Barış Parlak
Çalışan memnuniyeti olmadan müşteri memnuniyeti olmaz
Günümüzde iş dünyasında başarıya giden yol, sadece müşteri memnuniyetinden geçmiyor. Başarının sürdürülebilir olabilmesi için çalışanların memnuniyeti, en az müşteri memnuniyeti kadar önemlidir. Peki, neden? Gelin, bu önemli ilişkiyi biraz daha derinlemesine inceleyelim.
Çalışanların mutluluğu işin anahtarıdır
Bir işletmenin en değerli varlığı, insan kaynağıdır. Çalışanların işlerine olan bağlılıkları ve memnuniyetleri, şirketin genel performansını doğrudan etkiler. Motivasyonu yüksek, işine bağlı çalışanlar, işlerini daha büyük bir hevesle yapar, yeniliklere açık olur ve müşteriyle daha pozitif bir etkileşim içinde bulunur. Kısacası, mutlu çalışanlar, işlerini sadece bir zorunluluk olarak görmez, aynı zamanda kendilerini işin bir parçası olarak hissederler.
Müşteriye yansıyan pozitif enerji
Bir düşünün, bir mağazaya girdiğinizde size güler yüzle, samimi bir şekilde yaklaşan çalışanlar mı, yoksa suratı asık, isteksiz çalışanlar mı size daha çekici gelir? Elbette güler yüzlü ve enerjik çalışanlar, değil mi? Çünkü çalışanların enerjisi, doğrudan müşteriye yansır. Mutlu ve motive çalışanlar, müşterilere daha iyi hizmet sunar, onların sorunlarına daha hızlı ve etkili çözümler üretir. Bu durum, müşterinin memnuniyetini ve sadakatini artırır.
Olumlu döngü
Çalışan memnuniyeti ile müşteri memnuniyeti arasında güçlü bir döngü vardır. Memnun çalışanlar, müşterilere daha iyi hizmet sundukça, müşterilerin memnuniyeti artar. Müşteri memnuniyeti arttıkça, şirketin itibarı ve karlılığı da artar. Bu da şirkete daha fazla yatırım yapma, çalışanlarına daha iyi imkanlar sunma ve onları daha fazla motive etme imkanı verir. Böylece, olumlu bir döngü oluşur ve bu döngü, şirketin sürdürülebilir başarısını garanti altına alır.
Şirket kültürünün önemi
Çalışan memnuniyetini sağlamak, sadece yüksek maaşlar ve yan haklar sunmakla olmaz. Şirket kültürü, bu konuda büyük bir rol oynar. Açık iletişimin olduğu, çalışanların fikirlerine değer verilen, adil ve eşit bir çalışma ortamı sunan şirketler, çalışan memnuniyetini artırmada daha başarılı olurlar. Ayrıca, çalışanların kariyer gelişimlerine yatırım yapmak, onların uzun vadede şirkete olan bağlılıklarını artırır.
Çalışan memnuniyetinin bileşenleri
Çalışan memnuniyetini sağlamak, bir dizi faktörün bir araya gelmesiyle mümkündür. Bu faktörler, çalışanların iş yerindeki deneyimlerini ve genel memnuniyetlerini doğrudan etkiler.
Motivasyonu yüksek çalışanlar, işlerine daha fazla enerji ve bağlılıkla yaklaşır. Bu durum, işletme için birçok avantaj sağlar:
- Yüksek verimlilik ve kalite
Motive olmuş çalışanlar, işlerini daha verimli bir şekilde yapar. Bu, hem üretkenliği artırır hem de yapılan işin kalitesini yükseltir. Yüksek verimlilik, işletmenin karlılığını artırırken, yüksek kalite de müşteri memnuniyetini olumlu yönde etkiler.
- Yaratıcılık ve yenilikçilik
Motivasyonu yüksek çalışanlar, yeniliklere açık olur ve yaratıcı çözümler üretir. Bu, işletmenin rekabet gücünü artırır ve piyasada fark yaratmasını sağlar. Yaratıcı çalışanlar, ürün ve hizmetlerin sürekli olarak gelişmesini ve yenilenmesini sağlar.
- Pozitif müşteri etkileşimi
Mutlu çalışanlar, müşteriyle daha pozitif bir etkileşim içinde bulunur. Müşterilere daha iyi hizmet sunar, onların ihtiyaçlarını daha iyi anlar ve sorunlarına daha hızlı çözümler üretirler. Bu durum, müşteri memnuniyetini ve sadakatini artırır.
- Düşük iş gücü devir oranı
Çalışan memnuniyeti yüksek olduğunda, çalışanların işten ayrılma oranı düşer. Düşük iş gücü devir oranı, işletme için süreklilik sağlar ve işe alım, eğitim gibi maliyetleri azaltır. Ayrıca, deneyimli çalışanların şirkette kalması, bilgi birikiminin korunmasını sağlar.
Sonuç olarak; çalışan memnuniyeti olmadan müşteri memnuniyeti sağlamak, kısa vadede mümkün gibi görünse de uzun vadede sürdürülebilir değildir. Çalışanlarının memnuniyetine önem veren şirketler, sadece mutlu bir iş gücüne sahip olmakla kalmaz, aynı zamanda müşteri memnuniyetini ve sadakatini de artırarak, rekabetçi iş dünyasında öne çıkarlar. Bu nedenle, şirketlerin başarısı için çalışan memnuniyetine yapılan yatırım, en değerli yatırımlardan biridir. Unutmayalım, mutlu çalışanlar, mutlu müşteriler demektir.
Barış Parlak
Sadece fiyatla rekabet edenler için kötü haberim var
“Bugünün en iyi stratejisi; müşterinin parasını değil, sabrını ve duygusunu en çok önemseyendir”
Ekonomik dengelerin sarsıldığı, nakdin daraldığı ve müşterilerin giderek daha seçici hale geldiği bir dönemden geçiyoruz. Böylesi zamanlarda perakendenin temel sorularından biri yeniden gündeme oturuyor: En iyi strateji hangisi? Fiyat mı düşürmeli, hizmeti mi artırmalı, yoksa bambaşka bir yoldan mı yürümeli?
Geçmişe dönüp baktığımızda bu sorunun evrensel bir cevabı olmadığını görüyoruz. 1980’lerde Amerika’da Walmart gibi zincirler, fiyatı mümkün olan en aşağıya çekerek, hacimle büyüme yoluna gitti. Türkiye’de BİM ve A101 benzeri modellerin bu yolu izlediği aşikâr. Düşük fiyat, sınırlı ürün çeşidi ve yüksek devir hızıyla her kesime hitap eden bu yapı, özellikle ekonomik baskının yoğun olduğu dönemlerde güçlü bir çekim yaratıyor. Ancak bu model, arka planda ciddi bir sistem gücü ister: Hatasız lojistik, sıkı tedarik yönetimi ve minimum fireyle çalışan bir operasyon…
Diğer yandan şehirli tüketici davranışlarına baktığımızda, sadece düşük fiyatın artık tek başına yeterli olmadığını görüyoruz. Tüketici artık sadece etiketlere değil, deneyime de para ödüyor. Raf düzeninden, ürünün teslimat hızına; çağrı merkezindeki ses tonundan, kasadaki personelin bakışına kadar her şey, “değer” duygusunu etkiliyor. Bugün Migros’un farklı segmentlere göre sunduğu sadakat programları, Macrocenter’ın lüks deneyimi ulaşılabilir kılma çabası ya da Getir’in teslimat sürelerini 30 dakikaya kadar düşürmesi, bu dönüşümün sahadaki karşılıkları. Çünkü bazı müşteriler için fiyat önemlidir, bazıları için hız, bazıları için ise güven ve huzur…
Oğuz Demir’in bir yazısında verdiği örnek çok çarpıcıydı: HP, ABD pazarında fiyat kırarak büyürken Türkiye’de benzer bir başarıyı yakalayamadı. Neden? Çünkü her pazarın sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel kodları da farklı. Türkiye’de ucuz ürün hâlâ “sorun yaşatabilir” endişesiyle anılıyor. Kalite algısı ile fiyat algısı birbirine çok bağlı. Bu yüzden tüketici, her zaman en ucuzu değil, en güven vereni seçiyor.
Bu bağlamda, bugün perakendenin önündeki en büyük sınav şu: Sadece düşük fiyatla mı hayatta kalacağız, yoksa müşteriye bütünsel bir değer mi sunacağız? İşin doğrusu şu ki, ne sadece düşük fiyatla uzun vadeli başarı gelir, ne de sadece yüksek hizmetle büyüme sağlanır. Gerçek kazananlar, bu iki kutup arasında köprü kurabilenler. Hem fiyat hassasiyetini anlayan, hem de müşteriye değer hissettirebilen markalar öne çıkıyor. Teknoloji yatırımları, yapay zekâ destekli öneri sistemleri, kişiselleştirilmiş kampanyalar, dijital teslimat çözümleri ve samimi iletişim kanalları, bugün bu dengeyi kurmak isteyen işletmelerin en güçlü silahları.
Trendyol’un öneri motorları, Hepsiburada’nın zaman planlı teslimat hamlesi, Şok’un kasasız mağaza denemeleri… Bunların hepsi artık fiyatla hizmetin aynı potada eritilmeye çalışıldığını gösteriyor. En iyi strateji artık sadece “ne kadar” sorusunu değil, “nasıl hissettirdin” sorusunu da cevaplayan stratejidir.
Perakendecilik bir denge işidir. Bu dengeyi kurabilen, fiyat ve değeri doğru harmanlayan her işletme, krizleri fırsata çevirmekle kalmaz, sektörde kalıcı bir yer de edinir. Bugün bizleri asıl başarıya götürecek olan şey; indirim değil, içgörü… Etiket değil, etki…
Barış Parlak
Kar marjı mı, karakter marjı mı?
“Her gün fiyatlarla yarışıyoruz. Peki ya karakterle? Kimliğini fiyata sıkıştıran yerel zincir, rakibini değil kendi ruhunu kaybediyor olabilir.”
Yerel zincirler için uzun süredir konuşulan o klasik ikilem var ya: “Büyümek mi, kârlı kalmak mı?”
Aslında eksik bir ikilem bu. Çünkü günümüz perakendesinde asıl çatışma kar marjı ile karakter marjı arasında yaşanıyor.
“Fiyatla alınan müşteri, fiyatla gider.”
Fiyat elbette önemli. Ancak müşteri artık sadece ucuzluğu değil, deneyimi, samimiyeti ve güvenilirliği de satın alıyor.
Yerel zincirler olarak bizim avantajımız, işte tam bu noktada başlıyor: Mahalleyi tanıyoruz, çalışanımızla müşterimiz komşu, esnaf kültürünü içselleştirmişiz.
Ama gelin görün ki, birçok zincir bu avantajı kaybediyor. Çünkü bütün strateji “% kaç indirdik?” sorusuna cevap aramakla geçiyor.
Halbuki asıl soru şu olmalı:
“Biz bu mahallede nasıl bir karakter bıraktık?”
Karakter marjı, markanın bıraktığı izdir.
Bir müşterinin, “Onlardan alışveriş yapmayı seviyorum” demesidir.
Her gün aynı çalışanı görmek, güler yüzle karşılanmak, hatırlanmak, saygı duyulmak…
Yani kârın ötesinde kalan anlam kısmı.
Kâr için karakterini ipotek eden zincirler var.
İşe alımda en ucuz personeli seçmek, kaliteyi değil sadece tedarikçiyi optimize etmek, mağaza içi deneyimi göz ardı etmek…
Evet, bu tercihler kısa vadede marjı artırır.
Ama uzun vadede sizi karakteri olmayan, herhangi bir başka markete dönüşmüş bir şube yığınına çevirir.
Ve kimse ruhsuz bir zinciri hatırlamaz.
Kazanmak için değil, hatırlanmak için çalışın.
Büyümek isteyen yerel zincirler artık şunu anlamalı:
Yatırımcılar bilanço sorar, müşteriler karakter…
Artık kasiyerin nezaketi, manavın özeni, rafların disiplini ve yöneticinin tutumu; kar marjı kadar belirleyici.
“Bugün ne kadar sattık?” değil,
“Bugün karakterimize ne kattık?”
Alıntı Kutusu:
“Kâr geçici, karakter kalıcıdır. Mahallenin marketi olmak kolay, mahallenin markası olmak başka bir şeydir.”
Son Söz olarak,
Kâr marjınız elinizdeki bütçeyi,
Karakter marjınız ise gelecekteki yerinizi belirler.
İşte bu yüzden yerel zincirler artık sadece fiyatla değil, karakterle rekabet etmek zorunda.
Barış Parlak
“Müşteri gözünde marka, müdürün tutumudur”
Her sabah mağaza açıldığında o ışıkları kim yakıyor? O ilk müşteri içeri girdiğinde yüzü ilk gülen kim oluyor? Ürünler rafa dizilirken, sistem çöktüğünde, kasada kuyruk oluştuğunda, tedarik geciktiğinde kim öne çıkıyor? Adı değişebilir. Bir şirkette “şube müdürü”, diğerinde “mağaza sorumlusu”, başka bir yerde “saha lideri” denebilir. Ama hepsinin ortak bir rolü var: Markayı sahada yaşatmak.
Eskiden bu pozisyon daha çok operasyonel işler üzerinden tanımlanırdı. Kasa takibi, vardiya planlaması, stok kontrolü gibi başlıklarla çerçevelenen bir görev tanımı vardı. Bugünse bu rol bambaşka bir evreye geçti. Müşterinin deneyimini şekillendiren, kurum kültürünü ete kemiğe büründüren, ekibini yönlendiren ve sahada liderlik eden bir pozisyon hâline geldi. Şube müdürünün en temel görevi artık sadece mağazayı açmak, sayımı yapmak, kasayı denetlemek değil. Asıl görev; müşterilerle kurulan ilişkiyi markanın kimliğiyle uyumlu bir biçimde inşa etmek. Bir mağazada yaşanan her an, markanın müşteride bıraktığı izlenimi belirliyor. Bu nedenle sahadaki yöneticinin tutumu, tavrı, çözüm anlayışı artık merkezden bile daha belirleyici olabiliyor.
Bir müşterinin, kurumsal sayfada gördüğü bir ürünü mağazada bulamaması durumunda “Abi merkez gönderirse gelir” demekle “Size yardımcı olabilmem için hemen kontrol ediyorum, stoklarımızı anlık kontrol edelim mi?” demek arasında dağlar kadar fark var. Bu fark sadece dil farkı değil; temsil farkıdır. Bu temsil, markanın müşteri gözündeki sadakatini, güvenini ve tekrar tercih edilme oranını doğrudan etkiler.
Yeni nesil şube müdürü artık üç temel kası bir arada çalıştırmalı: operasyonel yeterlilik, iletişim gücü ve kültürel temsil. Mağazanın verimli çalışması için siparişlerin zamanında verilmesi, ekip planlamasının yapılması, stokların düzgün tutulması kadar; müşteriye nasıl davranıldığının, personelin motivasyonunun ve şirket değerlerinin sahaya nasıl yansıdığının da önemi büyük. Artık bir müdür sadece yöneten değil, geliştiren biri olmak zorunda. Yeni jenerasyon çalışanlar, yönlendirilmekten çok rehberlik bekliyor. Bu nedenle bir müdür aynı zamanda koç, gözlemci ve rehber olmalı.
Gerçek bir örnekten söz edelim: Ankara’daki bir mağazada yeni başlayan bir kasiyerin ürkekliği, kasa başında bekleyen müşterilerin huzursuzluğuna neden oluyor. Müdür, o çalışanın üzerindeki baskıyı fark ediyor. Onu bir süreliğine depoda ürün dizimi ve paketleme işlerine kaydırarak güven kazanmasını sağlıyor. Sonra yavaş yavaş kasaya alıyor, yanında duruyor, destek veriyor. Üç hafta sonra aynı çalışan, müşteri memnuniyetinde mağaza ortalamasının üzerine çıkıyor. Bu başarı, merkezden gelen bir kampanyanın değil, müdürün sahadaki farkındalığının ürünüdür.
Bugün mağazalar birçok dijital sistemle donatılmış durumda. RFID etiketleme, mobil POS, CRM sistemleri, müşteri kartları… Ancak tüm bu teknolojileri anlamlı ve etkili kılan şey; insani dokunuş. Müşteri bir kampanya kodunu değil, bir bakışı, bir cümleyi hatırlıyor. Bir yöneticinin çözüme dair tutumunu unutmaz. İşte tam da bu yüzden şube müdürleri artık teknolojiyle entegre olmalı, ama insan dokunuşunu kaybetmemeli.
Bir diğer önemli konu ise eğitim. Mağaza müdürleri çoğu zaman sahadan yetişmiş, operasyonel refleksleri kuvvetli kişiler oluyor. Bu çok değerli. Ancak şirketler yeni politikalar, sistem güncellemeleri veya stratejik değişiklikler olduğunda ilk eğitimi genellikle merkezdeki ekiplerle yapıyor. Sahadaki müdür ise süreci ya kulaktan dolma bilgiyle öğreniyor ya da sahada “deneme-yanılma” yöntemiyle. Oysa bu kişiler herkesin sırtını yasladığı, tüm krizi ilk karşılayan, soruları ilk yanıtlayan bireyler. Eğitimsiz bırakılmaları sadece müdürleri değil, markayı da zayıflatıyor.
Günümüzde birçok müdür “ben sadece mağazayı yönetiyorum” diyebilir. Ama müşteri gözünde sen markasın. Personel gözünde sen kurum kültürüsün. Sistemin gözünde sen denge noktası, aksaklık durumunda çözüm noktası olansın. Kurumsal yapılar artık şu soruyu kendilerine sormalı: Biz mağaza müdürü mü yetiştiriyoruz, yoksa marka elçileri mi?
-
Ercüment Tunçalp5 ay önce
Fahiş fiyat nedir, nasıl anlaşılır?
-
Genel Haberler5 ay önce
“Gerekçeli karar tarafımıza tebliğ edildiğinde karara karşı derhal tüm yasal yollara başvurulacaktır.”
-
Ercüment Tunçalp6 ay önce
Fırsatçı enflasyonu nedir, nasıl gelişir?
-
Genel Haberler6 ay önce
İstanbul PERDER üyeleri, Yerelist değerlendirmesi yaptılar