Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Market markalarının düzenleyici rolü

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Perakende Yasası’nda market markalı ürünlere kısıtlama getirileceğini duyuyoruz. Bunun tüketici için de, perakendeci için de, birçok fason üretim yapan işletme için de, ekonomi için de herhangi bir fayda üretmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum.

Geriye ne kaldı?

Güçlü markalar. Evet kısıtlamanın sadece onlara yarar sağlaması mümkündür.

Bu konuyu çeşitli senaryolar üzerinden değerlendirelim.

Önce bir girişimci ile empati yaparak sanal bir dükkan hayal edelim. Bütün risk girişimcide değil mi?

Evet. Örneğin o girişimci boş dükkanını, ambalajında kendi ismini taşıyan ürünlerle doldursun ve müşteri beklesin. Tüketici bu ürünleri beğenmezse, ‘güçlü markaları bulamamanın cezasını kime keser?

Girişimciye…

İşte serbest piyasa ekonomisi budur. Yani ben kendi sermayem ile bir dükkan açıyorsam ne satacağıma kendim karar vermeliyim. Elbette sonucuna da katlanmalıyım.

Daha fazlası da var. Bu çalışmaları yıllarca patronun parasıyla ve her sene de hesabını vererek yapmış eski bir profesyonel olarak soruyorum. Eğer başarılı olamasaydık private label uygulamalarının devamına izin çıkar mıydı?

Hatta görev alan profesyoneller işlerini muhafaza edebilirler miydi?

Bu gün hâlâ mevcut kadrolar private label gelişimini başarıyla sürdürüyorlar.

Market markalarının en önemli özelliğinden başlayalım. Enflasyonla mücadelenin en tesirli ilacıdır. Tanınmış markaların fiyat artışları için fren görevi yapar.

Hatırlayalım; henüz bu uygulamanın yaygınlaşmadığı 70’li yıllarda üretici aylık fiyat listelerini perakendeciye gönderir ve itirazları dinlemezdi. Ne zaman ki kendi markalarımızı çıkartmaya ve kategorilerin sayısını artırmaya başladık, o zaman tedarikçi tarafından özel şartlarda iyileşme sağlandı.

Artık raflarda perakendecinin kendi markası da vardı. Üstelik teşhirlerde kollanıyor, farklı muamele görüyordu. Ucuz olduğu halde brüt kâr marjı da güçlü markalardan fazlaydı.

Uygulamanın ilk yıllarında kalite farkı vurgusu ile markalı malların satış payları korunmaya çalışıldı. Sonra arada kalite farkı olmadığı (hepsinde değil) anlaşılınca da tüketici tercihi yön değiştirmeye başladı.

Market markalı ürünlerin rekabeti bozduğu tezi doğru değildir. Tam tersine ‘aşırı kâr’ hırsını törpüleyen bir rekabet aracıdır.

Ağustos ve Eylül 2018 aylarını hatırlayalım; birçok üretici dolar kurunun 7 lirayı geçmesiyle anında fiyatlarını buna göre ayarlamadılar mı?

Fiyat artış talepleri kabul görmeyenler siparişleri kısmadılar mı?

Kur düşünce fiyatlarını düşürdüler mi?

Hayır. Eğer bu gün piyasa nispeten yatıştıysa bu market markalı ürünler sayesinde oldu.

Kararı tüketici vermelidir. Aynen küresel piyasalarda olduğu gibi…

Avrupa ve ABD’de yüzde 45’i geçmiş olan market markalı ürün payları ülkemizde halen yüzde 20’ler civarındadır. Avrupa’nın en pahalı ülkelerinden sayılan İsviçre’de Migros’un private label payı yüzde 70’in üzerindedir.

Onlarca ülkeye yayılmış olan dünyanın en başarılı indirim market zinciri Aldi’nin, raflarındaki ürünlerin yaklaşık olarak yüzde 95’i kendi markasıdır.

Bu ürünlerin çoğu, bazıları ülkemizde de faaliyet gösteren tanınmış marka yaratıcıları tarafından üretilmektedir. (Kaynak: Aldi’nin başarı öyküsü, sayfa 208)

Eğer yüksek pazar payı sakıncalı ise ülkemizde yüzde 30 ve üzerinde paya sahip güçlü markalar için de önlem almak gerekmez mi?

Elbette bunu savunmuyorum. Ancak private label için sınırlama getirmenin, Marka-PL kıyaslamasında haksız rekabet oluşturacağını göstermek istiyorum.

Ayrıca ülkemizde üretim tesisi olup markası olmayan işletmeler var. Veya markası yanında atıl kapasitesini private label için kullananlar bulunmaktadır.

Bu yerli sermaye grupları da korunmayı haketmiyorlar mı?

Şimdi bir başka senaryo üzerinde duralım. Perakendeci yatırım yapıp şube açacak. Birileri de gelip raflara istediği gibi yerleşecek. Sonra da ayrılan yeri az bulacak ve “yerim dar” diye şikayet edecek. Raf bedeli istenince ise şaşıracak!

Böyle bir dünya var mı?

Olmadığını yukarda açıkladım. Ancak iyi anlaşılması için daha da gerilere gitmekte fayda var. Avrupa’da private label uygulamasını 1929 yılında ilk başlatan İsviçre Migros’u bu kararı almaya iten de küresel markalardı…

O tarihlerde bu perakendeciye raf fiyatlarını serbestçe oluşturma izni vermediler. Migros’un kendi kârından fedakarlık etmesi bile yeterli olamadı.

Şirkette, kuruluş felsefesine aykırı olan bu engeli private label ile aşma kararı aldı. Kendi fabrikalarında üretime başladı ve özgürce fiyatlandırma yaptı.

Bunu neden anlattım?

Bizde market markalarına gelecek sınırlamanın sonucu gözde iyi canlandırılsın istedim. Ürünler tekel maddesi gibi her yerde aynı fiyata satılmaya başlar.

Bu gün tedarikçilerin insert uygulamalarına ve mağaza içi aktivitelere bu kadar gönüllü katılmalarının elbette sebebi var. Bütün araştırmalar gösteriyor ki; çoğunluk satınalma kararını mağazada veriyor. Bunda da fiyat etkili oluyor.

Fiyat rekabeti sonucunda da promosyonlar devreye giriyor.

Yazımıza iki soru ile noktayı koyalım.

Ülkemizde ve dünyada birçok ülkede kategorilerinde lider olan pazar payı yüksek market markaları var. Bunlara getirilecek sınırlamada, sadık tüketicilerine verilecek bir cevap var mı?

Ya da Dost yoğurda gelebilecek bir sınırlamanın, Coca Cola’ya gelebilecek bir sınırlamadan farkı var mı?

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Döviz kredisi kullanma zamanı mı?

Ercüment Tunçalp

Ekonomim’den Şebnem Turhan’ın haberine göre; ticari kredilere getirilen sınırlama ve TL’nin reel olarak değer kazanacağına yönelik beklentiler, daha düşük maliyetli yabancı para kredi hacminde hızlı artışa yol açmış…

Haberde çok fazla doyurucu bilgi var ama bizim ilgi alanımız geçmişteki kötü tecrübelerden yeteri kadar ders alınmadığını gösteren bu giriş kısmıdır.

  • Son 15 sene içinde AVM yatırımcıları başta olmak üzere şirketleri sıkıntıya sokan en önemli nedenin döviz kredileri olduğu unutulmuş gibi gözüküyor.
  • Ülkemizde 2006-2009 yılları arasında Japon Yeni ve İsviçre Frangı’na endeksli konut kredisi kullanıp, anormal kur değişimi ile borçları katlanan 30 bin dövizzedeye de tanık olmuştuk. Mağduriyetlerini önlemek üzere, ‘döviz kredisi borçlarının yeniden yapılandırılması’ düzenlemesi bile ilaç olamayınca, bankalar ile mahkemelik olma aşamasına bile gelinmişti.

Çabuk unuttuğumuz için hatırlatmak istedim…

  • “Geliriniz hangi para cinsinden ise borcunuz o para cinsinden olmalı” kuralını artık geçtik; yine de böyle bir girişimde bulunan işletmenin “kur riskinden endişe duymaması” normal sayılabilir mi?
  • TL ticari kredi faizleri yüzde 60 civarında seyretse bile yine de enflasyon oranının altındadır. Yani gelir ve kâr enflasyon kadar arttıkça, borcun ödenmesinde risk yoktur. Yeter ki bu kredi çeşidine rahat ulaşılabilsin.

Yeni gelişme; TCMB’nın politika faizini gecikerek de olsa çok doğru bir kararla yüzde 50’ye çıkartmış olmasıdır. Ancak yine de eksi reel faiz devam ettiği için gidişatı değiştirecek seviyede değildir.

  • Döviz kredi faizlerinin yüzde 8-9 civarında seyretmesi çok mu caziptir?

Bu faiz ile birleşecek olan kur farkının, TL ticari kredi faizi kadar artmayacağının garantisi var mıdır?

Sadece bugüne kadar yaşadıklarımız bile bu sorunun cevabı sayılabilir. Yukardaki örneklere ilave olarak; TL geliri olan birçok şirketin karşılanamayan kur farkları için taşınmazlarını elden çıkartmak zorunda kaldıklarını da hatırlatmış olayım…

  • Piyasa içinden gelen bir ses; “Son 4-5 haftada ne oldu da bireyler karamsarlığa kapılıp döviz talep etmeye başladı?” diye soruyor.

Hayli şaşırtıcı olan bu soruya cevap teşkil edecek ayrıntılı açıklamayı geçen hafta yapmıştım ama yine de özetini takdim edeyim.

Artık KKM hesabı açılamazken ve TL mevduata da enflasyonun altında faiz verilirken, küçük yatırımcının dövize veya altına yönelmesi kadar doğal bir tercih olabilir mi?

İhracatçının bugünkü kur seviyesini yetersiz bulması, devalüasyon ihtimalinden söz edilmesi bile bu girişimlere daha da haklılık kazandırmaz mı?

  • Merkez Bankası, Ocak ayı itibariyle bir yıl içinde Türkiye’nin kamu ve özel sektörüyle yapması gereken dış borç geri ödeme miktarını 225,4 milyar dolar olarak açıkladı. Bu borcun 131,9 milyar dolarının özel sektöre ait olduğu görülüyor. Bu yüklü dış borç geri ödemeleri dövize olan talebi artırmaz mı? Bu tabloya bakan reel sektörün kur endişesi nasıl olmaz?
  • Çift paralı bir ekonomiye sahibiz. Merkez Bankası’nın döviz satarak kurları kontrol altında tutma çabası sınırlıdır ve sürdürülebilir değildir (rezervler sınırlı olduğu için). Diğer alternatif de faizi artırarak döviz kurunu frenlemekten geçer. Bu da seçimden sonra siyasetin konuya nasıl bakacağına bağlıdır.

Sonuç olarak; bu tahlilleri yapmadan döviz kredisine sarılmak, panik durumunda can yeleğini sağlamlık testinden geçirmeden kuşanmaya benzer.

Bir konuya daha açıklık getireyim; döviz kredisi ile dövize endeksli kredi ayrı ürünler olması yanında, neticeleri bakımından da ikincisi daha maliyetlidir.

Döviz kredisi kullanmak isteyen firmalar ihracat yapmak zorundalar ve döviz cinsinden gelir elde ettikleri için kur riskleri yoktur.

Dövize endeksli kredide ise ihracat taahhüdü yoktur ama ödenmesi gereken KKDF ve BSMV adında iki farklı vergi vardır. Üstelik kredi taksitinin ödeneceği ana kadar ne tutarda ödeme yapılacağı da belli değildir. Yani TL geliri olan ve her türlü ticari faaliyet için kullanılan dövize endeksli kredide maliyet daha yüksektir. Oysa TL kredide borç miktarı önceden bellidir ve sürpriz yoktur.

Döviz kuru, özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından daha fazla araştırma gerektiren iktisadi bir değişkendir. Maalesef burada da tavuk-yumurta ilişkisi devrededir. Döviz artışına karşı kendini güvende hissetmek için elinde döviz bulundurmak isteyen yatırımcılar döviz kredisi çekebiliyorlar. Bu durumda da döviz talebi oluşuyor ve kurdaki artış tetikleniyor. Neticede krediyi alanlar için de finansman maliyeti yükseliyor.

Konuya bankalar açısından bakarsak; BDDK çok doğru şekilde zaman zaman ilgili düzenlemeleriyle olası kur şoklarına karşı banka bilançolarının kırılganlığını azaltmak için döviz kredilerine de sınırlama getirebiliyor.

Peki bu neyi gösteriyor?

Bütün tarafların olası kur şokuna karşı kendi tedbirlerini alma ihtiyacını…

Yoksa aksi durumda olumsuz zincirleme etkinin bütün ekonominin ahengini bozabilme riski doğuyor…

Enflasyon tahmini konusunda; geçmiş aylık enflasyonlara bakarak gelecek ayları küçük yanılma payları ile öngörebilmek mümkündür. Bir sene önceki ayların enflasyon oranları da bilindiğine göre hangi ayların baz etkisinden nasıl etkileneceği de kolayca tahmin edilebilir.

Kur için ise geleceğe dönük fazla bilinmez husus olduğundan, aynı şekilde tarih vererek tahmin yapmak çok zordur.

Peki o zaman dövize endeksli kredinin riskli olduğunu nereden biliyoruz?

İşte tam da bu sebepten…

Yani kurların oynak olduğu piyasalarda döviz kredisi alarak kazançlı çıkmak da büyük sıkıntı yaşamak da ihtimal dahilindedir. TL ile gelir elde eden için tek avantajlı durum kurun düşüşte olduğu dönemlerdir ve bu çok düşük ihtimaldir.

Şans oyununa benzetmem de bundandır. Yoksa sadece riskli tarafından bahsediyorum; “alan hiç kazançlı çıkamaz” diye iddiada bulunmuyorum…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Eksi reel faizin enflasyona etkisi

Ercüment Tunçalp

TCMB politika faizini yüzde 45’e kadar çıkartınca piyasada son durağa gelindiğine dair inanç hakim olmuştu. Ancak bir taraftan da enflasyonla mücadele amaçlandığı için bu faiz kararındaki politika değişikliği hayli dikkat çekiciydi. 1 Ocak 2024’ten itibaren Kur Korumalı Mevduat Hesabının açılamıyor olması ile son günlerdeki küçük artışlara rağmen mevduat faizlerindeki yatay seyrin de enflasyona yansımaları bu yazının konusu oldu.

2024 yılının ilk 2 ayında yıllık TÜFE oranları Ocak ayında yüzde 64,86, Şubat ayında yüzde 67,07 olarak gerçekleşmesine rağmen yeni TCMB yönetimi de politika faizini değiştirmedi.

Bu mevcut duruma göre tahminlerimize geçelim…

Ülkemizde siyasi tercihlerin ne zaman, hangi şekilde değişeceğini bilmeden ileriye dönük döviz tahmini yapmak kolay değildir ve yanılma ihtimali de hayli yüksektir. Ancak baskılandığı durumda bile nasıl seyir izlediğine bakarak gideceği yön hakkında fikir edinilebilir.

Dolayısıyla yukardaki kararlarla dolarizasyon devam eder, aşırı döviz talebi ile kur tırmanışını sürdürür. Zira eksi reel faize rağmen mevduat sahibi parasını enflasyona ezdirmez. Dövize, altına, borsaya yönelir ki, buradan da enflasyonu frenleyen bir sonuç çıkmaz. Seçim nedeniyle sıkılaştırmaya ara verildiğine, banknot matbaası da tatil yapmadığına göre yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 36 olarak kalamaz. Evet reel faiz hesabı beklenen enflasyona göre yapılır ama şimdiye kadar hiç tutmamış yıl sonu enflasyon tahmini de bu önemli hesabın nirengi noktası yapılamaz.

Eksi reel faiz tüketimi artırır. Kimse parayı cebinde tutmak istemez. Dolayısıyla küçük birikimleri olan tüketicilerin temel tüketim mallarında talebi azaltması için neden yoktur, aksine şartlar TL’den kaçışı ve stoklu yaşamayı zorunlu kılar.

Peki bizim bildiğimizi MB bilmiyor mu?

Elbette talebi düşürmek için faizleri artırmak gerektiğini çok iyi biliyorlar ama seçim öncesinde bunun yapılamayacağını da görüyorlar. Bunun için de ileriye dönük mesaj veriyorlar. “Enflasyon görünümünde belirgin ve kalıcı bir bozulma öngörülmesi durumunda para politikası duruşu sıkılaştırılacaktır” diyerek…

Yıl başından itibaren etiketler daha sık değiştiği için Ocak ve Şubat aylık resmi enflasyon oranlarımız batı ülkelerindeki yıllık enflasyonu geçmiştir. Mart ayında da Ramazan öncesi fiyat artışları devreye girmiştir ki, bu şekilde de yılın ilk yarısı için enflasyonun tırmanışını sürdüreceği neredeyse kesinleşmiştir. Yılın ikinci yarısı için ise baz etkisi dışında olumlu bir etki beklendiğine dair bilgiye sahip olmadığımız halde yıl sonu enflasyon tahmininin yüzde 36 olarak teyit edildiğini görmekteyiz. Bu tahmin matematiğe uymaz. Zira ilk ayın enflasyonu yüzde 6,70, ikinci ayın enflasyonu yüzde 4,53 çıktıysa, sonraki aylarda ortalamanın yüzde 2,4’ün altında kalması gerekir ki böyle bir şey mümkün değildir.

Dolayısıyla yüzde 45 olan politika faizinin yarattığı eksi reel faiz sürdükçe enflasyon tahmininin tutmayacağı gayet açıktır. Yıl sonu gerçekleşecek resmi enflasyon oranının yüzde 55’den aşağı çıkmayacağı da benim tahminimdir. Yazalım da burada dursun…

Peki buna rağmen beklenti neden 20 puan düşük seviyede kalıyor?

Hedefte hep faizi düşürmek olduğundan; kuralın emrettiği şekilde yüzde 36’lık beklenen enflasyona göre yüzde 45 olan faizden geriye saymak ve 5 puan indirmek bile reel faizi pozitif yapıyor da onun için. Ancak bu evdeki hesaptır. Çarşıdaki hesabın ne kadar uyacağını ise bekleyerek göreceğiz.

Sonuç olarak; sıkı para politikası mesaj olarak verilse de maliye politikaları tarafından desteklenmiyor. Örneğin Hazine ve Maliye Bakanlığı tasarruf genelgesi yayınlasa da kamuda tasarruf sağlanamıyor.

Dövize ihtiyacımız var ve bunun en sağlam yolu olan doğrudan yabancı yatırım sermayesini getiremiyoruz. Hatta yerli sermaye bile dışarı çıkıyor. Bunun nedeni olan yapısal sorunlar o kadar çok yazıldı ki herkes tarafından ezberlendiği için üzerinde durmaya gerek duymuyorum. Ancak sıcak para da (dolaylı yabancı yatırım sermayesi) reel getiri görmediği için gelmiyor. Empati yapalım; yabancının amacı ulusal parasına yüksek oranda faiz veren bir ülkede tasarruflarını değerlendirmektir. Ortam istedikleri gibiyse ellerindeki dövizi gittikleri ülkenin parasına çevirerek hazine bonosuna, Borsa’daki bir hisse senedine veya bir banka hesabına yatırabilirler. Gelişlerinde TL’ye çevirdikleri paranın, geri dönüşte alınan faize veya getiriye rağmen kur farkından kaynaklı kayba uğrayıp uğramayacağını da basit bir simülasyon üzerinden rahatça görebiliyorlar.

ABD’de yıllık enflasyon yüzde 3,4 seviyesinde iken Fed faizi oranı yüzde 5,5, Euro Bölgesi’nde yıllık enflasyon yüzde 2,9 iken ECB faiz oranı yüzde 4,5 olduğuna göre eksi reel faize yatırımcı beklememiz gerçekçi olabilir mi?

Bu durumda; yerli tasarruf sahibini bile kur farkından korumak üzere icat edilen bir KKM hesabı varken, paradan para kazanmak üzere bize gelecek olan yabancının önüne daha cazip bir tablo koymak gerekmez mi?

Kısaca TL değer kaybedip döviz kuru arttıkça; sadece buna bakarak bile sonucu öngörmek yeterlidir ama yanında daha onlarca olumsuz tetikleyici neden bulunduğunu da kenarda tutmak şartıyla…

Örneğin; İthalatta, 2023 Ocak-Aralık döneminde ara mallarının payı yüzde 72,2 oldu (TÜİK).

Peki bu ne demek?

Kur yükseliyor ve TL değer kaybediyorsa pahalı ithal girdi ile üretim maliyetlerimiz artacak demektir. Ve bunun için de mevcut şartlar değişmeden enflasyonda kalıcı gerileme olamayacağını görmek ve de faiz artışının kaçınılmaz olduğunu kabul ederek buna uygun sürecin gecikmeden işletilmesi gerek…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ramazan ve iyice farklılaşan fiyatlar…

Ercüment Tunçalp

Son iki yıldır birebir aynı marka ve ambalajdaki ürünlerin satış noktaları arasında büyük fiyat farkları ile satışa sunulduğunu örneklerle anlatıyorum. Bu fiyatların çoğunun dövize çevrildiğinde bile Almanya ve ABD fiyatlarını geride bıraktığını yine örneklerle belirtiyorum. Ve artık tekrara düşmemek adına da bir hakeme başvurarak; Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) tarafından yapılan tespitleri de gündeme getirmenin isabetli olacağına inanıyorum.

8 Mart 2024 tarihli açıklamanın bir bölümünü aktarıyorum…

“Bazı gıda ürünlerinin marketlerdeki fiyat değişimi:

Yüksek maliyetle yetiştirilen ürünlerin marketlerde çok farklı fiyatlara satılması, artan enflasyonla birlikte tüketicinin alım gücünü iyice azaltıyor. Tüketicilerimiz, özellikle de emekliler hangi ürün hangi markette daha düşük fiyata satılıyor arayışına girdiler. Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik şartlar nedeniyle ürün fiyatları marketlerde çok sık değişiyor. Maliyetler sebep gösterilerek marketler arası aynı marka ürünler ve et ürünleri farklı fiyatlara satılıyor.

Türkiye Ziraat Odaları Birliği olarak 4 farklı marketten ve bir marketin online sitesinden, temel tüketim malzemeleri içinden seçilen 8 gıda ürününün aynı marka ve miktardaki fiyat değişimlerine yönelik çalışma yaptık. Yaptığımız çalışma sonucunda ürünlerin belirli markalar tarafından paketlenmiş fiyatı marketten markete oldukça değişkenlik gösterdiği görüldü.

Et ve süt ürünlerinde; dana kuşbaşında yüzde 69,5, tereyağında yüzde 40,2, kuzu kuşbaşında yüzde 38,4, bütün tavukta yüzde 23,3, yoğurtta yüzde 8,4, bitkisel ürünlerde ise; yeşil mercimekte yüzde 25,2, pirinçte yüzde 13,7, nohutta yüzde 5,6’ya varan oranlarda değişimler olduğu tespit edildi.

1 kilogram dana kuşbaşının fiyatı, A markette 354 lira, B markette 490 lira, C markette 465 lira, D markette 530 lira ve D marketin online satışında 600 liradır. Dana kuşbaşının farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 69,5 oranına kadar değişiyor.

1 kilogram tereyağının paketlenmiş Y markasının fiyatı, A ve C markette 299 lira, D markette ve D marketin online satışında 420 liradır. Tereyağında aynı markanın farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 40,2 oranına kadar değişiyor.

1 kilogram kuzu kuşbaşının fiyatı, A markette 575 lira, B markette 599 lira, C markette 610 lira, D markette 796 lira, D marketin online satışında 716 liradır. Kuzu kuşbaşının farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 38,4 oranına kadar değişiyor.

1 kilogram bütün tavuğun paketlenmiş Y markasının fiyatı, A markette 73 lira, C markette 76 lira, D markette ise 90 liradır. Paketlenmiş bütün tavuğun aynı markanın farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 23,3 oranına kadar değişiyor.

1 kilogram yeşil mercimeğin paketlenmiş Z markasının fiyatı, C ve D markette

100 lira, D marketin online satışında 80 liradır. Yeşil mercimeğin aynı markanın farklı marketlerdeki fiyatı yüzde 25,2 oranına kadar değişiyor.

1 kilogram pirincin paketlenmiş Z markasının fiyatı, C markette 66 lira, D markette ve D marketin online satışında 75 liradır. Pirinçte aynı markanın farklı marketlerdeki fiyatı, yüzde 13,7 oranına kadar değişiyor.

Geçtiğimiz ay farklı bitkisel ürünlerdeki market fiyatlarının değişimi yüzde 18 iken, Ramazan ayı öncesi yaptığımız çalışmada bu oranın yüzde 25’e kadar yükseldiğini görüyoruz.

Öte yandan Ramazan ayı gibi yoğun alışverişin yapıldığı dönemlerde marketler çeşitli kampanyalar yapıyor. Kampanyalı birkaç üründeki fiyat düşüşleri nedeniyle tüketicilerimiz bu marketlere yöneliyor. Tüm ihtiyaçlarını bu marketten aldıklarında da kampanyalı ürünleri ucuza alırken, diğer ürünleri yüksek fiyata almış oluyorlar.

Tüketicilerimiz marketler arasındaki değişen fiyatları göz önünde bulundurmalı ve alışverişlerinden önce fiyat araştırması yapmalılar…”

Sonuç olarak; yüksek enflasyon bir gerçek olmasına rağmen, bazıları tarafından bunun fırsata çevrildiği de bir başka gerçektir. Bu kadar büyük fiyat farkları ne liste değişimi ile ne maliyet artışı ile ne de brüt kâr marjındaki değişik hedefler ile izah edilemez. Zira yukardaki rakamlar arasındaki makas bu sebeplerin tamamını haksız çıkaracak kadar geniş kalıyor.

Örneğin TZOB kaynağından bir örnek daha vereyim. Şubat ayı fiyat listesinde üretici fiyatı 3,50 TL olan portakala ait 23,50 TL’lik market fiyatının mantıklı bir izahı olabilir mi?

Eğer aradaki bu yüzde 571 fark, gübre ve mazot başta olmak üzere girdi fiyatlarındaki artışa bağlanacak olursa bir başka soru gündeme gelebilir:

Taşıma maliyeti daha yüksek olan sivri biber (hacimli olduğundan) üreticide 37,25 TL iken, yüzde 48,8 farkla, marketteki fiyatı nasıl 55,43 TL olabiliyor?

Satış miktarları arasındaki büyük farktan olabilir mi?

Kaldı ki hepsi bu kadar da değil. Market tabelasına “Gurme” eklentisi ile aynı portakal 34,90 TL’ye de satılabiliyor. Aradaki fark da yüzde 897’ye çıkıyor…

Et ve Süt Kurumu kaynaklı Ramazan’a özel fiyatlı ürünlerin de bazı marketlerde eksik kaldığı görülüyor. Ekseriyetle “ithal et geldi ve bitti” sözlerini duyuyoruz.

Bir sene önce de bir ay önce de yazdım; ‘Dolar bazında dünyanın en pahalı etini yiyoruz’ diye. Ancak bozulma hızlanarak devam ediyor. Ramazan öncesi son 1 aylık fiyat değişim oranı dana karkasta yüzde 20,8, kuzu karkasta yüzde 36,4 (UKON 29.02.2024) çıktı. Perakendeye yansıyan fiyatlandırma çeşitliliğini ise yukarda aktardım. Dünyada bir örneği daha bulunmayan bu tabloyu hâlâ savunanlar olduğunu da izlemeye devam edeceğiz. Çünkü yüksek enflasyondaki ihmali görmezden gelenler ile bu fırsatı kazanca çevirenler ayrı tribünlerde yer almış bulunuyorlar. Biz ise tam orta noktada durarak tarafsız gözle bu arızalı durumun düzelmesine katkı yapmayı arzuluyoruz. Çünkü fırsatçılık en büyük beka sorunudur. Önlenemezse, alışkanlık yaptığı için enflasyonla mücadelenin önünde güçlü bir engel oluşturacaktır.

Ramazan ayınız mübarek, sofralarınız bereketli olsun.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER