Ercüment Tunçalp
Her depoculuk stokçuluk değildir
Son günlerde soğan depolarına baskınlar yapılıyor. Sebep aşırı fiyat artışı.
Fiyat artışının üç sebebi olabilir:
- Rekolte düşüktür, talebi karşılamaz,
- Kalite sorunu yaşanır, aşırı çürüme devam ettiği için maliyet artar,
- Piyasaya sürülmez, yapay şekilde değer kazanması amaçlanır.
Bu sebeplerin üçü de bu sene içinde gerçekleşmiştir, ancak hepsinin payı farklıdır. En düşük payı ise stokçuluk almaktadır.
Nitekim bu seneki hasar, önce küf hastalığı ile başlamıştır. İklim değişikliğinin sonucu olan aşırı yağış ve ıslak malın hatalı depolanması da fireyi artırmıştır. Eğer birisi soğanı sadece spekülatif kazanç elde etmek için bir yere istifliyor ve satmıyorsa, elinde bomba taşıyor demektir.
Soğan her iklim şartlarında ve her depoda muhafaza edilecek bir ürün değildir. Siz onu satacağınız günü beklerken o sizi satabilir. Çürüme ve bozulma riski en fazla olan üründür.
Buna rağmen stokçuluğun cezası vardır ama sapla samanı iyi ayırmak şartıyla…
‘İlerde bulunmayacağı veya pahalılaşacağı düşüncesiyle bazı ürünlerin piyasadan toplanarak saklanması ve istikrarsızlık yaratılması’ suçtur.
Peki böyle girişimler yok mudur?
Elbette vardır. Hatta daha fazlası da mümkündür. Bunları ‘Fırsatçılar devrede’ başlıklı yazımda ayrıntılı şekilde anlattığım için tekrar değinmeyeceğim.
Ancak depolarda soğan bulunmasa, sadece hasat zamanı (ortalama 2 ay) mutfağımızda soğan olur, yılın kalan zamanında da yokluğunu çekeriz.
Sadece soğan mı?
Patates, limon, portakal, elma, ayva, armut, bakliyat bütün yıl tüketebildiğimiz tarımsal ürünlerdir. Daha onlarca cins ürün de depolarda beklemektedir.
Uzun yıllar yukardaki bütün ürünlerin depolama çalışmalarında bulunmuş bir kişi olarak söylüyorum; elimi sürmediğim tek ürün soğandır.
Eğer spekülatif kazanç varsa en haşmetlisi için aşağıda bir örnek vereceğim!
Bu örneği, milli servetin korunması açısından şanslı bir ürün olarak sunuyorum.
Adana ve Mersin başta olmak üzere Akdeniz Bölgesi’nde yetiştirilen bütün limonlar, peri bacaları ile ünlü bölgemiz Kapadokya’da yer alan kayadan oyma doğal depolarda yatıyor.
Mart ayından Eylül-Ekim ayına kadar iç piyasaya da, yurtdışı piyasalara da buradan sevkediliyor. Bu müddet içinde sadece fiyatı artmıyor, ürünün ağırlığı da artıyor. Depolara geldiği zaman limonun 5 milimetre olan kabuğu 1 milimetreye kadar iniyor. Kabuk incelirken de daha çok sulanıyor ve lezzeti artıyor. Isının ayarlanması için tek kuruş enerji masrafı yapılmıyor.
Bu doğal depoların verimliliği Allah’ın bize bir lütfudur. Zira limon muhafazası için gereken 8 derece ısı ve uygun nem, bu depoların yaz-kış değişmeyen şartlarıdır.
Örneğin soğan depoda fire verirken, limon ise fazlasını sunmaktadır. İkisi de normaldir ve bu fark ürün ile depo özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
Tekrar ediyorum; soğanı torbalara konmuş halde en fazla 2 ay süreyle tarlada görme imkanımız vardır. Senenin büyük kısmını depoda istirahat ederek geçirir. Satış işlemi de bu depolardan yapılır. Patateste de durum aynıdır.
Örneğin, yine Kapadokya bölgesinde bir kısım yeraltı depolarında da binlerce ton patates depolanmaktadır.
Geliyoruz fındık depolarına. Şimdiye kadar hiç fındık deposunun basıldığına şahit olduk mu? Hayır.
Depolar fındık doludur. Bütün dünyaya fındık bizden gidiyor. Çünkü dünya rekoltesinin yüzde 70’i bizdedir.
Normalde spekülatif amaçla bir ürün depolanacaksa bunun öncelikle fındık olması gerekmez mi?
Döviz arttıkça önce bu malın fiyatının artması beklenmez mi?
Evet ama bu üretici için değil, yerli görünümlü yabancı ihracatçı için geçerlidir.
Bunun için fiyatlar 12-13 TL ama döviz ne kadar artarsa artsın fındık fiyatı yerinde sayıyor. Üretici için spekülatif kâr değil, normal kâr bile çıkmıyor.
İşte eğer ‘dış güç’ varsa burada aramak lazımdır. O dış güç ki; “fındık depolarda yatsın, nasıl olsa fiyatı ben belirliyorum” diyor. Hem de gözümüzün içine baka baka!
Fiyatların aşırı artması kadar, enflasyona rağmen yerinde sayması da problemdir. Yoksa ortalıkta üretici kalmayacak!
Çözüm ‘lisanslı depoculuk’tadır. Kanunu çıkalı 13 yıl oluyor ama gelişimi çok yavaştır. Bu konuya en çok ‘fındık’ üzerinden ve sıkça değiniyorum.
Sistem, depolama imkanından yoksun olan üreticilere ürünlerini sigortalı ve teminatlı olarak saklama imkanı sağlamaktadır. Böylece piyasaya ürün arzının yılın tamamına yayılması, kayıt altındaki ürün hareketlerinin takip edilerek fiyat spekülasyonlarının önüne geçilmesi mümkün oluyor.
En önemlisi de; üreticinin, atmaca gibi bekleyen yabancı unsurların insafına terk edilmesi engellenebiliyor. Zira üreticinin, lisanslı depolara koyduğu fındık karşılığında aldığı ürün senetlerini teminat göstererek uygun fiyatlı krediye ulaşmaları mümkün oluyor.
Peki sorun nerede?
Sorun, bu günkü lisanslı depo kapasitesinin, fındık üretiminin sadece yüzde 3’ünü misafir edebildiğidir.
Bu konu halledildiğinde; bütün tarımsal ürünlerde aracı üreticiye bu kadar kolay yaklaşamayacaktır. Stokçular da daha kolay izlenebilecektir.
Ercüment Tunçalp
Konkordato fırsatçıları
Beş sene önce iyi niyetli olduğu halde yapılan hata sonucu şirket sağlığını tehlikeye atanlar için “Nakit akışı ihmale gelmez” uyarısı yapmış ve çözümlerini de yazmıştım. Bir sene önce ise büyük artış gösterdiği için “Konkordato salgını önlenmelidir” tavsiyesinde bulunmuş ve kar topu gibi büyüyen yıkıcı etkisini gündeme getirmiştim.
Ancak düşündüm ki; gerçek konkordato ihtiyacı beliren şirket ile fırsatçıyı ayırmak gerekiyordu. İşte bu günkü konumuz da bu ayrımı yapmak üzerinedir.
İşin hukuki tarafı ile değil ahlaki ve ticari tarafı ile ilgili olduğumuzu da baştan belirtmeliyim. Konkordatonun en yıkıcı sonucu, bu hakkı elde eden şirketin borçlu olduğu işletmeleri de ateşe atmasıdır.
Nasıl mı?
Konkordato talebi kabul görüp onaylanan şirketler, belli bir süre devlet kontrolüne giriyorlar. Olumlu tarafı budur. Ancak bu zaman diliminde (mahkemece belirlenen), alacaklılar haciz işlemi başlatamıyorlar.
Peki kötü niyetli bir şirket bu kapıyı nasıl aralayabiliyor?
Öncelikle bu fırsatçıların empati yoksunu olduğunu ve dara düşecek tedarikçilerinin riske giren ticari yaşamları ile hiç ilgilenmediklerini kenara not edelim.
- Yukarda da belirttiğim gibi konkordato şartlarının başında nakit akışının bozulması gelir. Peki bu fırsatçılar için nakit akışını bozmak o kadar zor mu?
Hayır, alacaklıların hakkı olan parayı usulüne uygun (!) şekilde şirket dışına çıkarmakla hem istenen şartlar oluşuyor hem de o para dışarda çeşitli finansal yatırımlarla refah artırıcı araç haline gelebiliyor. İşin kötüsü yakın çevrenin gözü önünde gerçekleşen ve düşmeyen yaşam standardı da özendirici oluyor.
- Hilenin bütün çeşitlerini bilmemiz elbette mümkün değildir. Zira bunlardaki yaratıcılık bizi aşmaktadır. Ancak depoların aşırı doldurulması ve bir kısmının nakit ödeme karşılığında alış fiyatının altında elden çıkarılması bir işarettir.
Daha sonra o eldeki paranın izi sürülmelidir. Başka bir şirkete devredilmek üzere gayrimenkul yatırımı en yaygın usullerdendir. Ancak minareyi çalan kılıfını önceden hazırlayacağından, tespiti zorlaştırmak için bu işlemlerin zamana yayılması da ihtimal dahilindedir.
- Bu işletmelerden alacaklı olan her tedarikçi zincirleme olarak kendi tedarikçilerini de zora sokuyor. İşte domino etkisi dediğimiz budur.
- Bunun için sadece kamu ve finansal alacaklar yapılandırılmalıdır. Zira hem borç öteleme ile yıkılmayacak 2 muhatap bu kurumlardır hem de bu sürecin cazibesini azaltmak gerekmektedir. Çarkların düzenli işleyebilmesi için ticari borç ödemeleri kesintiye uğramamalıdır. Belki kızanlar olabilir ama bu neredeyse zorunluluk haline gelmiştir. Örneğin aile içinde ticari faaliyeti olan bir amcadan veya dayıdan vadesi belli olan bir borç alındıktan sonra “ben sana bunu ödemiyorum” denebiliyor mu? Hayır. Peki 7 kat yabancıya nasıl rahat söylenebiliyor?
- Bu bakımdan bu fırsatçıların tespiti için daha hassas bir denetim süreci gerekiyor. Böylece koruma zırhını kuşanmanın o kadar kolay olamayacağı gösterilmiş olabiliyor.
- “Hazine ve Maliye Bakanlığı, ‘çok harcayıp az gelir beyan eden veya hiç beyan etmeyenlerin’ peşine düşecek” haberi geç de olsa alınmış olumlu bir kararın ifadesidir. Ancak bu durumun katmerlisini yukarda anlatmış bulunuyorum. Aradaki önemli fark, haberde bahsi geçen grup sadece devleti zora sokarken; konkordato fırsatçıları hem devleti hem de orta ve küçük ölçekteki tedarikçileri aileleriyle birlikte sıkıntıya sokmaktadırlar. Sosyal devlet anlayışıyla bu çok geniş kitlenin mağduriyeti giderilmelidir.
Bu fırsatçıların sayısını az bulan veya cesaret gösteremeyeceklerini düşünenler için iki örnek vereceğim.
- Sivas’ta en çok vergi veren ikinci isim Sivassporlu yabancı futbolcu Charisis olmuştur. Elbette futbolcu da bu duruma şaşırmış olmalıdır.
- Bolu’da 2024 yılında en çok vergi ödeyen kişi youtuber Burcu Atik olmuştur. Atik Ailesi kamp videoları çekip yayınlayan bir vergi mükellefidir. Eminim diğer illerimizde de benzer örnekler bulunmaktadır. Bu yarışta kendilerini zorlayacak bir sanayici, üretici veya satış şirketlerinin olmaması ise düşündürücüdür.
Ödediği vergi ile övünen değil, ondan kaçışı saklayabildiği için huzura eren bir kitleye sahipseniz, konkordato hilesi bunun sadece bir sonraki adımıdır. Bizler vergi denetimlerinin yetersizliğinden bahsederken, bazı iş çevrelerinin vergi denetimlerinden şikayetçi olması ise çok normaldir. Zira alışkanlıkların devam etmesi istenmektedir.
Sonuç olarak; konkordato kulvarı bazı kötü niyetli şirketlerin vurgun yeridir.
Hilenin özeti:
‘Vadeli al, peşin sat/Borcu şirkete bırak, nakiti taşımaya bak/Şirket için konkordato kararı aldır/Sonra o borcun da önemli kısmını ortadan kaldır/Böylece küçük işletmeler birer birer batar, hileyi yapan huzur içinde yatar.’
Duyuyoruz ki; Adalet Bakanlığı’nın görüşe açtığı İcra ve İflas Kanunu’nda değişiklik sağlayan Cebri İflas Kanunu taslağı, konkordato sistemine önemli değişiklik getiriyor. 31 Ocak 2026’ya kadar görüşlerin alınacağı taslakta konkordato kurumu güçlendiriliyor.
Bana göre, konkordato başvurusu için istenen belgeler arasında en önemlileri borçlunun mali tablolarıdır. Son 3 yıla ait bilanço ve gelir tablosu, nakit akış tablosu (paranın izini sürmek için) ve sermaye yapısını gösteren belgeler ilk bakılması gerekenlerdir.
Bu sakıncalı girişimlere mutlaka engel olunmalıdır. Zira haksız konkordato kararlarının; çok sayıda işletmeyi zora sokmasının neticesi devletin de vergi kaybıdır. Bu bakımdan aciliyeti vardır.
Ercüment Tunçalp
Private label ürün fiyat kıyaslaması
Yüksek satış potansiyeline sahip büyük perakendecilerin kendi özel markalarını raflarda öne çıkardıklarını yıllardır izliyoruz. Tüketici tarafından özellikle daha düşük fiyatları sebebiyle tercih edilen bu ürün grubu market raflarının lokomotifidir. Hemen hemen her kategoride, ya perakendecinin tabela adıyla ya da tek perakendeciye özel çeşitli markalarla üretilir. Kalite sorumluluğu üretici kadar sahibi olan perakendeciye de aittir. Yani “ben üretmiyorum” diyerek sorumluluktan kaçamaz. Ancak yine de zaman zaman kalite sorunları yaşandığına şahit oluyoruz. En fazla da bal ve sızma zeytinyağı kategorilerinde…
Bu bakımdan fiyat kıyaslaması yaparken bu hususu da dikkate almak gerekiyor.
Ürünleri hangi üreticinin ürettiği en önemlisidir. Kendi markası taklit-tağşiş listesinde yer alan bir üreticiye PL üretimi yaptırmak görev ihmalidir.
Kaliteyi garanti altına aldıktan sonra da elbette sıra fiyatlara gelecektir.
Bir müddet önce 3 büyük perakendecinin raflarındaki tanınmış markaların fiyatlarını kıyaslamış ve “En ucuz ürün nerede?” başlığı ile yayımlamıştık.
Amaç tüketici nezdinde oluşan fiyat algısını sahada sorgulamaktı. Zira genellikle indirim marketindeki özel markalı ürünlerle süpermarket rafındaki tanınmış markaların fiyatları kıyaslanıyordu. Ben bunu boks ringinde iki farklı sikletteki sporculara müsabaka yaptırılmasına benzetiyorum. Elbette boks tarihinde böyle bir şey hiçbir zaman gerçekleşmedi. Aynı durum private label ürün ile tanınmış markanın dövüştürülemeyeceği kuralı için de geçerlidir.
Dolayısıyla bu defa da sadece PL ürünlerde, değişik perakendeciler arasında fiyat kıyaslaması yaptık. Bu zincirlerin birbirlerini yakından takip ettiklerini ve arayı fazla açmadıklarını zaten biliyorduk. Ancak bir de anlık fotoğraf çekmek istedik. Fiyatlar 23 Ekim 2025 tarihinde alınmıştır.
Bu üç perakendeciden biri indirim marketidir. Fiyatlar ürün bazında farklı olabilse de listenin dibinde en fazla 2 puanlık fark görebiliyoruz. Ancak bunun yanında A-B-C marketler içinden hangisinin indirim marketi olduğunu bulmak kolay olmayabilir. Zira daha önce yaptığımız kıyaslamada ortak bulundurdukları tanınmış markalarda fark az da olsa indirim marketi en ucuz çıkmıştı. Bu sefer ise en ucuz çıkan (100 endeks) indirim marketi olmamıştır.
Her üründe en ucuz olan bir perakendeci bu coğrafyada yoktur.
Aşağıdaki listede görüleceği üzere;
- A market 6 üründe en ucuz ve 5 üründe en pahalı,
- B market 6 üründe en ucuz ve 3 üründe en pahalı,
- C market 7 üründe en ucuz ve 8 üründe en pahalı çıkmışlardır.
Bazı medya kaynaklarında private label üretimin yüksek kâr marjı elde etmeyi amaçladığı belirtilmektedir. Tam tersine rekabetçi fiyatlara karşı silah olarak kullanılması, kategori içindeki satış payının artırılması ve sürümden kazanılması öncelikli hedeflerdir.
Şu anda ülkemizde hangi perakendecinin hangi stratejiyi öne aldığını bilmek kolay değildir ama küresel anlayış yukarda belirttiğim gibidir. En azından gıda kategorilerinde…
Ölçek ekonomisi büyük perakendeciler için itici güçtür. Zira bir ürünün üretiminde üretim miktarının artırılması ile üretim maliyetinin düşürülmesi; bu sayede de daha uygun raf fiyatlarına ulaşılması hedef olmalıdır. Ancak büyük satış hacmine rağmen daha düşük hacimli rakipten daha fazla kâr marjı hedeflenirse tablo birincinin aleyhine bozulabilir.
Küresel anlayışa bir örnek…
İsviçre Migros’un kendi markasını taşıyan çikolatanın ünü Avrupa’ya yayılmıştır. Nedeni sadece kalite seviyesi olmayıp, rakiplere göre önemli fiyat avantajı da sağlamasıdır. Dolayısıyla bu özellikler çikolatayı hediyelik ürün kategorisine de sokmuştur. Yüksek kâr marjı meselesine gelince; bir ürünü hem kaliteli yapmak hem piyasadan oldukça ucuza satmak hem de yüksek kâr marjı uygulamak mümkün değildir. En azından birisinden vazgeçmek zorundasınız!
Avrupa’da düşük enflasyona rağmen uzun yıllardır farklı formatlar arasındaki fiyat makası hiç değişmemiştir. Bizdeki sorun ise fiyat disiplininin kaybolmuş olmasıdır. Bir sonraki yazımda bu konuyu ele alacağım.
Sonuç olarak; private label ürünler büyük perakendeciler için ne kadar itici güç yaratsa da, önemli markalarda fiyat avantajı yerel gross marketlere ve yerel marketlere geçmektedir.
Yani büyük perakendecilerin ölçek ekonomisinden yararlanarak öne çıkardığı private label uygulamaları; onlarla rekabet halindeki yerelleri de piyasa markalarında daha makul kâr marjı uygulamaya itmekte ve bu da olumlu sonuç vermektedir. İşte bunun için bu satış noktalarında 100 endeksin altının da görülebileceğini tahmin ediyorum. O konuyu da başka bir yazıda ele alabiliriz.

Ercüment Tunçalp
Eksi reel faize geçiş
Eksi reel faize geçildiğini ben söylemiyorum, TÜİK Eylül ayı için söylüyordu. Açıklamada,”TÜFE ile indirgendiğinde mevduat faizi (brüt) yatırımcısına %0,06 oranında kaybettirdi” deniyordu.
Bu haftaki PPK toplantısında politika faizi 100 baz puan daha indirildi ve eksi reel faiz dönemi resmen başladı. Yeni faiz oranı %39,5 oldu.
Bunun hesabını önceki yazımda yapmıştım.
Mevduat sahibini brüt getiri ilgilendirmiyor, çünkü %15’de vergi kesintisi var. Memlekette alışkanlık olmuş; Merkez Bankası’nın politika faizi veya bankaların verdiği nominal faiz (brüt) ile güncel enflasyon oranı arasındaki farka bakılıyor. Oysa bunların yerine net nominal faiz ve beklenen enflasyon formüle yerleştirilir. Sonra da ne çıkarsa bahtına!
Son 100 baz puanlık indirimden önce bulduğum reel faiz -%2,81 idi. Bunun için durum netleştiğinden, eksi reel faiz de tartışılamayacağından yeni bir hesap yapmıyorum.
Reel faiz yoksa, iç talebi sınırlayamaz, enflasyonu tutamazsınız. Bunları MB yönetimi çok iyi bilmesine rağmen demek ki baskılara direnememiş.
Yastık altındaki altın durup dururken piyasaya çıkmaz. Ancak TL’nin reel getirisi bu yatırım aracını saklandığı yerden çıkarabilir. Dolayısıyla suçu yastık altındaki altına yüklemek kolaydır ama anlamlı değildir.
Burası çok önemli!
Ekim ayı ortalarında (PPK toplantısından önce) ekonomi ağırlıklı yayın yapan bir gazetenin yazarı şöyle söylüyordu; “300 baz puanlık bir indirim daha yapılması bekleniyor. Hali hazırda %40,5 olan politika faizinin %37,5 seviyesine çekilmesiyle enflasyonla faiz arasındaki yaklaşık 7 puanlık reel faiz farkının korunması hedefleniyor.”
Baştan sona kadar yanlış olduğu için neresini düzelteyim?!
- Politika faizi %40,5 iken mevduata verilen faiz %39 idi. Yazarın senaryosuna göre politika faizi %37,5’e düşseydi mevduat faizi en iyi ihtimalle %36,5’e düşecekti (çok büyük meblağlar hariç). Bu nominal faizdir…
- Bunun üzerinden %15 stopaj düşüşüyle net nominal faiz yaklaşık %31 olacaktı.
- Diyelim ki yanlış da olsa, güncel enflasyona göre bu hesabı yaptınız, reel faiz yine eksidir.
- Doğru olan beklenen enflasyona göre yapmaktır ama kimin beklediği enflasyona göre bu hesabı yapacaksınız?
Herhalde şimdiye kadar hiç tutmayan tahminleri referans alamazsınız. Bana göre 12 ay sonraki enflasyon tahminim (az sapmalı tahminlerim arşivde görülebilir) %37’dir. Buna göre de yaklaşık eksi reel faiz %6’dır. Gerekçelerine sonuç kısmında yer vereceğim.
İki hafta önceki yazımda, %39 nominal faize göre bile bulduğum eksi reel faiz oranı %2,81 idi.
Normal şartlarda bu ay faiz indirimi beklenen bir şey değildi. Ancak iktisadi kurallar kenara konursa, umumi arzu üzerine değişik tercihler de gündeme gelebiliyor, bedelini de hep beraber ödemiş oluyoruz.
Sonuç olarak; varsayımlar isabetli olduktan sonra, matematiğin “sana göresi, bana göresi” olmaz. Bir ekonomi için en kötü durum; bankalardaki tasarrufun altına ve dövize yönelmesidir. İşte eksi reel faiz bu kapıyı aralar. Üstelik yabancı yatırımcılar da reel getirinin olmadığı ülkeye yatırım yapmazlar. Oysa hem tasarrufları artırmak hem de ekonomik istikrarı sağlamak için TL’nin korunması tercih edilmeliydi.
Sanayi üretimi konusunda sıkı para politikasının olumsuz etkisi düşünülürse, bunu sınırsız sürdürmenin mümkün olmadığı bilinmelidir. Şifa veren birçok ilacın yan tesirleri de olduğu unutulmamalıdır. Bu da enflasyona dair iyimser tahmin yapmayı engelliyor. Artık geciken yapısal reformları ve kamunun yapmadığı tasarrufları tekrarlamaya bile gerek yoktur.
Kaldı ki ufukta seçim ihtimali vardır ve hükümetler seçime giderken, sıkı para politikasına veda ederler.
Bir kurum adına ne söylendiğine değil ne yapıldığına bakmak daha doğrudur. Bizimle aynı fikirde olmayan hazine Ekim ayı içinde beş yıl vadeli borçlandı. Bu beş yıl boyunca her yıl %37 bileşik faiz ödenecek. Diğer yandan son OVP’de enflasyon hedefleri, 2025 için %28,5, 2026 için %16, 2027 için %9, 2028 için %8 tahminlerini içeriyordu. Burada bir yanlışlık yok mu?
Örneğin ben vatandaş olarak bankadan kredi alacak olsam, beş yıl içinde enflasyonun tek haneye ineceğini göre göre bu kadar yüksek faizle uzun vadeli borç almam. Devlet hiç almaz…
Acaba enflasyonun düşmeyeceği konusunda bizimle aynı fikirdeler mi?
MB, Eylül ayında politika faizini 250 baz puan indirince, bir başka iktisatçı, “Benim beklentim daha yüksek faiz indirimi yapılmasıydı. Zira Arjantin’den sonra en yüksek faizi veren ülke biziz” diyebildi. Herhalde yazar en yüksek enflasyona da sahip olduğumuzu bir an unutmuş olacak. Sanki yüksek faiz durup dururken o seviyede bulunuyormuş gibi…
Faizin çok kötü bir şey olduğunu kabul etmekle (aynı fikirdeyim), faizin aynı zamanda enflasyonu kontrol etmek için kullanılan bir ilaç olduğunu kabul etmek çelişki değildir.
Sonuç olarak; enflasyon yüksekken faiz indiriminin riski sabit gelirlilerde, nimeti de tekrar yükselecek enflasyondan ek gelir elde edenlerdedir.
Üstelik politika faizinin inmesi piyasa faizinin ineceğini garanti etmez. 2021 Eylül’de bunu yaşayarak gördük. Tahterevalli gibi biri inerken diğeri yükseliyordu. Kaldı ki politika faizini ne kadar düşürürseniz düşürün, kredi ucuzlamadıktan veya krediye ulaşılamadıktan sonra bir önemi kalır mı?

 
												 
																	
																															
 
 
										 
																			 
										 
																			 
										 
																			 
										