Ercüment Tunçalp
Fiyat artışlarının sebepleri
Yüksek fiyatlardan herkes şikayetçi olmakla beraber değişik cephelerden gelen farklı teşhisler topu ortada bırakıyor. Oysa zaten sebep bir tane değil ki…
“Ne söylersem kime yarar?” veya “benden olanı kızdırmayayım” düşüncesi kafalara girmişse o kaynaklardan gelen reçeteler iş yapmaz!
Evet yüksek enflasyon ve devamındaki yüksek faizden daha kötü bir şey yoktur. Ancak kurtulmak isteniyorsa önce doğru teşhisin konması gerekiyor.
O halde bu pencereden bakarak durum tespitine başlayalım…
- Ülkemizdeki fiyat artışları daha çok maliyet enflasyonu şeklinde gelişmektedir. Yani talep yönlü olduğunu söyleyemeyiz.
Peki maliyet enflasyonunu yaratan nedir?
Merkez Bankası faiz kararlarının yarattığı negatif reel faizin dolarizasyona sebep olduğunu ve bunun da önce döviz kuru artışına sonra da fiyat artışlarına yansıdığını “Çekirdek enflasyon üzerine” başlıklı yazımda geçen hafta anlatmıştım. Yani maliyet artışlarında en fazla kur artışının etkisi vardır.
MB’nın dört gün önce faizi 1 puan düşürmesiyle de yukarı yönlü hareketin hızlanarak devam edeceği belli olmuştur (dolar kuru ve enflasyon birlikte).
- Ülkemizde bütün fiyat artışlarını sadece kurdan kaynaklı maliyet enflasyonuna bağlamak yanlıştır. Elbette fahiş fiyatla mal satanlar da vardır. Küçük bir araştırma yapan herkes önemli kategorilerde serbest piyasa şartlarının işleyemediğini görür.
Tüketici karnını doyurmaya mecbur olduğu için temel ihtiyaç maddelerini istese de kısamaz. Yani ‘talep düşsün de fiyatlar yükselmesin’ diye beklemenin alemi yoktur, çünkü o kural bu şekilde işlemez. Dolayısıyla bırakınız sebze meyveyi, bir markanın aynı ambalajı içindeki ürünler bile değişik satış noktalarında büyük fiyat farkları ile satılabiliyor. Mağaza mağaza dolaşmadan internet ortamında bile bu bilgilere rahatça ulaşılabilir. Kaldı ki benim şubeleri gezmeden ve gerçek etiketi görmeden yazdığım vaki değildir.
İşte örnekler:
Aynı marka tereyağının kg fiyatı 74 liraya gelen tezgahta var, 103 liraya gelen tezgahta…
Aynı marka 400 gr sele zeytini 14.50 liraya satan da var, 20.50 liraya satan da…
Aynı marka 500 ml sızma zeytinyağına 23.95 lira etiket koyan da var, 31.90 lira etiket koyan da…
Sakın stokta kalan eski fiyatlı ürünlerden kaynaklandığı düşünülmesin, en az 6 aydır süren bir fiyat makasından bahsediyorum. Örnekler gerektiği kadar çoğaltılabilir ama hem yerimiz sınırlı hem de her yerde görünür haldedir zaten… Anlaşılacağı üzere ikinci fiyatlar yüzde 33 ile yüzde 41 daha pahalıdır. Verdiğim fiyatlar normal raf fiyatlarıdır, insert uygulamalarında bu farklar daha da açılmaktadır. Yani yüzde 50 daha pahalı kalma olayı sıradanlaşmıştır.
Geçen hafta kuruyemiş fiyatlarında yüzde 85 daha pahalı satış noktalarından bahsetmiştim. Markaların aynı olmadığı düşünülebilir. İşte yukarda aynı fabrikadan çıkmış birebir aynı ürünlerin fiyat farklarından da bahsettim. Normal fiyata satanlar bu ürünleri zararına satmadıklarına göre kâr marjlarının nerelere ulaştığını hesaplamak o kadar da zor olmasa gerek…
Üstelik pahalı satanın satış hacmi daha yüksekse alım şartlarında sağladığı avantajlı durum bu kârları daha da artırır.
- İki senedir yaşadığımız pandemi etkisini de yok sayamayız. Ancak bütün suçu pandemiye ve üçbeş fırsatçıya yükleyip neticeye bağlayamayız. Çünkü pandemi öncesinde de durum çok farklı değildi. Bu bakımdan dünyada pandemiden kaynaklı 1-2 puanlık enflasyon artışları bize emsal olamaz.
- Büyük derdimiz olan meyve sebzedeki yüksek girdi fiyatlarını da görmezden gelemeyiz. Mazot, gübre, tohum, ilaç gibi girdilerde de fiyatlar hızla yükseliyor. Önemli kısmı desteklerle karşılanmazsa, kaynak daha başından kurumaya terkedilir.
- Meyve sebzede üretim ne kadar bol olsa da ihracat sürdüğü müddetçe o çeşitleri pahalı yememiz kaçınılmazdır. Bu bakımdan “mevsiminde yiyiniz” tavsiyesi de fayda etmemektedir. Bu sene kiraz, üzüm, şeftali ulaşılabilir olmaktan çıkmıştır.
En kalabalık dağıtım kanalı bizim ülkemizdedir. Yanlış anlaşılmasın, bu zincirin halkaları üreticiden perakendeciye gelince de sona ermiyor. Bazı perakendeciler de tüketici ile arasına bir de işletici firma yerleştiriyor.
Bu kalabalıkta tüketiciye normal fiyattan meyve sebze ulaşabilir mi?
Ayrıntısı, “Meyve sebze dağıtım kanalları” başlıklı yazımda görülebilir.
Yeni yasada ilk ele alınması gereken konudur. İncelediğim taslakta göremediğim gibi bunu sorun olarak gören bir kişiye de henüz rastlamadım.
En yüksek nakliye maliyeti bizdedir. Tarlada, bahçede, yolda, markette verilen toplam fire yüzde 40’ı geçmektedir. Bu da bize özel işleyişin sonucudur.
- Seneler önce, “Bu fiyatları kim artırıyor?” başlığı ile yayımlanan bir yazımda, bu kronik sorunumuzun “bahçede ve tarlada 1 lira olan ürün İstanbul’da 4,5 lira nasıl oluyor?” kısmını rakamlarla açıklamıştım. O günkü rakamlara takılmadan nasıl gerçekleştiğini görmenizi tavsiye ederim.
- Aynı hesabı bir başka kategoride ve Mayıs 2016’da, “Süt fiyatları” başlıklı yazımda rakamlarla açıklamıştım. Yine o günkü fiyatlara takılmadan işin özüne bakmanızı tavsiye ederim.
- Elbette tüketiciye düşen görevler de vardır. En azından günlük hayatta sık kullanılan tereyağı, sıvı yağ, peynir çeşitleri, et ürünleri, zeytin, reçel, yumurta, deterjan, kağıt çeşitleri gibi bütçeyi en çok zorlayan kategorilerde uygun fiyatın adresini bulmak zorundalar. Güveni sarsan etiketlerin sahiplerini de o dükkanlardan vazgeçerek cezalandırmalıdırlar. Esasında sistemin böyle yürümesi daha tercih sebebidir ama nedense tüketicimiz hem şikayet edip hem de alıştığı markete devam etmek gibi normal olmayan bir davranışı da sürdürmektedir.
Medyada takip ettiğim kadarıyla perakendecilerin kendi özel markalarına yeni yasada sınırlandırma getirileceğini duyuyorum. Bunun gerçekleşmesi durumunda fiyat artışlarını yaratan bir sebebimiz daha olacaktır. Geniş açıklamayı 7 ay önce yayımlanan “Perakende yasa teklifi üzerine” başlıklı yazımda görmek mümkündür.
Sonuçta; sadece fahiş fiyatlarla değil, normal fiyatlarla da tüketicinin beli bükülmüştür. Son faiz kararından sonra döviz kurunun yukarı yönlü hareketi, kendinden daha yüksek oranda maliyet enflasyonu yaratacağından, maalesef sadece fiyat denetimleri ile bu mücadelenin kazanılması mümkün değildir.
Ercüment Tunçalp
Ramazan ve iyice farklılaşan fiyatlar…
Son iki yıldır birebir aynı marka ve ambalajdaki ürünlerin satış noktaları arasında büyük fiyat farkları ile satışa sunulduğunu örneklerle anlatıyorum. Bu fiyatların çoğunun dövize çevrildiğinde bile Almanya ve ABD fiyatlarını geride bıraktığını yine örneklerle belirtiyorum. Ve artık tekrara düşmemek adına da bir hakeme başvurarak; Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) tarafından yapılan tespitleri de gündeme getirmenin isabetli olacağına inanıyorum.
8 Mart 2024 tarihli açıklamanın bir bölümünü aktarıyorum…
“Bazı gıda ürünlerinin marketlerdeki fiyat değişimi:
Yüksek maliyetle yetiştirilen ürünlerin marketlerde çok farklı fiyatlara satılması, artan enflasyonla birlikte tüketicinin alım gücünü iyice azaltıyor. Tüketicilerimiz, özellikle de emekliler hangi ürün hangi markette daha düşük fiyata satılıyor arayışına girdiler. Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik şartlar nedeniyle ürün fiyatları marketlerde çok sık değişiyor. Maliyetler sebep gösterilerek marketler arası aynı marka ürünler ve et ürünleri farklı fiyatlara satılıyor.
Türkiye Ziraat Odaları Birliği olarak 4 farklı marketten ve bir marketin online sitesinden, temel tüketim malzemeleri içinden seçilen 8 gıda ürününün aynı marka ve miktardaki fiyat değişimlerine yönelik çalışma yaptık. Yaptığımız çalışma sonucunda ürünlerin belirli markalar tarafından paketlenmiş fiyatı marketten markete oldukça değişkenlik gösterdiği görüldü.
Et ve süt ürünlerinde; dana kuşbaşında yüzde 69,5, tereyağında yüzde 40,2, kuzu kuşbaşında yüzde 38,4, bütün tavukta yüzde 23,3, yoğurtta yüzde 8,4, bitkisel ürünlerde ise; yeşil mercimekte yüzde 25,2, pirinçte yüzde 13,7, nohutta yüzde 5,6’ya varan oranlarda değişimler olduğu tespit edildi.
1 kilogram dana kuşbaşının fiyatı, A markette 354 lira, B markette 490 lira, C markette 465 lira, D markette 530 lira ve D marketin online satışında 600 liradır. Dana kuşbaşının farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 69,5 oranına kadar değişiyor.
1 kilogram tereyağının paketlenmiş Y markasının fiyatı, A ve C markette 299 lira, D markette ve D marketin online satışında 420 liradır. Tereyağında aynı markanın farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 40,2 oranına kadar değişiyor.
1 kilogram kuzu kuşbaşının fiyatı, A markette 575 lira, B markette 599 lira, C markette 610 lira, D markette 796 lira, D marketin online satışında 716 liradır. Kuzu kuşbaşının farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 38,4 oranına kadar değişiyor.
1 kilogram bütün tavuğun paketlenmiş Y markasının fiyatı, A markette 73 lira, C markette 76 lira, D markette ise 90 liradır. Paketlenmiş bütün tavuğun aynı markanın farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 23,3 oranına kadar değişiyor.
1 kilogram yeşil mercimeğin paketlenmiş Z markasının fiyatı, C ve D markette
100 lira, D marketin online satışında 80 liradır. Yeşil mercimeğin aynı markanın farklı marketlerdeki fiyatı yüzde 25,2 oranına kadar değişiyor.
1 kilogram pirincin paketlenmiş Z markasının fiyatı, C markette 66 lira, D markette ve D marketin online satışında 75 liradır. Pirinçte aynı markanın farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 13,7 oranına kadar değişiyor.
Geçtiğimiz ay farklı bitkisel ürünlerdeki market fiyatlarının değişimi yüzde 18 iken, Ramazan ayı öncesi yaptığımız çalışmada bu oranın yüzde 25’e kadar yükseldiğini görüyoruz.
Öte yandan Ramazan ayı gibi yoğun alışverişin yapıldığı dönemlerde marketler çeşitli kampanyalar yapıyor. Kampanyalı birkaç üründeki fiyat düşüşleri nedeniyle tüketicilerimiz bu marketlere yöneliyor. Tüm ihtiyaçlarını bu marketten aldıklarında da kampanyalı ürünleri ucuza alırken, diğer ürünleri yüksek fiyata almış oluyorlar.
Tüketicilerimiz marketler arasındaki değişen fiyatları göz önünde bulundurmalı ve alışverişlerinden önce fiyat araştırması yapmalılar…”
Sonuç olarak; yüksek enflasyon bir gerçek olmasına rağmen, bazıları tarafından bunun fırsata çevrildiği de bir başka gerçektir. Bu kadar büyük fiyat farkları ne liste değişimi ile ne maliyet artışı ile ne de brüt kâr marjındaki değişik hedefler ile izah edilemez. Zira yukardaki rakamlar arasındaki makas bu sebeplerin tamamını haksız çıkaracak kadar geniş kalıyor.
Örneğin TZOB kaynağından bir örnek daha vereyim. Şubat ayı fiyat listesinde üretici fiyatı 3,50 TL olan portakala ait 23,50 TL’lik market fiyatının mantıklı bir izahı olabilir mi?
Eğer aradaki bu yüzde 571 fark, gübre ve mazot başta olmak üzere girdi fiyatlarındaki artışa bağlanacak olursa bir başka soru gündeme gelebilir:
Taşıma maliyeti daha yüksek olan sivri biber (hacimli olduğundan) üreticide 37,25 TL iken, yüzde 48,8 farkla, marketteki fiyatı nasıl 55,43 TL olabiliyor?
Satış miktarları arasındaki büyük farktan olabilir mi?
Kaldı ki hepsi bu kadar da değil. Market tabelasına “Gurme” eklentisi ile aynı portakal 34,90 TL’ye de satılabiliyor. Aradaki fark da yüzde 897’ye çıkıyor…
Et ve Süt Kurumu kaynaklı Ramazan’a özel fiyatlı ürünlerin de bazı marketlerde eksik kaldığı görülüyor. Ekseriyetle “ithal et geldi ve bitti” sözlerini duyuyoruz.
Bir sene önce de bir ay önce de yazdım; ‘Dolar bazında dünyanın en pahalı etini yiyoruz’ diye. Ancak bozulma hızlanarak devam ediyor. Ramazan öncesi son 1 aylık fiyat değişim oranı dana karkasta yüzde 20,8, kuzu karkasta yüzde 36,4 (UKON 29.02.2024) çıktı. Perakendeye yansıyan fiyatlandırma çeşitliliğini ise yukarda aktardım. Dünyada bir örneği daha bulunmayan bu tabloyu hâlâ savunanlar olduğunu da izlemeye devam edeceğiz. Çünkü yüksek enflasyondaki ihmali görmezden gelenler ile bu fırsatı kazanca çevirenler ayrı tribünlerde yer almış bulunuyorlar. Biz ise tam orta noktada durarak tarafsız gözle bu arızalı durumun düzelmesine katkı yapmayı arzuluyoruz. Çünkü fırsatçılık en büyük beka sorunudur. Önlenemezse, alışkanlık yaptığı için enflasyonla mücadelenin önünde güçlü bir engel oluşturacaktır.
Ramazan ayınız mübarek, sofralarınız bereketli olsun.
Ercüment Tunçalp
Ambalajın içi daha önemlidir!
Gıda ambalajlarındaki yanıltıcı bilgilerin çoğalması, ilgili Bakanlığı yönetmelikte bazı değişiklikler yapmaya yöneltmiştir. İsabetli bir gelişmedir.
Yıllardır ‘doğal’ olmayan birçok ürünün ambalajında bu ifadenin yer aldığını yazıyorum. Bir ürün ısıl işlemden geçmiş veya içine kıvam artırıcı, aroma verici, renklendirici, tatlandırıcı, koruyucu maddelerden biri girmiş ise doğal sayılmasının mümkün olamayacağını artık tekrar anlatmaya gerek yoktur.
Yıllardır okul kantinlerinde satılan tanınmış bir markanın “Çilekli süt” ambalajı üzerinde alay eder gibi ürünün %0,01 (onbinde 1) çilek içerdiği belirtiliyor.
Nar ekşisi veya limon suyu diye satılan ürünlerin içeriğinde de bu meyvelerin bulunmadığı, bolca katkı maddesinin yer aldığı da açıkça görülüyor.
Bunlar sadece “etiket oyunları” diyerek geçiştirilemeyeceği gibi gerçek dışı beyanı önlemek üzere tüzük değişikliğini beklemek de gerekmez. O aldatma amaçlı beyan sahiplerine engel olunur ve cezaları ödetilir.
Üstelik bunlarla uğraşılırken esas problemin ihmale uğrama riski de vardır.
Temel sorun ambalaj üzerindeki içerik listesi ile paket içinin uyumsuz olması, yani taklit ve tağşiş eyleminin gerçekleşmesidir. “Efendim bunların denetimi yapılıyor ve para cezaları kesiliyor.” Önlenemediğine göre hiçbir caydırıcılığı yoktur. Üstelik para cezaları artık bir maliyet kalemi olmuştur. Böylece ürünün fiyatını artırıyor ve hilenin cezasını da tüketici üstlenmiş oluyor.
Peki en azından tüketici tedbir almak için hangi markalar tarafından aldatıldığını biliyor mu? Hayır bilmiyor…
Zira son iki senedir (1 Mart 2022 tarihinden beri) ifşa etme mekanizması çalışmadığı için ayıplı ürünü öğrenebilmek mümkün olmuyor.
Oysa dış kaynaklardan aldığımız bilgiler, ihracata giden ürünlerimizdeki işin boyutunu ve ciddiyetini ortaya koyuyor. Böylece Avrupalı tüketici adına yapılan denetimlerde kalite kontrole takılan bize ait ürünleri öğrenebiliyoruz.
Şimdi dışardan gelen bu haberlere bakalım:
- Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Kurumu RASFF, Türkiye’den Fransa’ya ihracatı gerçekleştirilen kuru incirde Aflatoksin B1 tespit edildiği için iade edildiğini açıkladı. Aflatoksin B1 en kuvvetli kanserojen maddedir.
- RASFF, Türkiye’den İtalya’ya ihracatı gerçekleştirilen Antep fıstığında yüksek düzeyde Aflatoksin tespit edildiği için iade edildiğini de açıkladı.
- RASFF, Türkiye’den Almanya’ya ihraç edilen narlarda üreme sağlığını bozmasından dolayı AB’de yasaklanan böcek öldürücü zehirli madde Asetamiprid’e rastlandığını ve iade işlemi yapıldığını açıkladı.
- RASFF, Türkiye’den Bulgaristan’a ihraç edilen portakallarda izin verilen miktarın tam 10 katı fazla oranda pestisite, mandalinalarda izin verilenin 20 katı yüksek oranda pestisite rastlandığını ve iade işlemi yapıldığını da açıkladı.
- Türkiye’den Danimarka’ya ihraç edilen ayçiçeği yağlarında kanserojen etkisiyle bilinen polisiklik aromatik hidrokarbon ve benzopiren tespit edildiği için iade işlemi yapıldığı da açıklandı.
- Konya’da üretilerek Almanya’da satışa sunulan ve daha önce de birçok ülkede toplatıldığı bilinen helvalarda bir kez daha salmonella çıkmış.
Yukarda açıkladıklarım son 1-2 ay içinde aldığımız duyumlardan bazılarıdır.
İlgi duyanların RASFF dışında, benim de kaynak olarak faydalandığım Gıda Dedektifi ve Inside Eat Türkiye kaynaklarından istifade edebilirler.
Sonuç olarak; hayati konu ambalaj üzerindeki aldatıcı beyanlardan önce ne yediğimizi bilmemizdir. Sonra da buradan çıkaracağımız sonuçlar olmalıdır…
- İhraç edilen ürünler seçilmiş ve daha fazla dikkat harcanarak hazırlanmış partilerdir. Buna rağmen birçok ülkenin sınır kapısından dönüyorsa yurt içinde neler tükettiğimizi tahmin etmek o kadar zor olmasa gerek. Yani iade edilenin kat be kat üzerindeki çeşit ve miktarla muhatap olduğumuz kesindir.
- Yurt içinde denetlendiği açıklanan gıda maddelerinin tahlil sonuçlarını bilmiyoruz. Sadece kusurlu ürünler için para cezası uygulandığını biliyoruz.
- Yabancı ülkeler kalite kontrolde uygun bulmayıp iade ettikleri ürünlere ait bilgileri küresel genişlikte duyurdukları halde, bizler yurt içinde sağlık riski taşıdığı için uzak durmamız gereken gıda maddelerinin varlığından son 2 senedir haberdar değiliz.
Tüketici iki türlü tehdit altındadır. Birincisi önceki hafta konu ettiğimiz kırmızı et kategorisinde olduğu gibi fiyat fırsatçılığı, bütün gıda kategorilerinde rastladığımız şekliyle de kalite fırsatçılığıdır…
Her ikisi için de devlet müdahalesi gerekir. Zira serbest piyasa ekonomisinin de sınırları vardır ve ülkelerin koşulları farklı olduğu için tek tip serbest piyasa ekonomisi de yoktur. Her ülke serbest piyasa kısmı ile devlet müdahalesi kısmını farklı oranlarda birleştirir.
Nitekim Anayasamızın 172. madde gerekçesinde, “…Tüketicinin korunması, bir serbest piyasa ekonomisi tedbiridir…” ve “…Tüketicinin fiyat ve kalite açısından korunması, serbest rekabet şartlarının sağlanması, tekel ve kartellerin önlenmesi ile güvenceye alınabilir…” ifadeleri yer almaktadır.
Yoksa bu koruma olmadan; en azından temel gıda ürünlerinde, 90 milyon insanın yaşadığı bir ülkede tüketiciden aç kalmayı göze alarak talebi düşürmesi ve bu şekilde de fiyat artışlarının önüne geçmesi beklenemez.
Not:
Önceki hafta Almanya ile hem karkas hem de parça et fiyatlarımızı kıyaslamış ve euro bazında bile pahalı olduğumuzu göstermeye çalışmıştım.
Bu hafta da benzer kıyaslamayı ABD ile yaptım. Aşırı yüksek olan raf fiyatlarımız aşağıdadır. Güncel dolar kuru 31.38 TL olarak dikkate alınmıştır.
- ABD’de 1 kg dana kıyma fiyatı 9.97 $ iken, bizde 16.50 $,
- ABD’de 1 kg dana kuşbaşı fiyatı 16.38 $ iken, bizde 17.50 $,
- ABD’de 4 litre pastörize günlük süt fiyatı 3.81 $ iken, bizde 6.62 $,
- ABD’de 1 kg tereyağı fiyatı 13.29 $ iken, bizde 15.14 $,
- ABD’de 1 litre sızma zeytinyağı (İtalya’dan ithal) fiyatı 8.74 $ iken, bizde yerli ürün 12.74 $,
- ABD’de 1 kg ithal muz fiyatı 1.16 $ iken, bizde yerlisi 1.75 $ fiyatlardan satılmaktadır.
Buna rağmen hâlâ besicileri temsil eden bir zat, ithalatı yanlış bularak hem süt hem de et için fiyat artışlarını savunmaktadır. Ancak “Neden dünyanın en pahalı etiket fiyatları bizde?” sorumuzu hiç duymamaktadır. Evet en yüksek maliyetlerin bizde olduğunu kabul edelim, işçilik dahil bütün girdilere de dolar ödediğimizi varsayalım. Hiç olmazsa fiyatların eşitlenmesi gerekmez mi?
Bizim tüketicimizin 475 TL fiyatlı tereyağına kolay ulaşamaması, kendinden 6 kat fazla gelire sahip ABD vatandaşının ise daha düşük fiyata bu ürünü elde edebilmesi, hâlâ bu açgözlü fiyatlandırma isteğinin önünü nasıl kesemez?
İşte en şaşırtıcı olan kısım burasıdır…
Ercüment Tunçalp
Gelir dağılımı hızlı bozulan bir ülkeyiz!
Gelir dağılımındaki bozukluk kronik bir hastalığın işareti sayılsa da, bizdeki durum o hastalığın da hızlı ilerlediğini gösteriyor.
Küresel anlamda gelir dağılımı iki yolla ölçülüyor. Birinci yol TÜİK tarafından açıklanan Gini katsayısına bakmaktır. 2023 yılına ait Gini katsayımız 0,433 çıkmıştır. Birinci gösterge budur.
Bütün dünya ülkelerinin de gelir dağılımındaki eşitliği veya eşitsizliği bu yolla ölçülerek kıyaslamalara alt yapı oluşturuluyor. Gini katsayısı değerleri 0 ile 1 arasında gerçekleşiyor. Bu değerin 1 olması mümkün değildir. Zira bu durumda ülkedeki bütün milli gelirin sadece 1 kişi tarafından kazanıldığı anlamı çıkar. Ancak yine de Gini katsayısı 1’e yaklaştıkça gelir dağılımının bozulduğuna, 0’a yaklaştıkça da gelir dağılımının iyileştiğine işaret eder. Dünya ülkelerinin gelir dağılımı sıralaması genellikle 0,200- 0,500 aralığında çıkmaktadır.
Aşağıdaki tabloda, değişik yıllara ait Gini katsayımızdaki artışa bakacak olursak; 2014 yılında 0,391 olan oranımız, 2020 yılında 0,410’a, 2023 yılında ise 0,433’e çıkmıştır. Bu oran çok yüksektir. Bunun iyi anlaşılabilmesi için 0,450 civarındaki değerleriyle gelir dağılımı bizden daha bozuk sadece üç ülkeyi (Şili, Meksika, Kosta Rika) sayabiliriz.
0,350’nin altında kalmayı başararak, bizden daha iyi gelir dağılımına sahip olan Hindistan, Romanya, Yunanistan ile 0,300’ün altında kalmayı başaran Macaristan ve Polonya da bu konuda bizimle kıyaslanamayacak kadar iyi durumdadırlar. Birçok konuda fazla önemsemediğimiz bu ülkelerin, halkımızı en fazla ilgilendiren kulvardaki üstünlükleri dikkat çekicidir. Gerilerinde kaldığımız bu ülkeleri yol, köprü, havaalanı, spor tesisi yatırımları gibi konularda geçsek ne fark eder, o zenginliği adil paylaşamadıktan sonra…
Eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirine göre gelir dağılımı göstergeleri (2014-2023):
İkinci gösterge P90/P10 oranı olup; ülkedeki en zengin yüzde 10’luk grubun gelirinin, en yoksul yüzde 10’luk grubun gelirinin kaç katı olduğunu ifade eder. Örneğin buna göre de; 2014 yılında Türkiye’de P90/P10 oranı 12,6 kat iken, 2020 yılında 14,6 kata, 2023 yılında ise 15 kata yükselmiştir. İşte “hızlı bozulma” dediğim de budur.
Sonuç olarak; yüksek enflasyonun düşük gelirliden aldığı payı üst gelir grubuna taşımasıyla oluşan gelir dağılımındaki bozulma, yukarda da anlattığım üzere halkın yaşamını en olumsuz etkileyen husustur.
‘Büyüme’ pahasına enflasyonla mücadelenin ikinci plana alınması ise tedaviyi zorlaştıran bir başka unsurdur. Bu konuyu “Enflasyonla mücadele ederken büyümek” başlıklı yazımda ayrıntılı şekilde anlatmıştım.
Ayrıca asgari ücreti açlık sınırı seviyesinde tutan hatalı gelir-ücret politikaları ile dolaylı vergilere ağırlık veren adaletsiz vergi politikaları da gelir eşitsizliğini ve yoksulluğu artıran diğer hususlardır. Bu iki konuyu da, “Sabit gelirli enflasyondan nasıl korunur?” ve “Dolaylı vergiler kimin sırtında” başlıklı yazılarımda açıklamıştım.
Yine de bir özet faydalı olur…
Dolaylı vergilerin toplam vergi geliri içindeki payı 1980 yılında yüzde 37 iken, 1990 yılında yüzde 48’e, 2000 yılında yüzde 59’a, 2010 yılında ise yüzde 67’ye ulaşmıştır. Halen de bu civarda sürmektedir. Dolaylı vergiler payının AB ortalaması ise yüzde 39’dur. Aradaki fark artarak bu günlere gelinmiştir.
Çok sözü edilen ama bir türlü uygulamaya konmayan dolaysız vergi payının artırılması konusunda ümitle beklemekten başka çare kalmamıştır. Zira ülkede konuyu savunacak ve canlı tutacak bir muhalefet de bulunmamaktadır. Onların da tek gündemi kendi iç mücadeleleridir.
Yüksek enflasyondan kâr devşirenlere gelince; tek yönlü bakış açısıyla enflasyonun sebebi olarak ücret artışlarını gösterebiliyorlar. Elbette ücret artışlarının enflasyonu artırıcı etkisi vardır. Ancak tavuk-yumurta örneğinde olduğu gibi ortada yüksek enflasyon varsa yoksullaşmayı önlemek adına da ücret artışları zorunluluktur.
Bazı ihracatçılar 31 TL’yi aşan dolar kurunun düşük kaldığını seslendiriyorlar. Yani kurun artması ile enflasyonun daha da coşması onların da ilgi alanında bulunmuyor!
Bazı ticari şirketler enflasyonun 20 puan altında düşük faizli kredi talep ediyorlar. Onları da negatif reel faizin enflasyonu tetiklemesi hiç ilgilendirmiyor.
Soruyorum; böyle bir atmosferde hiç söz hakkı bulunmayan kesimlerin lehine bir düzelme ihtimalinden bahsedilebilir mi?
Dolayısıyla gelir dağılımında adalet istiyoruz ama daha çok bekleyeceğimizi de biliyoruz…