Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Satınalma gücü paritesi (3)

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Satınalma gücü paritesi (SAGP), birbirinden farklı para birimleri arasındaki satınalma gücünü eşitleyerek ülkeler arasındaki fiyat düzeylerini aynı seviyeye getiren bir değişim oranıdır. Belirli bir mal ve hizmet sepetine sahip olabilmek için gereken ulusal para tutarlarının birbirleriyle oranlanması şeklinde hesaplanmaktadır.

Daha önce Satınalma gücü paritesiveSatınalma gücü paritesi 2başlıklı yazılarımda detaylı şekilde ele aldığım bu konunun eksik kalmasını istemedim.

Satınalma gücü paritesi, 1918 yılında İsveçli ekonomist Gustav Cassel tarafından literatüre kazandırılan bir döviz kuru belirleme teorisidir. Birinci Dünya Savaşı süresince çeşitli ölçülerde enflasyon deneyimi yaşayan ülkelerin, para birimlerini uluslararası alanda yeniden düzenlemek adına geliştirilen bir yaklaşımdır. Bu dönemde Cassel, nispi altın paritesinin belirlenmesine yönelik bir araç olarak ‘satınalma gücü paritesi’nin kullanımını teşvik etmiştir.

Temel olarak 1914 yılının başlarından itibaren tüketici fiyat endeksinin hesaplanmasını ve bu enflasyon farklılıklarının kullanılması sayesinde de satınalma gücü paritesini sürdürmek için gereken döviz kuru değişimlerinin ölçülmesi gerekliliğini ileri sürmüştür. (Rogoff , 1996: 648-649)

Birinci Dünya Savaşı ortamı ve o günkü ihtiyaçlara dönük oluşan bu teori, halen uluslararası finans literatürünün en tartışmalı konularından biridir.

Ancak IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların bu teoriye sarılmaları ve kullandırmak istemeleri hiç tesadüf değildir.

SAGP, gelişen ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere sundukları bir ikramdır! Gelişmekte olan ülkeler, kendilerini mevcut durumlarından daha iyi hissetmeliler ki, küresel düzenin ahengi bozulmasın ve merkezdeki ülkeler çevredeki ülkelerin kaynaklarını kendi çıkarları uğruna daha rahat kullanabilsinler.

SAGP hesabıyla; gelişmiş ülkelerin kişi başı gelirleri eksilirken, gelişmekte olan ülkeler aşağıdaki dezavantajlarına rağmen SAGP’ye göre kişi başı gelirlerini artırmaktalar.

İşte farklar:

  • Hammadde kullanımında dışa bağımlılık,
  • Teknoloji düzeyinin yetersizliği,
  • İthal girdilerin fazlalığı sebebiyle dış ticaret açıkları,
  • Yabancı kaynak ihtiyacı,
  • Dış borçların ağırlığı,
  • Her ülkede önemli mal ve hizmetlerin endeks içindeki ağırlıklarının farklılığı,
  • Mallar arasındaki kalite farklılıkları,
  • Ülkeler arasında fiyat eşitliğini bozan engellerin varlığı (kotalar, gümrük tarifeleri, taşıma giderleri gibi).

Bu kadar farka rağmen standart bir endeks üzerinden yapılan SAGP temelli kıyaslamalar ile sonuca ulaşmak gerçekçi olmasa gerek.

Bu sistemin ne kadar hayali varsayımlara dayandırıldığını gösteren bir örneği Uğur Gürses çok güzel açıklamış. Bir kısmını aktarıyorum.

Bloomberg’in verdiği haberde, raporun kaynağı Britanya’nın büyük bankalarından Standard Chartered.

Rapora göre; Türkiye küresel ekonomide 2020’de 9. ülke, 2030’da 5. ülke olacakmış.

Neye göre?

Satınalma gücü paritesine göre!

Peki hangi dolar kuru paritesine göre?

Dolar kurunun 2019 sonunda 6.60 olacağı, 2020 sonunda 7 olduktan sonra 2021’de birden bire 4.1’e gerileyeceği varsayılmış. Sonrasında da 2030 sonuna kadar 5 TL olacağı öngörülmüş.

Böyle bir mucizeyi bu topraklarda kim istemez?

Ancak içinin iyi doldurulması gerekirdi. 2020-2030 aralığında ve 10 sene boyunca dolar kurunu bu günkü kurdan da daha düşük seyrettirecek sebepler tek tek açıklanmalıydı. Varsayımlara temel oluşturan senaryolar bu tip raporların özüdür. Eksikliği durumunda o rapora itibar edilmez

SAGP’nin en önemli destekçilerinden IMF’ye göre bile Türkiye’nin aynı metotla 2020’de 13. sırada olacağı öngörülmüştür.

İşte SAGP böyle bir şeydir. Kuruma göre, kişiye göre, hayal gücüne göre oluşan mutluluk reçetesidir.

Örneğin 2016 için Türkiye’deki kişibaşı milli gelir 10 bin 743 dolar, IMF’nin hesapladığı satınalma gücü paritesine göre kişibaşı milli gelir ise 24 bin 912 dolar bulunmuştu.

Bunun anlamı şu; 10 bin 743 dolarlık gelirle Türkiye’den satınalınabilecek mal ve hizmetin, dünya ortalamasındaki ederi 24 bin 912 dolarmış.

Sanki bu halk 10 bin 743 dolarlık geliri ile aldıklarını küresel piyasada satmış ve 2.5 kat parayı da cebine koymuş!

Cebe girmeyen para gelir sayılabilir mi?

Şimdi denebilir ki; “bu teorideki en önemli nokta, ülke vatandaşlarının paralarını kendi ülkelerinde harcadıkları varsayımıdır.”

Evet biliyorum, zaten en önemli tuhaflıkta burada ya. Madem ki teorinin sahipleri “farzedelim ki öyle…” diyebiliyorlar ve benim gelirimi 2.5 kata çıkartıyorlar. Ben de diyorum ki; “farzedelim ben o gelirle sizin ülkenize geldim, neden burdakinin yarısı kadar mal ve hizmete kavuşamıyorum?”

Madem ki farzediyoruz, hayal öyle kurulmaz böyle kurulur!

Küresel güçlerin hesabıyla dünyada fakir ülke yoktur. Teori de zaten bunun üzerine kurulmuş.

Birinci ülkede 100 doları 100 liradan kolay harcayan ve piyasalara talep patlaması yaşatan bir tüketici grubu varken, ikinci ülkede sınırlı kaynağını gıdım gıdım harcayan bir tüketici grubu var. Bu iki ülkede fiyat ve kalite seviyesinin farklı çıkması kadar doğal bir sonuç olabilir mi?

Böyle iki benzemez pazarın kıyaslanmasından, tek tabloda ikincinin lehine bir sonuç çıkar mı?

Çıkacağını söyleyenlerin sağlam gerekçesi var ; “mesela yani” diyorlar!

Gerçek tablo ortadayken ‘mesela’ demeye gerek var mı?

TÜİK verilerine göre, 2018 yılı kişibaşı milli gelirimiz (GSYH) 9.632 dolar olarak hesaplanmış. Kişibaşı milli gelir 10 senedir ilk defa 10 bin doların altına düşmüş. Benzer veriye rastlayana kadar geriye gittim, 2007’de kişibaşı milli gelirimiz 9.656 dolarmış. Yani 11 sene önceye dönmüşüz.

Satınalma gücü paritesini masal sınıfına sokan sadece bu da değil!

ABD merkezli yayın kuruluşu Bloomberg’ün enflasyon ve işsizlik oranlarını toplayarak oluşturduğu, ‘Sefalet Endeksi’ diye adlandırdığı listede Türkiye 62 ülke arasında 4. sıraya sahiptir. Enflasyon oranı yüzde 8 milyonu aşan Venezuela, en olumsuz verileriyle açık ara birinci olurken, onu sırayla Arjantin, Güney Afrika ve Türkiye izliyor.

Bloomberg ‘Sefalet endeksi’

(Puana göre)

Ülke

2019 Endeks Tahmini

Venezuela

8.000.011,40

Arjantin

51,4

Güney Afrika

32,3

Türkiye

30,2

Yunanistan

19,2

Ukrayna

17,3

Uruguay

16,2

Brezilya – İspanya

15,2

Suudi Arabistan

14,4

Sırbistan

14,3

Not: Bloomberg ‘Sefalet endeksi’ olarak adlandırdığı puanlamayı ülkelerin yıllık enflasyon oranı ile işsizlik oranı verilerini toplayarak oluşturuyor.

Kaynak: Bloomberg-BBC

Sonuç olarak; ülkeler arasındaki fiyat farklılaşmasının sebebi gelir farklılaşmasıdır. Geliri düşük olan ülkenin insanına “ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorsun?” diye sormak yerine, “aynı malı daha ucuza alıyorsun, o zaman zengin sayılırsın” demek aklıyla alay etmektir. Asgari ücret Almanya’da 1593 Euro, Türkiye’de 2020 TL iken; Almanya’da 100 Euroya dolan market arabasının, Türkiye’de 100 TL’ye yarısı dolmuyorsa artık bu hikayenin son bulması gerekiyor.

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Yoksullaştıran büyümeye sevinelim mi?

Ercüment Tunçalp

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Türkiye’nin 2023 büyüme rakamlarını açıklayınca gördük ki; gayri safi yurt içi hasılamız (GSYH) yüzde 4,5 büyümüş. Böylece AB ülkeleri arasında en çok büyüyen ülke olmuşuz…

Peki bizi kıskanmış olabilirler mi?

Hayır. Bu bir tercih meselesidir. Son yıllarda onlar bize göre çok düşük kalan seviyedeki enflasyonla mücadeleyi tercih ettiler. Biz ise yüksek enflasyonla mücadele yerine büyümeyi tercih ettik. Böylece büyüdük ama dünyada gelir dağılımı en bozuk üç beş ülkeden biri olduk. Üstelik ülkemizdeki 5 milyonu aşan sığınmacı nüfusu üretime katılmalarına ve yaşam maliyetlerine rağmen toplam nüfusa dahil edilmediklerinden, kişi başı gelirimiz olduğundan yüksek görüntü verdi…

Kaldı ki son 10 yılda ekonomide büyüme devam ettiği halde kişi başı gelirde düşüşler yaşadık. Ancak 2023 yılında, TÜİK verilerine göre kişi başı gelir 13.110 dolarla, 2022 yılındaki 10.659 doların yüzde 23 üzerinde gerçekleşti.

Bu önemli artışın sebebi; yüksek enflasyonun çok altında kalan kur artışıdır.

Daha uzun süreler için baktığımızda ise; son 10 yılda (2013’ten itibaren) 12.582 dolardan sadece yüzde 4 farkla bugüne geldiğimiz ve adeta patinaj yaptığımız görülür.

Peki büyüme nasıl gerçekleşti?

İthalata bağımlı ihracat ve sanayiye dayalı büyüme modeli ile…

Kur Korumalı Mevduat 2 türlü servet transferine neden oldu. Bir taraftan mevduat sahiplerine olağanüstü faiz+kur farkı yoluyla kazanç sağlanması, diğer taraftan bu mevduatın ticari kredilere yönlendirilmesi ile…

Gelirini sadece temel ihtiyaçlarına harcayabilen ve borçlanamayan geniş halk kitleleri de sayıları artarak yoksullaşmaya ve toplumsal refah kaybı yaşamaya başladılar.

Ekonomik büyüme, bir ülkenin refah göstergesi sayılamaz. Zira gelişmekte olan ülkelerde dış ticaret hadlerindeki bozulmalar, bizde olduğu gibi ülke refahını düşürücü etki yapar. İhracat miktarı ithalat miktarını karşılayamayınca (çoğunlukla öyledir), borçlanma kaçınılmaz olur. Dış ticaret haddi, ihracat fiyatları ile ithalat fiyatları arasındaki orandır.

                      İhracat fiyatları endeksi

Dış ticaret haddi= —————————————- x 100

                       İthalat fiyatları endeksi

Türkiye ithalata dayalı bir büyüme yaşıyor. İthal girdiye dayanan büyüme işsizliği ve yoksulluğu artırır. İthalatta, 2024 Ocak-Şubat döneminde ara mallarının payı yüzde 70,9, sermaye mallarının payı yüzde 14,9 ve tüketim mallarının payı yüzde 14,0 oldu.

Bu şekilde ara malı ithalatı arttıkça ulusal para değer kaybetmektedir. Oysa kilit ara malların yurt içinde üretimi özendirilerek kaliteli ve ucuz ara malı üretilerek bu bağımlılıktan kurtulmak mümkündür.

Aksi durumda oluşacak dezavantajlarımız:

  • Özel ve kamu kesiminin döviz cinsi birikimli borçlarının yüksek seviyesi,
  • İhracat modelini canlı tutmak için ara malı ve hammadde ithal etmek zorunda kalınması, bunun için de dövize ihtiyaç duyulması,
  • İthalatın finansmanı dış borçla yapıldığında, yüksek faiz ve kur farkı ile kaynak çıkışına neden olunması,
  • Yabancı yatırımcılar için TL cinsinden yatırımın cazibesini yitirmiş olması,
  • Yüksek kur ve yüksek enflasyonun şirket bilançolarında kırılganlık yaratması (Doç. Dr. Baki Demirel),
  • Düşük katma değerli malların ihracatının artması, bunun da ülke refahını azaltması sayılabilir.

Yüksek enflasyonu önleyemeden sadece kuru baskılayarak yaratılan anlık tablonun sürekliliği olamaz. Zira sokaktaki insan cebindeki paranın çoğaldığını, ancak satınalabildiği mal ve hizmetin ise azaldığını yaşayarak görüyor.

Sonuç olarak; ülkemizde ‘milli gelir büyümesi’nin tercih edildiğini de ‘fiyat istikrarı’nın sağlanamadığını da aynı anda yaşıyoruz. Zira yüksek enflasyon dönemlerinde maalesef ikisinden birinin seçilmesi gerekir ki; ilkinin seçildiğini ve bu seçimi yapanların da çıkan sonuç karşısındaki mutluluğunu izliyoruz.

Küresel genişlikte Arjantin’den sonra en yüksek enflasyon oranına sahibiz. Yetkili ağızlarda hep enflasyonu düşürmeye dair söylemler var ama piyasada inandırıcılığı bulunmuyor.

Neden mi?

Negatif reel faiz devam ediyor, parasal sıkılaştırma sözde kalıyor, yetersiz sıkılaştırma da maliye politikası ile desteklenmiyor. Bu durumda enflasyonun düşürülemeyeceği; iktisat eğitimi alan öğrencilere henüz başlangıçta, yani “İktisata Giriş” aşamasında anlatılıyor.

Ancak konuya hakim olması gerekenler ise tek haneli enflasyon için tarih vermeyi sürdürüyorlar. Elbette bunun da zamanı gelince tutmayan hedefler ve unutulanlar arasında yer alacağını bugüne kadarki yaşadıklarımız söylüyor.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Kredi kartı tüketicinin can simididir

Ercüment Tunçalp

TCMB, yüksek enflasyonla mücadele kapsamında ve sıkı para politikası gereği kredi kartı kullanımını kısıtlama yönünde çalışmalar yapıldığını açıkladı. Ancak yerel piyasa şartlarını, enflasyonun şiddetini ve tüketicinin azalan satın alma gücünü dikkate alan hassas ölçümlerden ne kadarının kullanıldığını bilmiyoruz…

Küresel örneklerin hiçbirisi bize tıpa tıp uymaz. Bazı ülkelerde sıkılaştırma tedbirleri az acı verebilir, bazı ülkelerde de komaya sokan sonuçlar doğurabilir. Bizim ülkemizde kredi kartına sınırlamanın insani boyutuna iyi bakmak gerekir. Yoksa karar almak çok kolaydır. “Taksit kaldırıldı” dersiniz, neticesi de “kalan sağlar bizimdir” aşamasına evrilir. Örneğin orta gelir grubunun dahi özel sağlık sigortalarını yeterli taksit sayısı olmadan ödemesi zorlaşır.

Bu tüketiciyi ilgilendiren kısmıdır…

Peki perakendecinin durumu ne olur?

Ay sonunu zor getiren tüketici, öncelik verdiği gıda harcamaları ile kaynağı tüketirse gıda dışı alışveriş bitme noktasına gelir. Birçok perakendeci bundan olumsuz etkilenir ve iflaslar yaşanabilir.

Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, “kredi kartına taksit kaldırıldı” söylentilerini doğrulamazken; “Bu konuda hayata geçirilmiş herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır” diyor. Ancak böyle bir çalışma yapılmadığını söylemiyor. İşte esas bu konuda doyurucu bir açıklamaya ihtiyaç vardır ve stres ancak bu şekilde azalır ve piyasa rahatlayabilir.

Elbette vatandaşı yüksek enflasyondan korumak için bazı tedbirler alınabilir ama alışverişi peşin yapmaya gücü yetmeyen tüketici de ancak kredi kartı yardımı ile bu yüksek enflasyondan kısmen korunabildiğine inanıyor. Üstelik sıkılaştırmada öncelik verilmesi gereken ‘kamu harcamalarında tasarruf’ konusunda kimsenin bir şey yapmadığını ve israfın aynen devam ettiğini de görüyor. Ve soruyor; “neden öncelik bizde ?” diye…

Gelir dağılımındaki büyük eşitsizlik kredi kartı kullanımına standart bir sınırlama getirmeye engeldir. Eğer ısrar edilirse birçok toplumsal sorunla karşılaşmak olasıdır. Burası Amerika veya AB ülkelerinden biri değildir. Sıkılaşma tedbirleri o ülkelerdeki dozajla uygulanmamalıdır.

Büyüme konusunda çok istekli olan hükümetimiz; kredi kartına sınırlama kararının ekonomiyi durma noktasına getireceğini, en çok gelire ihtiyacımız olduğu bir dönemde de dolaylı vergi gelirlerinin azalacağını görmelidir. Yani devlet büyümeden vazgeçerken kamu maliyesinin de olumsuz etkilenmesi muhtemeldir. Bunun çözümü de vergi oranlarını artırmak olmamalıdır.

Semt pazarlarında bile kredi kartı kullanımını artıran bir tüketici yapısına sahibiz. Yine çok geniş bir kesim ‘asgari ödeme tutarı’ ile borçlarını ancak çevirebiliyorlar. Önemli faiz yüküne rağmen borçların kartopu gibi büyümesi sineye çekiliyorsa, bunun mecburiyetten kaynaklandığı iyi görülmelidir. Daha yeni kredi kartı işlemlerinde uygulanacak aylık azami akdi faiz oranı yüzde 3,66’dan, yüzde 4,25’e çıkarıldı. Bu sıkılaştırma adımının da beklenen frenlemeyi yapamayacağı görülecektir. Zira kart sahibinin ne temel ihtiyaçlarından vazgeçmesi ne de bu kaynağın yerine başka alternatif bulması mümkün değildir.

Enflasyondaki artış beklentisini ve tüketim iştahını kırmanın öncelikli yolu kişiler üzerinde güven tesis etmektir. Yoksa alınacak kararlara temel olacak yılsonu enflasyon tahminini hâlâ yüzde 36 seviyesinde tutmak ve buna inanılmasını beklemek mücadeleyi zorlaştıran bir başka husustur.

Getirilecek muhtemel kısıtlamaların bir önemli sonucu da; nakit ödemeye kayacak tüketicinin kredi kartı borçlarının ihmale uğraması ve yasal takibe alınan kişi sayısının da artacak olmasıdır.

Sonuç olarak; tüketici kredisi niteliğinde olan kredi kartı sözleşmesinde de kural, ‘tüketicinin ekonomik olarak zarar görmesini önlemek’ olmalıdır. Aynen aşağıda belirteceğim 2020 yılında olduğu gibi…

Kaldı ki; kayıt dışı ile mücadele etmenin yolu da nakit yerine kredi kartı kullanımını teşvik etmekten geçer.

Dört sene önce COVİD-19 salgınının kredi kartı kullanıcıları üzerindeki ekonomik yükünü azaltmak üzere 28 Mart 2020 tarihli Resmi Gazete’de BDDK tarafından Yönetmelik’te yapılan değişiklikler yayımlanmıştı.

Birinci önemli değişiklik; asgari ödeme tutarının ilgili dönem borcunun en az %20’si (daha önce %30 idi) kadar olacağının açıklanmasıydı…

İkinci önemli değişiklikte; 2020 yılı sonuna kadar (9 aylık dönem) kart borçlarını öteleyebilme ve bu süre boyunca bankaların alacaklarını talep etmeyecek “ödemesiz dönemler” tanımlayabileceğini getirmek olmuştu…

Çabuk unuttuğumuz için hatırlatmak istedim.

Peki bugün yaşanan sıkıntılar o günden daha mı azdır?

Bırakınız o günkü uygulamayı, bu günden daha geriye götürecek ve tüketici aleyhine gelişecek senaryolara ümit bağlamanın, çıkış yolunu iyice tıkayacağı önceden görülmelidir.

Küresel gıda fiyatları yıllık bazda yüzde 7,7 düşerken, Türkiye’de ise yıllık gıda enflasyonu yüzde 70,41 oluyor. Demek ki; öncelikle yüksek enflasyonun bu lokomotifine çözüm bulmak gerekiyor.

Ancak tam tersine KDV ve ÖTV’ye yapılacak artışların da enflasyonu nasıl tetikleyeceğini piyasa heyecanla bekliyor. Bu şekilde enflasyonun kontrol altına alınabileceğine inanmıyorum. Çünkü teşhis doğru olsa da öncelikler hatalıdır.

Kredi kartının aşırı kullanımı ise sebep değil sonuçtur…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Enflasyon muhasebesi ve değişen mali tablolar

Ercüment Tunçalp

2023 yılının bir önceki yılla kıyaslamalı mali tabloları çıkınca gördük ki; önceki senelerde izlediğimizden çok daha farklı bir görüntü var. Nedeni enflasyon muhasebesine geçilmiş olmasıdır. Bu da yüksek enflasyon dönemlerinin zorunlu kıldığı bir durumdur. Hatta geç bile kalınmıştır…

Çünkü, paranın satın alma gücündeki hızlı değişmeler sebebiyle gerçek durumu ortaya koyamayan mali tabloların, gerçeğe yakın durumu ifade edebilmesi için enflasyon düzeltmesine ihtiyaç olduğu kaçınılmazdı. Örneğin bir şirketin performansını ölçerken stok devir hızının yüksek olması, normal şartlarda iyi bir şeydir. Zira stok tutma maliyetini aşağı çeker ve nakit akışını hızlandırır. Ancak yüksek enflasyon şartlarında stok devir hızı düşük olan bir şirket daha kârlı görünebilir. İşte bu tip yanıltıcı durumları elimine etmek üzere enflasyon muhasebesi (enflasyon düzeltmesi) uygulanması şarttır.

Tersi durum; şirketlerin yüksek fiktif kârlılık elde etmesine, yüksek vergi giderlerinin oluşmasına ve şirket sermayesinin erimesine neden olabilir.

Bu bakımdan, bilhassa yabancı yatırımcılar açısından da “gerçek durumun anlaşılamaması” şikayetleri artık son bulacaktır.

Dolayısıyla, enflasyon muhasebesi en basit haliyle, ‘belli endekse göre düzeltme’ anlamına geliyor. Şirketlerin serbest nakit akışlarını değiştiren bir etkisi bulunmuyor. Daha geniş tarifi; “Parasal olmayan değerlerin, enflasyon düzeltmesinde dikkate alınacak tutarlarının düzeltme katsayısı ile çarpılması sonucunda, finansal tablonun ait olduğu tarihteki satın alma gücü cinsinden hesaplanmasıdır. (Garanti Yatırım)

Finansal tabloların enflasyona göre düzeltilmesi için kullanılacak endeks olarak; Vergi Usul Kanunu (VUK) kapsamında yapılan düzeltmede ÜFE dikkate alınırken, Kamu Gözetimi Kurumu (KGK) kapsamında yapılan TMS 29 düzeltmesinde TÜFE dikkate alınıyor.

Şimdi geliyoruz enflasyon düzeltmesinde gelir tablosunun en önemli kalemi haline gelen ‘Net parasal pozisyon karı/zararı’na…

Kısaca, enflasyondan kaynaklanan kazanç/kayıp demektir. Enflasyon dönemlerinde amortisman ve stok değerlemesini satın alma gücünü yansıtır hale getiren bir enflasyon düzeltmesi şirketin kârlılık ve büyüme performansını daha iyi yansıtır duruma getirir ama bu arada bazı şirketlerde brüt ve faaliyet kâr marjlarının olumsuz etkilenmesine sebep olmuş gibi de görünebilir. (GCM Yatırım)

Dolayısıyla enflasyon düzeltmesi gelir tablosunu; satılan malın maliyeti, amortisman tutarları, parasal kayıp ve kazançlar üzerinden etkilemektedir. Bu da şirketlerin kazancı ile ilişkili rasyolarında değişime sebep olur.

Şimdi bu konuda en canlı örneği başarılı bir perakendecimizin ilk çeyrek gelir tablosu üzerinden vereceğim. Çünkü bu yeni finansal tabloları anlamak eskisi kadar kolay olmayacaktır. Belki örnek üzerinden daha anlaşılır kılabiliriz.

Gelir tablosunda çok uzun yıllardan beri hep tatminkar seviyede faaliyet kârı çıkartmış olan şirketimiz, ilk defa bu sene faaliyetten zarar etmiş görünüyor.

  • 2022 yılı brüt kâr marjı %23,89 iken, düzeltilmiş yeni oran %18,7’dir.
  • 2023 yılı brüt kâr marjı %23,7 iken, düzeltilmiş yeni oran %18,7’dir.
  • 2022 yılı faaliyet kâr marjı %3,66 iken, düzeltilmiş haliyle %3.43 oranında faaliyet zararı ortaya çıkmıştır.
  • 2023 yılı faaliyet zarar oranı da %3,64 çıkmıştır.
  • 2022 yılı net kâr marjı %2,56 iken, düzeltilmiş net kâr marjı %6,51 çıkmıştır.
  • 2023 yılı net kâr marjı %4,1 iken, düzeltilmiş net kâr marjı %4,9’a yükselmiştir.

Bu da gösteriyor ki; artık sadece ‘faaliyet kâr/zarar’ına bakarak performansı değerlendiremeyeceğiz. Neticede son 2 yılda şirketi tatminkar sayılabilecek net kâra ulaştıran görüntü, ‘Net parasal pozisyon kazancı’ ile sağlanıyor.

Mali tablo rakamlarının enflasyon dikkate alınarak düzeltilmesinde iki safha bulunuyor. Birincisi, mali tablolarda geçmiş tarihli veya döneme ait rakamların genel bir fiyat indeksi ile bilanço tarihindeki satın alma gücü üzerinden ifade edilmesidir. İkincisi ise, parasal kazanç ya da kayıp rakamının hesap edilmesidir. İlk safhadaki düzeltmeler daha anlaşılırdır. Ancak ikinci safha, tabloların anlaşılmasını güçleştiren, hatta engelleyen bir özellik taşımaktadır.

Uluslararası Muhasebe Standardı (UMS) 29 uygulaması, parasal kazancı (kaybı) veya eş anlamlı olarak kullanılan satın alma gücü kazancını (kaybını) şöyle tanımlamaktadır: “Enflasyon döneminde parasal borçlarından daha fazla parasal varlık bulunduran işletmeler satın alma gücü kaybına uğrarlar. Parasal borçları parasal varlıklarından çok olan işletmeler ise satın alma gücü kazancı sağlarlar.” İşte anlaşılmazlık bu noktadan itibaren ortaya çıkmaktadır. Çünkü UMS 29’daki tanım faiz ve kur farkı kavramlarını kapsamamaktadır. “Kazanç sağlamak” ile “parasal kazanç (satın alma gücü kazancı) yaratmak” ifadeleri birbirinden farklı kavramlardır. Yoksa çok yüksek faiz oranı ile borçlanan biri dahi yukardaki tanıma göre ‘parasal kazanç’ sağlıyor gözükebilir ki; gerçek durum böyle değildir. (Prof. Dr. Ahmet Göksel Yücel)

Sonuç olarak; zannedildiği gibi enflasyon düzeltmesi her işletmeye vergi avantajı sağlamıyor. Bilançonun aktif ve pasif yapısına göre bazı işletmeler için daha az, bazıları için de daha fazla vergi tahakkuku söz konusu oluyor.

Enflasyon düzeltmesinin duran varlıkları ve stok kalemleri güçlü olan şirketler için olumlu olduğunu, özsermayesinin üzerinde yabancı kaynak kullananların ise olumsuz etkileneceğini tekrar edelim. Ancak öncelikle bilinmesi gerekir ki; gerçek olmayan kazançların vergisini gündemden kaldıran bu uygulamanın eskiye göre daha adil olduğu kesindir.

Ancak eski mali tablolar yabancı yatırımcı tarafından zor anlaşılırken, yeni mali tablolar da yerli finansal okur yazarları zorlayacaktır. Bir müddet rakamsal örneklerle ve basit anlatımlarla bu açığı kapatmak faydalı olacaktır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER