekir. Zira listelerde yer alan birçok tağşişli ürün raflarda yer almayı sürdürmektedir. Zira ilgili Bakanlık denetimlerinden çekinmedikleri gibi tüketici sağlığını düşünenler de azalmıştır.
Gerek bu tarz perakende noktaları, gerekse yeme içme mekanları arasında kapatma kararı yaygınlaştırılmalıdır. Eğer amaç caydırmak ise…
Tağşişi defalarca tekrarlayan hilekarlar meslekten men edilmelidirler.
Son kullanım tarihi geçmiş ürünü satanın, indirim uygulayarak satanın veya ambalajdaki tarihi tahrif ederek satanın cezası katlamalı olmalıdır.
Pahalı satılan organik üründe bile hileye tenezzül eden sahtekarlar vardır. Bu tarz üreticiler ile birlikte mutlaka sertifika kuruluşları da cezalandırılmalıdır.
Sadece ilgili Bakanlığı hedef alan ve sahtekarları koruyan, dezenformasyon yaratan fırsatçılar türemiştir. Bunu da gözden kaçırmamak gerekir.
Sektör içinde, fiyatları tırmandırma görevi yanında, domuz eti sahtekarlığının ticari olmadığını da savunabilen çevreler vardır. Bu kişilerin bizim bildiğimiz sıfır maliyetli ‘yaban domuzu’ gerçeğini bilmemeleri mümkün değildir. Bu şekilde zaten yetersiz olan mücadeleyi sulandırmak da gıda terörüne hizmettir.
Gıda Katkı Maddeleri Yönetmeliği’ne uygun kabul edilen ürünler içinde bile korunmamız gereken maddeler vardır. Tüketici olarak sağlıklı kalmak için çok dikkatli olmak zorundayız. Ambalaj üzerindeki içerikler ne kadar küçülse de, büyüteç yardımı ile de olsa aydınlanma ihtiyacı hayati derecede önemlidir.
Ülkemizde paketli gıdalarda kullanımı yaygın olan palm yağı konusunda; Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA), kanserojen etkisini ortaya koyarak, bu yağı içeren ürünlerden kaçınılması gerektiğini bildirmektedir.
Yine paketli gıdalarda bulunabilen glikoz şurubu gıda sektöründe şeker yerine kullanılmaktadır. Mısır, patates veya buğday nişastasından elde edilir. Yaygın kullanımın amacı, düşük maliyet- yüksek kâr sağlamasındandır. Tüketiciye sağladığı da; organizma üzerindeki olumsuz etkisidir ve bu da bir bilimsel gerçekliktir (Los Angeles Üniversitesi). Bunu anlatmamın sebebi, gıda terörü dışında da sağlık riskini sıfırlayamadığımızı göstermek içindir. O zaman da bu tarz ürünlarin sınırlı tüketimi belki de bir tedbir sayılabilir.
NOTLAR:
Son altı ayda not ettiğim; sağlık riski yarattığı için gönderildiği ülkelerden iade edilen, üreticisini bilmediğimiz gıda çeşitlerini aşağıda sunuyorum. Her ürün çeşidinin yanında ve parantez içinde ihraç ve iade edildiği ülke adı yer almaktadır. Sakın yanlış anlaşılmasın; bu kalabalık liste sadece örnektir. Her yapılan ticaretin dörtle beşle çarpılması gerçeğe yaklaştırır.
Eğer sağlığını düşündüğü için fiyat farkı da ödeyerek organik beslenenler varsa sertifikalı organik ürünler içinden bile problem yaratan örnekleri de görme imkanları olacaktır. Aşağıda görüleceği üzere ülkemizden giden sorunlu ürünleri geri göndermek zorunda kalan sadece AB ülkesi sayısı 18’dir. Diğer kıta ülkeleri ile birlikte sayının 30’u geçmesi muhtemeldir. Eminim bu ülkeler bu kadar fazla ürünün, bizim sınırlardan hiçbir denetime takılmadan çıkabilmesine çok şaşırıyorlardır. Bize göre ihracata gidenlerin daha titiz seçilmiş ürünler olduğunu düşünürsek, yurt içinde bizim payımıza düşenlerin sağlığımızı hangi ölçüde tehdit ettiğini tahmin etmek zor olmasa gerektir…
Bazı ürünler ve iade edildiği ülkeler:
Nar (Letonya), leblebi (İtalya), kuru kayısı (Yunanistan), çeri domates (Romanya), Antep fıstığı (İtalya), domates (Hırvatistan), organik taze incir (Fransa), salatalık (Avusturya), nar (Bulgaristan), çörek otu (Almanya), çiğ fındık (Hollanda), taze biberler (Bulgaristan), kuru kekik (Almanya), yeşil mercimek (Slovenya), kuru incir (Hollanda), bitkisel yağ (Almanya), kuru kayısı (Almanya), armut (Hırvatistan), helva (Almanya), asma yaprağı (Almanya), dolmalık biber (Bulgaristan), Antep fıstığı (İsviçre), köy leblebisi (İsveç), köri tozu (Almanya), kuru incir (Fransa), sivri biber (Bulgaristan), kuru dut (İtalya), Antep fıstığı (Almanya), kuru kayısı (Hollanda), limon (Bulgaristan), kabuklu susam (Yunanistan), taze kayısı (Hırvatistan), köpek maması (Finlandiya), kuru incir (Fransa), kuru incir (Bulgaristan), domates (Avusturya), çarliston biber (Belçika), armut (Danimarka), yeşil erik (Almanya), susam (Yunanistan), kuru üzüm (Hollanda), kuru incir (Fransa), greyfurt (Bulgaristan), poşet çay (İtalya), tahin (Almanya), susam (İspanya), nar (Almanya), defne yaprağı (Letonya), kaynak suyu (Avusturya), fındık kreması (Belçika), asma yaprağı (Bulgaristan), kapari turşusu (İtalya), organik kuru üzüm (Almanya), portakal (Bulgaristan), mandalina (Bulgaristan), ayçiçek yağı (Danimarka), pizza kutuları (Fransa), kırmızı biber (Hollanda)…