Ercüment Tunçalp
Hileden vazgeçmeyenler!
Tarım ve Ormancılık Bakanlığı’nın yaptığı kontroller sonucunda kamuoyunun bilgisine yeni sunulan ‘Hileli Gıda Ürünleri Listesi’ tam 119 sayfadır.
Laboratuvar tetkiki sonucunda taklit ve tağşiş yapıldığı kesinleşen gıdaları üreten 618 firmaya ait ürün sayısı da 1211 adettir. Nüfusa oranla en fazla taklit ve tağşişin yaşandığı iller; sırasıyla Afyon, Kayseri, İzmir, Aydın, Diyarbakır, Adana ve Konya’dır.
Bu konudaki son yazım Temmuz ayında “Hile yapanı tüketici tanımalıdır” başlığı ile yayımlanmıştı. Özet olarak, teşhirlerin sürmesini istemiştim.
Listelerin yayımına verilen 19 ay araya rağmen, bu önemli hizmeti yerine getiren Bakanlık görevlilerine bir tüketici olarak teşekkürlerimi iletiyorum.
Bu güne kadar ki her listeyi çok dikkatli şekilde gözden geçirdiğim için rahatça söyleyebilirim ki mevcut cezalar bu hilekârlar için caydırıcı olamamaktadır.
En az 35-40 firma önceki listelerde de eksiksiz yer almışlardı. Bu firmalara artık ceza vermek yerine cesaret madalyası takmak daha anlamlı olur!
Özellikle at etini, eşek etini ve domuz etini farkettirmeden vatandaşa yedirenlerin aynı usulle beslenmelerini öneririm.
Ulusal bir perakendeci, private label ürünü daha önce de birden fazla ayıplı listede yer almasına rağmen, hâlâ kalite kontrolde titiz davranıp güvenilir bir üretici bulamamış. İşletmelerin adlarını ve markalarını ben ağzıma almak istemiyorum. Listenin tamamına buradan ulaşılabilir.
Hilenin rekor kırdığı kategoriler; bitkisel yağlar, et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, bal ve arı ürünleri, baharatlar, çikolata ve takviye edici gıdalardır.
Pişkinliğin sınır tanımadığı sloganlar:
- Hileli ürünün markasına dini terim ilave etmişler.
- Hileli ürünün markasına ‘gurme’ eki yapmışlar. Hem de tek firma değil. Adam hem sahte ürün yapıyor, hem de kendisini “lezzeti keşfetmiş, damak tadına sahip kişi” olarak lanse ediyor. Veya sahte ürüne ‘beklentisi yüksek’ müşteri arıyor, hem de sağlıklı üründen fazla fiyata…
- Hileli ürüne ‘%100 Doğal’ açıklamasını uygun bulmuşlar. Bırakınız doğal olmasını, sıradan ürün olsa bile şükredeceğiz. Yani iki yalan birden gerçekleşmiş.
Enerji içeceklerinde uygunsuzluğun faili ‘Tadalafil ve Sildenafil’ oluyor.
Kullanımı yasak olan ve kalp ile tansiyon hastalarında ölümlere neden olacak riskler taşıyan performans artırıcı kimyasallardır bunlar. Elbette kutuların üzerinde açıkça belirtilmiyor, vitamin adları ile gizleniyor. Laboratuvar tahlilinde bu kabahatin çıkmaması imkansızken cesaretin seviyesi şaşırtıyor.
En rahat hilenin yapıldığı alan bal kategorisidir. En yaygın hilelerin başında arı beslenmesinde kullanılan şerbetler, yani fruktoz kullanımı geliyor. Fruktoz, ortam ısınması sonucu HMF adı verilen bir kimyasalın ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu madde sadece arılara değil, insanlara da zarar veriyor. Bir diğer önemli hile ballara su ilavesidir. Daha birçok hileyi saymaya bu sayfalar yetmez. En uç noktası, hiç arı ile karşılaşmamış balın da üretilmiş olmasıdır.
Taklit ve tağşiş listesine giren onlarca bal markasından bazılarını yakın zamana kadar market zincirlerinin raflarında görüyorduk. Tadım çalışmalarını izlediklerim de var. Aralarında ödüllü olan marka da var. Hileli markaya ait ambalajda ‘Organik- Doğal Arı Ürünleri’ açıklaması da var.
Baharatta boya tespiti de güvenli marka seçiminin önemini ortaya koyuyor. Aksi halde bir market markası da acı kırmızı biberde boya mağduru olabiliyor.
Bir de listeye bakıldığı halde kolay farkedilemeyenler var. Örneğin en fazla mağaza sayısına sahip bir indirim marketin markası da var. Ancak marka, tabela adını taşımadığı için gözden kaçabiliyor. Ürünün cinsi tatlı toz biber.
Önerim; üretici adı yanında marka sahibi perakendeci adının da belirtilmesidir.
Bitki çayı ve kahve ürünlerinde de sildenafil ve sibutramin içeriğe dahil olmuş. İlkini yukarda açıklamıştım. Sibutramin ise; kilo vermede, verilen kilonun korunmasında ve obezite tedavisinde kullanılan bir ilaçtır. Doktorlar uyarıyorlar; “Bitkisel ürün kullanıyorum derken belki olması gerektiğinin çok üzerinde sibutramin alıyor olabilirsiniz ki, bu ve benzeri ilaçların kullanım şekli ve dozu doktor tarafından ayarlanmadığı takdirde olası kardiyak etkileri nedeniyle hayati risk ortaya çıkabilir” deniyor.
Bitkisel yağ ve margarine tam 32 sayfa ayrılmış ve her sayfada 9-10 marka yer alıyor. Sıkılmış meyve suyu gibi olması gereken sızma zeytinyağını çeşitli yağların karışımı haline getiren hilekârları mutlaka iyi tanıyın.
Zaten tanıyorsunuz. Sıvıyağ sektörünün en bilinen markalarından birisinin naturel sızma yağı hileli çıktı. Bir markanın değerli bir üründe sık sık indirim kampanyalarına ilgi göstermesi, perakendecinin laboratuvar tetkikini gerekli kılar. Bundan vazgeçtik, ürün hâlâ raflarda mevcudiyetini koruyor.
En kaliteli yağ ‘naturel sızma’ olanıdır. İçlerinde düşük kaliteli yağların karıştırıldığı perakendeci markası da var, ünlü bir köftecinin markasına karıştırılmış pirina yağı da var (çoğunlukla sabun yapımında kullanılır). Köftenin şöhretini gölgelemeye değmese gerek…
Önemli bir resmi kurumun Personel Yardımlaşma ve Emeklilik Vakfı’na ait markayı da hileli üretmişler. Böylece gözü karalığın sınırını da aşmışlar!
Bir marka, “%100 Doğal Ayçiçek Yağı” sloganı ile rafa çıkmış ama içine ayçiçek yağından başka yağları da katmış. Hileli yağların etiketine eklenen gold, safir, zümrüt, inci, gurme kelimeleri ile bir taraftan düşürülen kalite, diğer taraftan artırılan kalite imajı ile telafi edilmeye çalışılmış!
Et ve et ürünleri 42 sayfadır. Herhangi bir lokantada karın doyurmanın bedeli, dana eti yerine kanatlı eti, baş eti, sakatat ile hazırlanmış pide, lahmacun, köfte ve döner yemek olabilir. Tekirdağ köftesi seven varsa listeye göz atmasını tavsiye ederim. En tanınmış ürün markaları bu kategoridedir.
Seçkin marketlerde satılan şöhretli bir et ürünü markası da tağşiş yapmış.
Tağşişi yapan firma ‘Kamuoyuna duyuru’ yapmayı da ihmal etmemiş. Uzun uzun firmanın tanıtımını yaptıktan sonra ; “… tağşiş yapıldığına yönelik iddiaların gerçek dışı olduğunu, aksini ispatlayan belgelere sahip olduğumuzu beyanla, söz konusu iddialar neticesinde tüm ürünlerimiz üzerinde uluslararası standartlarda yüzlerce analiz yapılmış ve analiz sonuçlarında hiçbir şekilde tağşiş yapıldığına dair tespite rastlanılmamıştır” deniyor. Bana göre tatmin edici bir açıklama değildir. Çünkü;
- Tağşiş yapıldığına yönelik iddialar devletin resmi raporuna dayanılarak yapılmaktadır.
- Şirket tarafından yaptırılan yüzlerce analizin temiz çıkması ise bir anlam ifade etmez. Zira, kimse tahlile gönderdiği numunesini kusurlu şekilde üretmez.
Bendeniz de bu ürünün mağduruyum ama derecesini bilmiyorum. Listede kangal fermente sucuğun üretim tarihi 26 Şubat 2019, Macar salamın üretim tarihi 27 Nisan 2019 olduğuna göre, demek ki en az 6 aydan beri müşterisi olduğumuz markayı tüketmişiz. Diyebilirsiniz ki; kaç yıllık perakendecisin, senide mi kandırdılar?
Evet beni de kandırdılar. Nasıl mı?
Perakendecinin kalite kontrol birimine güvenmiştim, bütün hatam bu. Onlar da raftan çekmek için bizim gibi Bakanlığın tağşiş listesini beklemişler!
Ürünün üzerindeki ifade “gurme”, marketin konsept tanımı da “gurme” olunca bizim payımıza da istemeden domuz eti yemek düşmüş. Aynı işletmede kanatlı eti de karıştırılmış (18 Ekim 2018) ama artık bunların yanında hafif kalıyor.
Tek tırnaklı etin tarifi içine domuzdan başka at ve eşek eti de giriyor. Ülkeye yayılmış yüzlerce şubesi olan tanınmış köfteci de tek tırnaklı eti uygun bulmuş.
Başka bir üretici tarafından market markası olarak üretilen sucuğun içinde de kanatlı eti tespit edilmiş. Şaşırtıcı olan, bu üretici firmanın önceki listelerde de yer almasına rağmen perakendecinin güvenini nasıl kazandığıdır. Tedbirsizliği göstermek açısından altını çiziyorum.
Süt ve süt ürünleri kategorisinin önemli özelliği, mutlaka tahlil sonucunun beklenmesine ihtiyaç duyulmamasıdır. Tecrübeli bir şarkütör veya kategori yöneticisinin; görerek, tadarak, koklayarak ve fiyata bakarak süt ürünü içeriğinde bitkisel yağ, jelatin ve nişasta gibi doğallığı bozan maddeler olduğunu tahmin etmesi hiç zor değildir. Emin olmak için tahlile göndermek yeterlidir.
Ayranda, yoğurtta ve tereyağda tahlil sonucu ortaya çıkan bir başka madde ise; küf ve maya gelişiminin önlenmesinde kullanılan koruyucu bir gıda katkı maddesi olan Natamisin’dir. Raf ömrünün uzatılmasını sağlar. Fazla miktarda kullanıldığında insan sağlığına zarar verir.
Bu kategoride de perakende zincirlerin çoğuna tedarik sağlayan tanınmış bir peynir üreticisi vardır. Lor peynirine nişasta karıştığı görülüyor. Hem de önceki listelerde de yer almasına rağmen…
Sonuçta; hileden vazgeçilmediğine göre cezanın dozu artırılmalıdır. Taklit ve tağşiş yapanlar daha sık açıklanmalıdır. Perakendeci ayıplı ürünleri kalıcı olarak raftan çıkartmalı, buna kayıtsız kalanlar üreten kadar sorumlu tutulmalıdır.
Tüketici de listeleri dikkatlice inceleyerek o firmalarla alışverişe noktayı koymalıdır. Bu mücadelenin başka türlü kazanılmasına imkan yoktur.
2012 yılından bu tarafa yayınlanan listeler karşılaştırılırsa ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
Markaların göreceği zarar sadece sahibini ilgilendirse, “kendi düşen ağlamaz” der geçerdik. Oysa herbiri ülkemizin tarihi ve turistik değere sahip olan illeri, ilçeleri bu taklit ve tağşiş olaylarının adresi olarak olumsuz etkilenmekteler. Dolayısıyla bu şehirlerimizin ticaret ve sanayi odaları da yıpranmayı engellemek üzere mutlaka birşeyler yapmalıdırlar.
Ercüment Tunçalp
Vergi yükü üzerine
Bakan Şimşek 2026 yılı bütçe sunumunda; “Vergi yükümüz uluslararası kıyaslamalara göre yüksek değil. Ülkemizde genel vergi yükü yüzde 23.5’tir” demiş.
İlk bakışta haklılık payı var. Hatta dünya üzerinde bizim vergi yükümüzden fazla orana sahip çok ülke de bulunmaktadır. Örneğin bütün İskandinav ülkeleri ile AB ülkelerinin çoğunda vergi yükü yüzde 40’ın üzerindedir…
OECD ortalaması ise yüzde 34’tür. (Kaynak: OECD, Revenue Statistics)
Ancak bunun bir önemi yok ki, zira taşıma kapasitesi aynı değil!
İşte bu günkü yazının konusu bu kıyaslamanın yetersizliği üzerinedir.
Toplam vergi yükü, bir ülkedeki yıllık dönem içerisinde ödenen toplam vergilerin yine o ülkenin GSYH’ına olan oranı olarak açıklanabilir.
İfade şekli; Toplam vergi yükü= Vergi gelirleri toplamı/GSYH
Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı ve dolaysız vergiler ile sosyal güvenlik prim ödemeleri yer alır. Bahse konu olan budur…
Toplam vergi yükümüzün kağıt üzerinde OECD ve AB ülkelerinden düşük olması yanında. aşağıdaki 10 farklı özelliği nereye koyacağız?
- Dolar ve euro bazında ülkemiz gıda kategorilerinde AB ülkelerine göre bile daha pahalıdır. Bu konuda onlarca araştırma yaptık. O ülkelerden kişi başı gelirimiz de düşük olduğuna göre satın alma gücümüz kıyaslanamaz. Dolayısıyla verginin de eklendiği yük bizim vatandaşımıza ağır gelmektedir.
- Zengin ve fakirin eşit oranda ödediği dolaylı vergilerin payı bizde fazladır.
- Türkiye’de yaklaşık olarak dolaylı vergi payı yüzde 66, dolaysız vergi payı yüzde 34 iken; AB ve OECD ülkelerinde neredeyse bunun tam tersidir.
- Bir de üstüne dolaylı vergi oranlarındaki olası yükselme, mal ve hizmetlerin üretim maliyetini artırmakta ve fiyatları yukarı çekerek dengeyi daha da bozmaktadır.
- Üstelik dolaysız vergilerin aslan payı olan gelir vergisinin de üst gelir grubu tarafından ödendiği zannedilmesin. Gelir vergisinin beyan yerine büyük kısmının emek geliri üzerinden tevkifat yoluyla sağlanması, sabit gelirlilerin yükünü ve gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmaktadır.
- Kayıt altındaki dürüst mükellefin, kayıt dışından gelemeyen vergiyi de sırtlaması dünyada bizim ayarımızda kaç ülkede gerçekleşiyor?
- Türkiye’de kayıtlarda yer almayan ve görünmeyen ‘enflasyon vergisi’ haliyle Sayın Bakan’ın belirttiği yüzde 23.5’in içinde bulunmuyor.
Enflasyonun kendisi vergi olduğuna göre, diğer ülkelerde olmaması veya yok denecek kadar az olması, bizim yükün de düşük olduğunu gösterir mi?
Dolayısıyla dolaylı verginin en haşmetlisi enflasyon vergisi olduğuna göre bunu da eklediğimizde bizim yükün ağırlığına hiçbir ülke yetişemez.
- Objektif vergi yükü yanında, bu yükün psikolojik yönünü gösteren subjektif vergi yükünün ölçülmesi de gereklidir ama bu o kadar kolay değildir.
Subjektif vergi yükü; her bireyin kendi gelirine göre ihtiyaçlarını giderebilme, zevk ve tercihlerini karşılayabilme derecesine göre hissettiği ekonomik ve psikolojik baskıdır. Tedirginlik ve vergiye karşı alerji yaratma özelliği vardır.
İşte bir önemli fark da burada oluşmaktadır. Eminim ki; eğer ölçülmesi kolay olsaydı, kanun yapıcıların birçok kararlarında geri adım atmaları ihtimal dahilinde olabilirdi.
Sonuç olarak; yapısal nedenlerden dolayı bu yükün dağılımı bozuktur. Bu sebeple baskıyı her kesim aynı hissetmez. İşte bunun için bazı ülkelerde yüzde 45 vergi yükü hissedilir olmazken, ülkemizdeki yüzde 23.5 oranı taşınamayacak kadar ağır bir yük haline gelebilir.
Hayat pahalılığı, kişilerin gelirlerinin enflasyondan daha az artması şeklinde ifade edilir. Tersine gelirleri enflasyondan hızlı artanlar için de enflasyon vardır ama onlar için pahalılık söz konusu değildir. Hatta ek kazanç bile mümkündür.
Eğer vergi ödemelerinin ardından, kişinin gelirinin kalan kısmı en temel ihtiyaçlarına bile yetmiyorsa, yüzde oranı kaç olursa olsun, vergi yükü fazlalığı şikayet konusu olur. Üstelik vergiye karşı direnç oluşur.
Örneğin, sık kullanılan bir söz var; “Fatura ve fiş almak vatandaşlık görevidir” diye. Doğrudur ama bu kadar haksızlığa uğrayan bir kesim alışverişini daha ucuza getirmek için fatura veya fişten daha kolay vazgeçmez mi?
Sadece empati yaptım!
Vergi adaletine güvenilmeyen toplumlarda, vergiden kaçınmanın yol ve yöntemleri aranır. Böylece toplumun bir kısmı vergi yükünden kurtulmanın çarelerini arar ve bulurken, çaresiz olan toplumun diğer kısmı fazladan bu yükü sırtlamış olur. Neticede geliriniz yükseldikçe, vergi yükünüz azalır. İşte bu sebeple vergi adaleti için vergi reformuna ihtiyaç vardır. Ve en önemli yapısal sorunlardan biri olduğu çok açıktır. Bu gerçekleşmeden, enflasyonun kalıcı olarak düşmesi de mümkün değildir.
Üstelik enflasyonist dönemde uygulanan maliye politikalarının hedefi; toplam talebin toplam arzdan fazla olması nedeniyle, talebi daraltıcı tedbirler almaktır. En pratik gelen çözüm de harcamalar ve tüketim üzerinden alınan dolaylı vergiler ile enflasyonla mücadelenin tercih edilmesidir. Kaldı ki dolaylı verginin artırılması, fiyatın içine dahil edildiğinden hem tahsilatı kolaylaştırır hem de toplam talepte daralma sağlar. Pratiktir ama adaletsizliği daha da artırır.
Dolayısıyla reel olarak bizimki kadar ağır vergi yükü kolay rastlanacak bir durum olmadığından küresel kıyaslama yapmanın anlamsızlığı ortadadır.
Ercüment Tunçalp
Dezenflasyon var mı, yok mu?
En yetkili ağızlardan “Dezenflasyon süreci devam ediyor” sözlerini duydukça, ben de bir an ‘acaba aynı ülkede mi yaşıyoruz?’ diye şüpheye düşüyorum. Dolayısıyla olmayan bir şeyin devamından bahsedilemeyeceği için konuyu sizlerle paylaşmak istedim.
Şimdi önce dezenflasyon tanımına, sonra da son 4 aylık verilere bakalım…
Dezenflasyon; fiyat artış hızının, yani enflasyon oranının zaman içinde azalması anlamına gelir. Kısaca yüksek enflasyondan düşen enflasyona geçişi ifade eder. Tekrar edelim; dezenflasyon sürecinde enflasyon oranı düşer.
Bakalım böyle bir durum var mı?
Evet Ekim ayı verileri de geldi ve tablo yine değişmedi. Yani düşüş söz konusu değil. Üstelik Mahfi Eğilmez TÜİK’in Ekim ayı enflasyon verisini açıklamasından hemen sonra Sherlock Holmes göndermesi yaptı.
Hocanın X hesabından yaptığı paylaşım şöyle:
“Sherlock Holmes: Kişinin verileri dikkate almadan teori oluşturması ciddi bir hatadır. Bunu yapan kişi, teorisini gerçeklere uydurmak yerine, gerçekleri eğip bükerek teorisine uydurmaya çalışır. ‘Enflasyon ve Türkiye konulu çalışmaya giriş’” şeklinde bir değerlendirme yaptı. Aynen katılmakla birlikte ben değerlendirmemi yine de resmi enflasyona göre yapacağım.
İşte son 4 ayın verileri:
| Temmuz | Ağustos | Eylül | Ekim | |
| TÜFE (yıllık % değişim) | %33,52 | %32,95 | %33,29 | %32,87 |
| TÜFE (aylık % değişim) | %2,06 | %2,04 | %3,23 | %2,55 |
Burada dezenflasyon nerede?
Yıllık enflasyonda 0,42 puanlık düşüşü ‘gerileme’ sayacağız ama aylık enflasyonda temmuz ve ağustos’a göre yarım puanlık artışı görmezden geleceğiz, öyle mi?
Hem de İTO’nun aylık yüzde 3,3’lük enflasyonunu hiç dikkate almadan; TÜİK’in yüzde 2,55’lik aylık oranının ise, birçok ülkede yıllık olarak yaşandığını da pas geçerek…
Şimdi de dezenflasyon için en fazla ihtiyaç duyulan tedbirlere bakalım…
- Enflasyonu düşürmek üzere öncelikle belirsizlikleri azaltarak güveni artırmak ve vatandaşın enflasyon beklentisini düşürmek gerekiyor. Vatandaş kendi yaşadığına bakarak resmi enflasyon oranlarına inanmadığı için bu mümkün olamıyor. Nitekim ekim ayı MB açıklamasına göre, 12 ay sonrası için hane halkı enflasyon beklentisinin yüzde 54,39’a yükselmesi bundandır. Bu durum negatif faizle de birleşince hane halkını tüketime yöneltiyor ve talebin canlı kalmasını sağlayarak fiyat artış hızının düşüşünü sınırlıyor.
- Merkez Bankası ekonomideki aşırı ısınmayı önlemek için faizleri artırabilir, para arzını sınırlayabilir. Bu sıkılaştırıcı önlemler talebi azaltarak enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki enflasyon düşüşü 4 aydır kesintiye uğramasına rağmen yukardaki önlem alınmış mı? Hayır tam tersi yapılarak faiz indirilmiş…
- Kamu harcamalarının azaltılması, bütçe disiplininin sağlanması da enflasyonun düşmesine yardımcı olur. Peki böyle bir önlem de var mı? Gerçekleşmediği ortada…
- Verimlilik artışı için teknolojik yenilikler maliyetleri düşürür. Dolayısıyla düşük üretim giderleri fiyatların daha yavaş artmasını ve bu da enflasyonla mücadeleye katkı sağlar. Peki böyle bir iyileşme görüyor muyuz?
Tam tersine maliyetlerin yüksekliği için en çok verimsizlik şikayet konusu oluyor.
- Yolunda giden tek husus döviz kurundaki yatay seyirdir. İthalat maliyetini azaltır, fiyatların yukarı yönlü baskısını düşürür. Ancak bu başarı rezerv yakma pahasına gerçekleştiği için sürdürülebilir değildir.
Sonuç olarak; ekim ayında politika faizini en azından sabit tutmak gerektiğini boşuna söylemiyorduk. İndirim 100 baz puan olsa bile süreci zora sokacağını, bizim gibi düşünenlerle birlikte ifade ediyorduk. Zira yüzde 44’lerden yüzde 33’lere inen ama 4 aydır kıpırdamayarak orada sabitlenen bir enflasyon, dezenflasyonun kesintiye uğradığını ve yapışkan hale geldiğini anlatıyor. Üstelik Sayın Şimşek’in 2.5 yıl önce devraldığı enflasyonla (%39) bugünkü enflasyon (%33) arasında sadece 6 puan fark varken, ne kadar zorlansa da buradan başarı hikayesi çıkmaz.
Kaldı ki Eylül 2025’te Türkiye’nin aylık tüketici enflasyonu yüzde 3,23 ile G20 ülkeleri arasında en yüksek oran olmuştur. Yıllık bazda da Türkiye, Arjantin’i geride bırakarak OECD ülkeleri içinde en yüksek enflasyona sahip ülke konumuna yükselmiştir. (TEPAV)
Kaldı ki TCMB’nın son faiz indirimi ile karar metni de uyumlu değildir. Zira “Başta gıda olmak üzere son dönem fiyat gelişmelerinin enflasyon beklentileri ve fiyatlama davranışları kanalıyla dezenflasyon süreci üzerinde oluşturduğu riskler belirginleşmiştir” dedikten sonra yapılan faiz indirimi çelişki oluşturmuştur. Biz farklı bir şey söylemiyoruz. ‘Bu yapışkan enflasyon idari hatalar dışında açgözlü fiyatlama davranışlarının da sonucudur’ diyoruz.
Eylem ve söylem birliği güven artırıcı asli unsurdur. Enflasyonla mücadelede ilk sıraya alınacak kadar da büyük bir ihtiyaçtır.
Ercüment Tunçalp
Fiyatlandırmada kaos var!
Kaos; bir kargaşa ortamının, daha doğrusu kontrol edilemeyen istikrarsız bir durumun ifadesidir. Konu fiyatlandırma olunca da bir ürünün belli bir perakende fiyat seviyesi yerine “tutturabildiğine” usulünün piyasaya hakim olduğuna işaret eder.
Yüksek enflasyonun fırsatçılara sunduğu bu ortam kendi açılarından çok iyi değerlendirilmektedir. “Nasıl olsa her hafta fiyat değişikliği var, benim payım da araya kaynasın” anlayışını şimdiye kadar sayısız örnekle göstermeye çalıştım.
Bunlara tekrar göz atalım…
- Yer yüzünün en pahalı yeme içme yerlerinin bizim havaalanlarımızda bulunduğunu artık herkes biliyor.
- Market fiyatlarımızın da dolar ve euro bazında en yüksek fiyat seviyesine ulaştığını 30’a yakın ülkeyle yaptığımız kıyaslamalar gösteriyor.
- Elbette bu kadar da değil. Ülke içinde raf fiyatları arasındaki kaos daha büyüktür. Sakın yanlış anlaşılmasın aylık alışverişin fiş tutarından bahsetmiyorum. Onlar birbirine yakın çıkabilir. Bahse konu olan birebir aynı markaların bir markette 100 TL, diğer markette 200 TL olan fiyatlarıdır. Bunlara dair de bolca örnek gösterdim.
- Meyve sebzede kalite farkı da işin içine girdiğinden daha da şaşırtan fiyatlara rastlamak sıradanlaştı. Ekim ayının ortalarında bir market kaliteli mandalinayı 36 liraya satarken diğer market çıkmasını iki katı fiyata satabiliyor. Büyük perakendeci ölçek avantajı sebebiyle daha ucuz satması gereken karnıbaharı 140 liraya satmaya uğraşırken (satamadığı için kalite kaybı vardı), rakip yerel market 80 liraya satıyordu. Kalite farkını da dikkate alırsak fark yüzde yüzden fazladır.
- Dünyanın hiçbir yerinde, arada bu kadar büyük makas ve haksız kazanç tespit edilebilmiş değildir. Esas şaşırtıcı olan; zaten küresel ölçekte en pahalı olan şehir merkezindeki fiyatlarımızla havaalanı fiyatlarımız arasındaki anormal durum da küçük bir azınlık dışında kimsenin fazla ilgisini çekmiyor.
- İşte aşağıda bulunan listede, Budapeşte şehir merkezi ile havaalanı fiyatları arasındaki makul farkları ve ikinci bölümünde de Budapeşte ile İstanbul havaalanları arasındaki yüzde 100’ü aşan fiyat farkları oldukça ilgi çekicidir.
- Budapeşte – İstanbul şehir merkezleri arasındaki fiyat farkı da daha önce yaptığımız iki ayrı kıyaslamadan görülebilir. Kıyaslamaların ilkinde %28 pahalı iken ikincisinde %33 pahalı çıkmıştık. Yani aradaki fark daha da açılmaktadır.
- Dengesizlik bununla da sınırlı değildir. Avrupa’da ve Amerika’da discount market zincirleri ile süpermarket zincirleri arasında ezelden beri yüzde 10-15’lik bir fiyat makası vardır. Bizde bu formatların ilk yıllarında da böyleydi. Ne zamanki yüksek enflasyon hayatımıza girdi, bu denge bozuldu. Elbette bunu kabul etmeyenler çıkacaktır. Bunun en kolay tarafı 2 ayrı kıyaslama yapılmasıdır. Yani birincisi piyasanın tanınmış markalarının yer aldığı fiyatların karşılaştırılması, ikincisi de sadece market markalı ürünlerin kıyaslanması olmalıdır. Biz ikisini de yaptık ve sonuçlarını yayımladık.
- Tedarikçilerin veya meslek temsilcilerinin matematiğe ve istatistiğe uymayan fiyat artış talepleri de güncel konularımızdandır. Et ve süt ürünlerinde dolar ve euro bazında en yüksek fiyatlara sahip ülke durumunda bulunmamıza rağmen buna verilen cevap, “maliyetlerimiz yetmiyor, girdilerimizin çoğu ithal” oluyor. Girdilerin tamamı ithal olsa bile, hiç olmazsa raf fiyatlarının küresel seviyeye yaklaşması gerekmez mi?
- Son yılların en büyük alışkanlığı sadece yukarı yönlü fiyatlama (tek yönlü) davranışlarıdır. Örneğin 2023 yılında iklim değişikliği sebebiyle kakao arzında bir düşüş varsa çikolata fiyatlarının artması doğal sayılabilir değil mi?
Peki rekolte artar ve kakao fiyatları düşerse çikolata fiyatları neden düşmez?
Dedim ya fiyatta belli bir seviye yakalandığında, o nokta kazanılmış hak oluyor. Oradan geriye dönüş mümkün olmuyor (indirim dönemlerindeki geçici düşüşler hariç). Aynı olay ayçiçek yağında ve çam balında da geçerlidir. Hele ayçiçek yağı daha özel ilgiyi hak ediyor. 2022 yılındaki Ukrayna- Rusya savaşı ile oluşan kriz giderilmesine, küresel rekoltede artış olmasına rağmen bizde nedense durum değişmiyor. “Ama biz yarısını üretiyoruz, diğer yarısını ithal ediyoruz” diyenler var. Ben tamamını ithal ettiğimizi varsayıyorum. Ülkesinde hiç yağlık ayçiçeği üretimi olmayan, tamamen ithalatçı olan diğer ülkelerden dolar veya euro bazında yüksek seviyeyi nasıl hak edebiliyoruz?
Hem de fiyat farkı az buz değil. Son bir yıl içinde yaptığımız kıyaslamalarda, ayçiçek yağında dolar ve euro bazında raf fiyatlarımızın değişik ülkelerden aşağıdaki oranlarda pahalı olduğunu tespit ettik. İtalya’dan %105, Macaristan’dan %84, Hollanda’dan %103, Kazakistan’dan %95, Yunanistan’dan %74 ve Bulgaristan’dan %49 daha pahalıyız.
Çam balına gelince; sakın kimse bana ‘orman yangınları’nı neden olarak göstermesin. Zira ben bu seneki rekoltenin geçen yılın çok üstünde olduğundan bahsediyorum…
Sonuç olarak; tarımsal ürünlerde ‘var yılı’, ‘yok yılı’ arasında fark kalmamıştır. Oysa yok yılında bir ürünün rekoltesi düştüğü için fiyatı artarsa, var yılında tersi olmak zorundadır.
Hayır, öyle olmuyor. Her iki durumda da fiyat artışları sürüyor.
Kaldı ki yapılan büyük indirimler bile brüt kâr marjlarının nasıl oluştuğunu açığa çıkarıyor. Örneğin insert içinde 100 liralık bir ürünün %40 indirimle 60 liraya satıldığını görüyoruz. Bir gıda ürününde bu kadar büyük indirime rağmen hâlâ para kazanıldığına göre (aksi iddia edilemez), fiyatı yapanın hiç yorulmadan aldığı fiyatı 2 ile çarparak normal raf fiyatına ulaştığı anlaşılır.
Dolayısıyla indirim zamanında çok küçük kârla yapılan satış (stoklarla sınırlıdır) normal fiyata döndüğünde gerçek kazanç ortaya çıkar. Bu arada eş zamanlı olarak tüketicinin de gönlü alınmış olur.
İşte yüksek enflasyonun esas yıpratıcı etkisi budur. Bunun arkasına saklananların da olduğu iyi bilinmelidir.

