Ercüment Tunçalp
Üreticinin sorumluluğu yetmiyor!
Gerçeklerin yazılması bizim ülkemizde çok hoşa giden bir davranış değildir. Ben bu tavrı futbol maçlarından sonraki televizyon ve gazete yorumlarına benzetiyorum. Herkes olaylara kendi forma rengiyle bakınca da ilk harcanan maçın hakemi oluyor!
Hakem hatası ile kazanan taraf ise hakemi yere göğe sığdıramıyor.
Sonuç; kakofoni…
Kelime anlamı; “ses uyumsuzluğu, her kafadan bir ses çıkması hali…”
Neden böyle bir giriş yaptım?
Memleket 2 cephe olmuş; ortada durup, “hadi bu işi birlikte çözelim” diyenlere yer kalmamış. O zaman kendinize yer açmak için de uğraş vermelisiniz!
Doğruları bulmak için somut örnekler üzerinden anlık tespitlere ihtiyaç var.
Başlıkta belirttiğim üretici, pazar payı yüksek bir süt ürünleri markasının sahibidir. Senelerdir piyasa fiyat istikrarını korumak için büyük mücadele verir. Bunun için de zaman zaman ambalaj üzerine perakende satış fiyatını da basar. Fakat her perakendeci bu fiyat baskılı ambalajı kabul etmez. Çünkü daha yüksek giderlere sahip olan perakendeci; verilen daha yüksek iskontolara rağmen öngörülen kârı yetersiz bulabilir. Hani serbest piyasa koşullarına tabiyiz ya…
Şimdi geçen haftaki canlı örnek üzerinden kârın ne kadar yetersiz kaldığına bakalım. Fiyatlandırmada çok titiz davranan bir yerel perakendecimizin sütlü dolabında, tanınmış marka tereyağının 225 gr fiyatı 16.50 TL idi (kg fiyatı 73 TL). Aynı zamanda bu fiyat üretici tarafından ambalaj üzerinde kırmızı renkte bir etiketle duyurulmuştu. Ürün indirimde veya kampanyada olmayıp, normal raf fiyatından satılmaktaydı. Zira bir hafta önceki indirimli fiyat bunun da altındaydı.
O marketten çıkıp yakındaki başka bir süpermarkete girdiğimde, aynı marka tereyağının 250 gr fiyatını 25.75 TL olarak gördüm (kg fiyatı 103 TL).
Görmekle kalmadım, eve döndüğümde eşimin alışveriş torbasındaki fişe bakınca; aynı ürüne bizim bütçemizden de yüzde 41 fazla ödeme yapıldığına şahit oldum. Elbette bu satış noktası artık bizim ev halkı için devre dışıdır…
Ancak yine de bu kadar büyük farkı sineye çekip sessiz kalamadım.
Yerel markete yeten brüt kâr marjının ulusal markete yetmemesini 1-2 puan fazlayla izah etmek mümkündür ama bu kadarı da çok fazla değil mi?
Neticede; tüketici adına da üretici adına da üzülmemek mümkün değildir. Eğer kategori lideri olan markalar bile bu kadar gayrete rağmen fiyat istikrarını sağlayamıyorlarsa, piyasada oluşacak kaosu engellemek veya korunmak durumunda olanlara Allah kolaylık versin.
Yukardaki manzara için bir siyasetçimiz pratik bir çözüm bulmuş!
“İktidar olduğumuzda bu üç harflileri (marketleri) ve AVM’leri şehirlerin sınırları dışına yollayacağız. Bu konuda verilmiş bir sözümüz var” diyor.
Elbette indirim marketlerini işaret ediyor. Ben de kendilerine, iktidar için biraz daha hazırlık yapmalarını tavsiye ediyorum. Zira şehir dışındaki 30 bin dükkanı nasıl inşa edeceklerini, şehir içinde boşalttıkları 30 bin dükkanı da kimlere kiralayacaklarını henüz açıklamadılar.
Oysa bunun yerine plansız yatırımlardan bahsedilebilirdi, “nüfusa göre sınırlama getireceğiz” denebilirdi, o zaman haklı olunurdu. “Esnafı, çiftçiyi destekleyeceğiz, üretimi artıracağız, vergileri düşüreceğiz, asgari ücreti ve emekli maaşını artıracağız, kişi başına düşen geliri artırarak tüketicinin satın alma gücünü yükselteceğiz” şeklinde vaadler peşpeşe sıralansaydı bile bu kadar şaşırtıcı olmazdı. En fazla “nasıl yapacaksınız?” diye sorardık.
Oysa bugünkü güçlü rekabet ortamında bile düşmeyen fiyatların, sürgün edilecek perakendecilerden sonra ‘nasıl düşeceği’ cevaplanması daha zor bir sorudur. Bakkallar, indirim marketlerinin olmadığı ortamda daha mı ucuz satacaklar mesela?
Evet indirim marketleri fiyatlarda eskisi kadar avantajlı değiller, bunu ben de zaman zaman söylüyorum. Ancak hâlâ piyasa fiyatlarının asgari seviyesini muhafaza ediyorlar. Yani en azından yukarda belirttiğim anormal fiyat makasını onlar yaratmıyorlar.
O zaman soralım;
Seçmenlerin tamamı tüketici olduğuna göre, onları daha düşük fiyatlara kavuşturacağınıza nasıl inandıracaksınız?
Esnafın kurtuluşu yukardaki 2 satıra sığmayacağı gibi tüketiciden de vazgeçmek pek anlamlı gelmedi bana. Elbette daha doyurucu bir açıklamayı beklemekteyiz.
Bir köşe yazarımız hem sormuş hem de cevaplamış; “Fiyatlar fahiş olsa perakendecinin net kârı yüzde 1.5’te kalır mı?” diye. Cevabı sorunun içinde gizli olduğu halde, yazar bununla da yetinmemiş ve “böyle bir şeyin mümkün olmadığı” şeklindeki görüşünü açıklamış.
Ben de diyorum ki; dipteki yüzde 1.5 net kâr, hatta olası yüzde 3 zarar, fiyatların makul seviyede olduğunun ispatı sayılamaz.
Zira ölçü; fiyatlandırma eyleminin terazisi olan brüt kâr ve faaliyet giderleri düşüldükten sonra geriye kalan esas faaliyet kârıdır. Finansal tablonun bu satırdan sonrası ise yatırım gelir ve giderleri ile finansman gelir ve giderlerini kapsar. Yani yanlış yatırım yapılmışsa, hesapsız dövize endeksli kredi alınmışsa, karşılığında kar topu gibi büyüyen kur farkı ve faiz gideri oluşmuşsa, elbette dipteki yetersiz oran bu hataların göstergesi sayılır. Ayrıntısı “Brüt kâr marjı üzerine” başlıklı yazımda görülebilir.
Bir eksik bilgiyi daha tamamlayayım. “Perakende sektöründe, kâr marjlarında düşüş var” demek, en azından gıda perakendesinin genelini yansıtmıyor. Halka açık 4 perakende şirketimiz içinden sadece birisinin, ilk 6 ay sonunda 2020 sonuna göre brüt kâr marjı 1 puan, faaliyet kâr marjı da yarım puan gerilemiştir. Diğer bir perakendecimiz aynı seviyeleri korumuştur. Diğer ikisinde ise artışlar söz konusudur.
Sonuçta;
Her kurum üzerine düşeni yaparsa içinde bulunduğumuz sıkıntıları aşmak o kadar zor olmaz. Yeter ki herkes kulüp formalarını çıkartıp milli formayı giyebilsin…
Ercüment Tunçalp
Gıda terörü en büyük beka sorunudur
Ülkemizi terör belasından kurtaracak bütün çabaları bir vatandaş olarak alkışlıyorum. Peki bir türlü önlenemeyen gıda terörü ne olacak?
Yanlış pestisit kullanımı ve aflatoksin sebebiyle ülkemizi bütün dünyaya rezil eden teröristler namuslu üreticinin de kabusu olmuş durumdalar. Zira bu konudaki kötü şöhretimiz küresel anlamda iyice yayılmış bulunmaktadır. Alıcı ülkeler alternatif buldukları sürece bizden kopmaya başlayacaklar.
Artık “Bulgaristan’dan domates iade geldi”, “Romanya’dan incir geri döndü” gibi haberleri okumaya yetişemiyoruz. Bunun için “hangi ürün hangi ülkeden iade edildi” bilgisini içeren yüzlerce satır yazı yazmaya gerek kalmadı. İhraç edilen her çeşit yaş ve kuru sebze meyve ile kuruyemiş, gönderilen ülkelerden geri dönmeye devam ediyor. Bilgi edinmek isteyenler RASFF sisteminden bu bilgilere ulaşabilirler.
RASFF (Gıda ve Yem için Hızlı Alarm Sistemi), AB üye ülkeleri için gıda güvenliğini ilgilendiren bilgileri toplamak amacıyla Avrupa Komisyonu tarafından geliştirilmiş, merkezi bir veri tabanına dayalı hizmet veren izleme ve bildirim aracıdır. İyi ki böyle bir sistem var, bu sayede bilgi edinmemiz mümkün oluyor. Ancak sadece bizim bilgimiz olsa bu pişkin üretici grubunun hiç umurunda olmayacak. Bu raporlar AB ülkeleri dışında, AB’nin ticaret yaptığı bütün dünya ülkelerine duyuruluyor. Türkiye en fazla bildirime konu olan ülkeler arasında olduğu için alternatif üretim yeri fazla olan ürünlerde gittikçe şansımız azalıyor. Hiç olmazsa bu tehlike için biraz duyarlı olma ihtiyacı var.
Ülkemiz vatandaşları için merak konusu; “iade edilen ürünleri acaba biz mi yiyoruz?” korkusudur. Cevap “evet biz yiyoruz” olmalıdır.
Ancak muhtemel itiraz da “Hayır biz onları imha ediyoruz” şeklinde gelebilmektedir. Hadi inanalım, peki biz yine de limitlerin üzerindeki zehirden korunabiliyor muyuz?
Yıllarca tarlada ve bahçede hem ihracat hem de iç piyasa için ürün hazırlamış bir kişi olarak söylüyorum; aynı tarla ve bahçeden her iki kanala da sevkiyat yapılıyor. Hatta en kalitelisi ve en az riskli olanları yurt dışına gönderiliyor.
Öyleyse, ihracata giden ürünün başına bunlar geliyorsa, yurt içindeki durumu tahmin etmek hiç zor olmasa gerek…
Üstelik dışarda bu sorun tespit edilmesine rağmen, iç piyasada (tarlada, halde veya depoda) böyle bir tespit ve imha işlemini ben duymadım!
Hemen akla son satış noktası geliyor…
“Bu konuda perakendeciler ne yapıyor?” sorusuna ise bazı büyük perakendecilerden, “bizim kalite kontrol birimimiz var, pestisit kontrolü yapabiliyoruz” şeklinde cevaplar geldiğini duyuyorum.
Peki ben buradan soruyorum; herhangi bir perakendeci bugünden önceki tarihi taşıyan bir limit üstü pestisit veya aflatoksin tespit edilen raporu ve devamında da imha veya tedarikçiye iade tutanağını bize gösterebilir mi?
Sadece tek adet yeterli olabilecek!
Ülkemizde kanser vakalarının her yıl daha da artması, hatta patlaması tesadüf değildir. İşte beka sorunu dediğim budur. Öldüren terörden daha kötüsü süründüren terördür. Zira kötü neticesi bazen yıllar sonra ortaya çıkıyor.
Kötü şöhretin sınırlarımız dışına taşması, sadece ilaçlamadaki vurdumduymazlık değildir. Örneğin, “Dünyada balı bir arılar yapar, bir de Türkler” sözü çok yaygındır. Ancak bizdeki tağşiş yüzsüzleri bundan bile övünme payı çıkarabiliyorlar. Kulaklarımla duydum; “Aslına uygun üretim yapmak yetenek ister” şeklinde. Bir ilave de ben yapayım; ‘ahlak yoksunluğu da ister.’
Bunu ülkemizdeki dürüst üreticilerimiz adına söylemek zorunda kaldım.
Eski Tarım Bakanlarından Faruk Çelik, “Üretimlerinde 18 kez taklit tağşiş yapan, insan sağlığı ile direkt ilgili gıda güvenliğini ortadan kaldıran uygulamalara devam eden firmalar var” diyordu. İşte 2016 yılında bu konunun en yetkilisi böyle söylüyordu.
Peki bu 18 kez tağşiş yapan terörist hâlâ üretime devam ediyor mu?
Sorunun cevabı bellidir. Üstelik benzerleri sürekli artarak devam ediyor. O zaman bir yerlerde eksik olduğu garanti değil mi?
Son günlerde yaşadığımız; Hamburg’tan İstanbul’a seyahat eden 4 kişilik ailenin yok olmasına neden olan olayın bütün dünyaya yayılması, turizme zarar verecektir. Zira Alman basını, Dışişleri’nin konuyu takip ettiğini aktardı. Bu durumda yabancı turist kolay kolay otel dışında yemek yer mi?
Sonuç olarak; para cezaları ne kadar artırılırsa artırılsın, bunun önü alınamaz.
Çözüm mü?
Hile yapan işletmelerin faaliyetini süresiz durdurma, sahiplerini meslekten men etme (yeni marka ile yola devamını önleme), hileyi sürekli tekrarlayanlara ağır hapis cezası verdirecek düzenlemenin acil yapılması gerekmektedir.
Başka bir çözümün olmadığına dair en önemli delil, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın güncel olarak yayımladığı taklit ve tağşiş listelerinde sürekli yer alan işletme sayısıdır.
Para cezasını ödüyorlar, 5-6 katını kısa zamanda kasaya koyuyorlar…
Denetimlerin niteliği ve sayısı da böylece önemini kaybediyor…
Ercüment Tunçalp
Hanutçu terörü!
Üç tarafı denizle kaplı güzel ülkemizde hâlâ turizm potansiyelimizi tam kullanamazken; sektörün fırsatçıları da hiç boş durmuyorlar. Eğer bunlarla yapılan mücadele kazanılamazsa yabancı turisti kendi ellerimizle rakip ülkelere teslim ederiz. Zira o ülkelerde ne fahiş fiyat girişimleri ne de hanutçuluğun dolandırıcılık seviyesine ulaştığı olaylar bizdeki kadar yaygın değildir.
Hanutçuluğun küresel anlamı; özellikle turist kafilelerini alışveriş etmeleri için bir komisyon karşılığında belirli dükkanlara götürme işidir. Çok ülke gezmiş bir kişi olarak, bu mesleğe rastlamadığım ülkeler olduğu gibi turistin arzusu ile destek hizmeti şeklinde uygulanan ülkelere de tanık oldum.
Şimdi geliyoruz iyice dejenere olmuş şekline…
Bizdeki hanutçuluk, bir ticari işletmenin ürün veya hizmetini, turisti sözlü veya fiili davranışla rahatsız ederek satmak, hizmeti tanıtmakla kalmayıp baskı ile kabullendirmeye çalışmak olarak anlaşılıyor.
National Geographic televizyon kanalında Conor Woodman tarafından hazırlanmış “Dolandırıcılar Şehri” isimli bir programın İstanbul bölümünde, hanutçuluğun şehirde turiste karşı yapılan en yaygın dolandırıcılık şekli olduğu anlatılmıştır (Vikipedi). Dolayısıyla bu ısrarcı tutum ve davranışların giderek fiziksel ve psikolojik boyuta ulaşması maalesef sıradanlaşmıştır. Turizme önemli ölçüde zarar verdiği tartışılmazdır. Zira yüksek hesap ödetmenin yanında, zorla parası alınan turist şikayetleri de mevcuttur. İstanbul’da en uç dolandırıcılığın merkezi İstiklal Caddesi’dir. Yani şehrin merkezi…
Örneğin Londra’nın merkezinde tehlikeli bir yer yoktur. Ancak şehrin Soho bölgesi canlı ve bir o kadar da riskli bir eğlence semtidir. Turistler bu konuda sürekli uyarılmakta, yine de şikayete bağlı olarak ağır cezalar uygulanmaktadır.
Şimdi bu mesleğin daha ince ayrıntılarına bakalım. Hanutçu 2 şekilde komisyon alır. Birincisi götürdüğü turist sayısına göre (küresel uygulama), ikincisi de işletmenin kazancını paylaşım şeklinde. Yani birinci usulde; yurt dışında yaygın olan, turizm acentalarıyla anlaşmalı şekilde lüks mağazalara turist rehberi eşliğinde müşteri götürülmesidir. Mısır’da, Tunus’ta, Tayland’da gördüklerim grup halindeki turistlerin götürüldüğü bu tip işletmelerdir. Elbette lokantaların, barların önünde “dükkana davet” duyurusu yapan elemanlar da vardır ama zorlama yoktur. Oysa bizde rastlanan ikinci usulde işin nereye varacağı belli olmayıp, parasal kaybın yanında fiziksel riskte bulunmaktadır.
Dolayısıyla bir sabit durağı olan hanutçular bir de kendilerine belirledikleri av sahalarında meslek icra edenler vardır. Av sahaları, turistlerin sıkça uğradıkları bölgelerdir. İzmir ve Kuşadası limanları, İstanbul Beyoğlu, Kapalı Çarşı, Mısır Çarşisı ve Sultanahmet civarı gibi…
En şaşırtıcı olan da; bazı çarşıların orta yerinde toplanan hanutçuların yarattığı görüntü kirliliğidir. Buna çarşı esnafı nasıl karşı çıkmaz, anlaşılır gibi değildir.
Ayrıca bu sistem haksız rekabet de yaratıyor. Zira turistin küçük esnafa ulaşması engelleniyor.
Sonuç olarak; yabancı turistlerin yaptıkları alışveriş harcamalarının, toplam turizm gelirleri içinde daha büyük bir paya sahip olabilmesi hepimizin arzusudur. Dolayısıyla hem ülkeye giren dövizin artması hem de sektör paydaşlarının yaşaması için bu zararlıların ayıklanması şarttır.
Nitekim geçen yıl bu zamanlarda Rus gazetelerinde turistlerin tatil sırasında ülkemizde muhtemel “kazıklanma” senaryolarına dair aşağıdaki uyarılar yapıldı.
“Restoran menüsünde fiyatlandırma yoksa yüksek hesap gelebilir. Havaalanından taksiye binince farklı fiyat tarifesi uygulanabilir, farklı yollardan güzergah çizilip, yol uzatılabilir ve yüksek ücret talep edilebilir. Önerilen plaj işletmesi ya da gece kulübünde giriş için rutin dışı yüksek bir meblağ istenebilir. Tekne turlarında yerli turistin birkaç katı fiyat tarifesi uygulanabilir. Bazı sağlık turizmi paketlerindeki uygulamalar, uzman olmayan kişilerce ve yüksek fiyata yapılabilir.” (Gazete Duvar)
Üzülerek hatırlatmalıyım ki; küresel anlamda taksi olaylarımızın kötü şöhreti her geçen gün artıyor. Konumuz ‘hanutçuluk’ olduğuna göre bazı otellerin (veya çalışanlarının) taksi durakları ile ortaklık kurmaları bu işi de üstlendiklerini göstermektedir. Turist taksiye binip çarşı merkezini işaret edince, hiç emek harcamadan komisyon aldığı dükkana yolcusunu teslim eden kötü niyetlileri de unutmayalım. Her iki usulde de turistin en az 3-4 kat ödemesi kaçınılmazdır.
İşte ekim ayı içindeki son örnek: Fenerbahçe-Stuttgart maçı için ülkemize gelen 4 Alman turist, Beyoğlu’nda bindikleri taksinin yönlendirdiği bir lokantada 59.000 TL hesap ödediler (fiş ilişikte). Hem de lüks bir restoranda değil Galata köprüsü altındaki salaş bir lokantada. Bu olay sosyal medyada fazlaca paylaşıldığı için Ticaret Bakanlığı ekipleri yaptıkları denetimde menüdeki ücret ile alınan ücretin farklı olduğunu tespit ettiler. Ve 139.304 TL ceza uyguladılar. Bu olayın yüzlercesi turizm bölgelerinde her gün yaşanıyor.
Bu ahlak yoksunlarına verilen para cezası haksız kazançlarının yanında kum tanesi gibi kalır. Ve ‘turisti kazıklama’ işlemine aynen devam ederler. Yaptığım araştırmalara göre; yukarda 1.217 euro (59.000 TL) tutan 4 kişilik aynı yemeğe Yunanistan’da daha üst kalitede bir restoranda ödenecek azami tutar 300 Euro’dur. 2024 yılında 1,5 milyon yerli turistin o ülkeye gitmesinin sebebi de budur. Turizm gelirlerini kıyaslayacak olursak; Türkiye’nin 2024 turizm geliri 61 milyar dolar (52,5 milyar euro) iken, Yunanistan’ın aynı dönemde geliri 22 milyar euro (25,5 milyar dolar) idi. O ülkenin 8 katı nüfusa sahip olmamıza rağmen, lokomotif dediğimiz turizm gelirimiz sadece 2,4 katıdır. İşte ‘potansiyeli kullanamıyoruz’ dememin nedeni budur.
Ercüment Tunçalp
Vergi yükü üzerine
Bakan Şimşek 2026 yılı bütçe sunumunda; “Vergi yükümüz uluslararası kıyaslamalara göre yüksek değil. Ülkemizde genel vergi yükü yüzde 23.5’tir” demiş.
İlk bakışta haklılık payı var. Hatta dünya üzerinde bizim vergi yükümüzden fazla orana sahip çok ülke de bulunmaktadır. Örneğin bütün İskandinav ülkeleri ile AB ülkelerinin çoğunda vergi yükü yüzde 40’ın üzerindedir…
OECD ortalaması ise yüzde 34’tür. (Kaynak: OECD, Revenue Statistics)
Ancak bunun bir önemi yok ki, zira taşıma kapasitesi aynı değil!
İşte bu günkü yazının konusu bu kıyaslamanın yetersizliği üzerinedir.
Toplam vergi yükü, bir ülkedeki yıllık dönem içerisinde ödenen toplam vergilerin yine o ülkenin GSYH’ına olan oranı olarak açıklanabilir.
İfade şekli; Toplam vergi yükü= Vergi gelirleri toplamı/GSYH
Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı ve dolaysız vergiler ile sosyal güvenlik prim ödemeleri yer alır. Bahse konu olan budur…
Toplam vergi yükümüzün kağıt üzerinde OECD ve AB ülkelerinden düşük olması yanında. aşağıdaki 10 farklı özelliği nereye koyacağız?
- Dolar ve euro bazında ülkemiz gıda kategorilerinde AB ülkelerine göre bile daha pahalıdır. Bu konuda onlarca araştırma yaptık. O ülkelerden kişi başı gelirimiz de düşük olduğuna göre satın alma gücümüz kıyaslanamaz. Dolayısıyla verginin de eklendiği yük bizim vatandaşımıza ağır gelmektedir.
- Zengin ve fakirin eşit oranda ödediği dolaylı vergilerin payı bizde fazladır.
- Türkiye’de yaklaşık olarak dolaylı vergi payı yüzde 66, dolaysız vergi payı yüzde 34 iken; AB ve OECD ülkelerinde neredeyse bunun tam tersidir.
- Bir de üstüne dolaylı vergi oranlarındaki olası yükselme, mal ve hizmetlerin üretim maliyetini artırmakta ve fiyatları yukarı çekerek dengeyi daha da bozmaktadır.
- Üstelik dolaysız vergilerin aslan payı olan gelir vergisinin de üst gelir grubu tarafından ödendiği zannedilmesin. Gelir vergisinin beyan yerine büyük kısmının emek geliri üzerinden tevkifat yoluyla sağlanması, sabit gelirlilerin yükünü ve gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmaktadır.
- Kayıt altındaki dürüst mükellefin, kayıt dışından gelemeyen vergiyi de sırtlaması dünyada bizim ayarımızda kaç ülkede gerçekleşiyor?
- Türkiye’de kayıtlarda yer almayan ve görünmeyen ‘enflasyon vergisi’ haliyle Sayın Bakan’ın belirttiği yüzde 23.5’in içinde bulunmuyor.
Enflasyonun kendisi vergi olduğuna göre, diğer ülkelerde olmaması veya yok denecek kadar az olması, bizim yükün de düşük olduğunu gösterir mi?
Dolayısıyla dolaylı verginin en haşmetlisi enflasyon vergisi olduğuna göre bunu da eklediğimizde bizim yükün ağırlığına hiçbir ülke yetişemez.
- Objektif vergi yükü yanında, bu yükün psikolojik yönünü gösteren subjektif vergi yükünün ölçülmesi de gereklidir ama bu o kadar kolay değildir.
Subjektif vergi yükü; her bireyin kendi gelirine göre ihtiyaçlarını giderebilme, zevk ve tercihlerini karşılayabilme derecesine göre hissettiği ekonomik ve psikolojik baskıdır. Tedirginlik ve vergiye karşı alerji yaratma özelliği vardır.
İşte bir önemli fark da burada oluşmaktadır. Eminim ki; eğer ölçülmesi kolay olsaydı, kanun yapıcıların birçok kararlarında geri adım atmaları ihtimal dahilinde olabilirdi.
Sonuç olarak; yapısal nedenlerden dolayı bu yükün dağılımı bozuktur. Bu sebeple baskıyı her kesim aynı hissetmez. İşte bunun için bazı ülkelerde yüzde 45 vergi yükü hissedilir olmazken, ülkemizdeki yüzde 23.5 oranı taşınamayacak kadar ağır bir yük haline gelebilir.
Hayat pahalılığı, kişilerin gelirlerinin enflasyondan daha az artması şeklinde ifade edilir. Tersine gelirleri enflasyondan hızlı artanlar için de enflasyon vardır ama onlar için pahalılık söz konusu değildir. Hatta ek kazanç bile mümkündür.
Eğer vergi ödemelerinin ardından, kişinin gelirinin kalan kısmı en temel ihtiyaçlarına bile yetmiyorsa, yüzde oranı kaç olursa olsun, vergi yükü fazlalığı şikayet konusu olur. Üstelik vergiye karşı direnç oluşur.
Örneğin, sık kullanılan bir söz var; “Fatura ve fiş almak vatandaşlık görevidir” diye. Doğrudur ama bu kadar haksızlığa uğrayan bir kesim alışverişini daha ucuza getirmek için fatura veya fişten daha kolay vazgeçmez mi?
Sadece empati yaptım!
Vergi adaletine güvenilmeyen toplumlarda, vergiden kaçınmanın yol ve yöntemleri aranır. Böylece toplumun bir kısmı vergi yükünden kurtulmanın çarelerini arar ve bulurken, çaresiz olan toplumun diğer kısmı fazladan bu yükü sırtlamış olur. Neticede geliriniz yükseldikçe, vergi yükünüz azalır. İşte bu sebeple vergi adaleti için vergi reformuna ihtiyaç vardır. Ve en önemli yapısal sorunlardan biri olduğu çok açıktır. Bu gerçekleşmeden, enflasyonun kalıcı olarak düşmesi de mümkün değildir.
Üstelik enflasyonist dönemde uygulanan maliye politikalarının hedefi; toplam talebin toplam arzdan fazla olması nedeniyle, talebi daraltıcı tedbirler almaktır. En pratik gelen çözüm de harcamalar ve tüketim üzerinden alınan dolaylı vergiler ile enflasyonla mücadelenin tercih edilmesidir. Kaldı ki dolaylı verginin artırılması, fiyatın içine dahil edildiğinden hem tahsilatı kolaylaştırır hem de toplam talepte daralma sağlar. Pratiktir ama adaletsizliği daha da artırır.
Dolayısıyla reel olarak bizimki kadar ağır vergi yükü kolay rastlanacak bir durum olmadığından küresel kıyaslama yapmanın anlamsızlığı ortadadır.
-
Genel Haberler6 ay önceMayıs ayı üretici market fiyatları
-
Yenilikler6 ay önceAvşar’dan yeşil erik lezzetini yıla yayacak ürün: Tuzlu Erik
-
Genel Haberler5 ay önceİstanbul PERDER, teamüllere uymayan 3. dönem başkanlık ısrarına karşı!
-
Genel Haberler5 ay önceİstanbul PERDER’in katılmadığı TPF genel kurulu yapıldı
