Ercüment Tunçalp
Tanzim satış
Son günlerde sokaktaki vatandaşın önemli ilgi alanı, perakende sektörünün de öncelikle çözmesi gereken bu konudur. Her türlü etkiden arınmış halde sektörün bütün paydaşları tarafından iyi bir özeleştirinin de tam zamanıdır.
Tarım sektörü ile ilgili kısmını senelerdir tartışıyoruz. Önemli sorunlarımızı sık sık dillendirdik, aşağıda da devam edeceğiz.
Ancak sorun tarımsal ürünlerle sınırlı değil ki…
Demek ki sapla samanı iyi ayırmamız gerekiyor!
Kış aylarında yaz sebzeleri yerine mevsim sebzelerini yiyebiliriz. Ancak temizlik ürünleri, kağıt ürünleri, kişisel bakım ürünleri hiç ara vermeden kullandığımız temel ihtiyaç malzemeleridir.
Bunlarda tüketicinin sabrını taşıran anlamsız fiyat artışları yaşamadık mı ?
Hem de nasıl. Hikaye Ağustos ayında başladı. “Fırsatçılar devrede” diye yazdık, istedik ki dikkate alınsın ve piyasa istikrarı bozulmasın. Evet yüksek enflasyonla boğuşuyorduk ama bunun dışında bir de döviz kuruna olumsuz etki eden rahip olayı düşmüştü gündemimize. Nitekim dolar kuru 7 TL’nin üzerine sıçradı. İşte fırsatçılar da bu anda ortaya çıktılar ve enflasyonun çok üzerinde fiyat artışları ile karşılaştık.
Elimizde en son Nielsen’in Ekim ve Kasım 2018 aylarına ait yıllık enflasyon çalışması var. Bunu da “Market enflasyonunun farkı” başlığı ile yorumlamıştım. Ekim ayında toplam market enflasyonu yüzde 33.4 iken, Kasım ayında en az 2 puan daha yükseldiği gözlendi. Kağıt ürünleri yüzde 56.2, ev temizlik ürünleri yüzde 54.2, kişisel bakım ürünleri de yüzde 41 oranında fiyat artışı kaydetmişti. Bütün girdileri dövize endeksli olmayan bu kategorilerin, öyle olduğunu kabul etsek bile kur artışları ancak yüzde 30 du…
30 Kasım 2017 de 3.96 TL olan dolar kuru, 30 Kasım 2018 de 5.16 TL olmuştu.
Benzer tabloyu Brandzone’nin Retail Türkiye için derlediği tabloda gördük. Ocak 2019 tarihi itibariyle yıllık fiyat artışı bulaşık makinesi tabletinde yüzde 123, tuvalet kağıdında yüzde 55, havlu kağıtta yüzde 60 çıkmıştı ama biz bu hesabın içinden bir türlü çıkamamıştık.
Bu güne kadar aksine ikna olacak bir değerlendirme ile de henüz karşılaşmadım.
Hadi meyve sebzede fiyatı artıran mevsim şartları (aşırı sıcak veya aşırı soğuk) ve mahsule zarar veren tabiat olayları (aşırı yağmur, dolu, fırtına, hortum gibi) vardı, peki yukardaki kategorilerde enflasyon ve kur farkından başka ne vardı?
Dolayısıyla devlet bu konuda doğru tavır belirledi.
Serbest piyasa ekonomisinde fiyata karışmayarak tanzim satışına başladı. Diğer kategorilerin de arkadan geleceğini belli etti.
Üstelik bu uygulama yeni bir durum da değildi.
Devlet marketçilik yapar mı?
Yaptığı seneler oldu ve piyasada bayağı da düzenleyici rol oynadı. Ankara merkezli Gima devlet kurumuydu. Uygun fiyatlara sahip olduğu için rakipler kayıtsız kalamadılar, tedarikçiler de fiyatları kolay şişiremediler. Kredi kartının olmadığı devirde taksitle satış yaptılar.
İzmir Belediyesine ait Tansaş özelleştiği güne kadar Ege Bölgesinde denge unsuruydu. Bu sayede bölgede ticaretin şartları hep tüketicinin lehine gelişti.
İstanbul merkezli Migros’un yüzde 49 hissesi; Ziraat Bankası, İstanbul Belediyesi, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), Et ve Balık Kurumu (EBK) gibi iktisadi devlet teşekküllerine aitti. 80’li yıllara kadar Migros’da adeta tanzim satışları yaptı. Satış arabaları, bütün temel ihtiyaç ürünlerini çok uygun fiyatlarla, şehir içinde değişik rutlarda gezerek tüketicinin ayağına kadar götürdü.
Benim de içinde yer aldığım bir organizasyonla, meyvede üreticiden tüketiciye kamyon bazında köprü kurduk. Mevsimine göre Bursa’dan her akşam yola çıkan çilek ve şeftali, Finikeden yola çıkan portakal kamyonları ertesi sabah direk olarak seçilmiş olan mağazaların önüne park eder ve kamyon üzerinden satışlar gerçekleşirdi. Fiyatı uygun olmayan bir ürünü tek mağazada çeşit başına günde 10-12 ton satmak mümkün değildir. Bu başarıldığı gibi şaşırtan ucuzluk yanında, sürümden de para kazanırdık.
Elbette çevremizde yer alan rakipler de fiyatlarını bize göre ayarlarlardı.
Yine devlet kurumu olan SEK, EBK ve TMO; süt ürünlerinde, et mamullerinde ve bakliyatta Migros ve Gima şubelerinde düşük fiyatlı kampanyaları desteklerlerdi. Bunların da piyasalara olumlu etkisi çok fazlaydı.
Şimdi medyadaki; “devlet zerzevat satar mı?” sorusuna cevap arayalım.
Pazartesi günü Göztepe semt pazarını dolaştım. Pazar esnafı sakın bana kızmasın, etiketlerin geçen haftaki market fiyatlarından farkı yoktu.
Hem de sadece meyve sebzede değil, şarküteri ürünlerinde ve balıkta da…
En az 5 adet araç üzerindeki soğutuculu şarküteri tezgahını inceledim. Ne peynir çeşitleri, ne zeytin, ne de tereyağ fiyatları farklı değildi!
Esnafımızın ne kirası, ne personel gideri, ne de vergi yükü marketle kıyaslanamaz. Peki nasıl oluyorda fiyat aynı seviyeye ulaşabiliyordu?
Çarşamba günü de marketleri dolaştım ve dergideki arkadaşların derlediği fiyat karşılaştırmalarına baktım. Marketlerin, sebze meyve fiyatları pazarın da altına düşmüş, tanzim satış fiyatları ile eşitlenmişti.
Şimdi bu vatandaş sormaz mı; “bu güne kadar nerelerdeydiniz?” diye.
Evet madem ki bu imkan vardı, neden bu kadar geç kaldınız?
Netice de ölçünün kaçması yapılan uygulamaya haklılık kazandırdı.
Devlet tanzim satış yapmalıdır, hem de bütün temel ürün kategorilerinde…
80’li yıllarda birçok semtte Belediye Tanzim Satış Mağazaları vardı. Bütün belediyeler birbirlerine bakarak bu işi bıraktılar ve o dükkanlara daha fazla kira ödeyenler yerleşti. Oysa sadece meyve sebze değil, balık, şarküteri, bakliyat, temizlik ürünleri, kağıt ürünleri ve kişisel bakım ürünlerine de oldukça düşük fiyatlarla ulaşmak mümkün olurdu. Elbette bu ucuzluğu peşin alımın gücü ile sağlarlardı (bu günkü Gimsa örneğinde olduğu gibi).
Şimdi geliyoruz madalyonun diğer yüzüne…
Kooperatifleşme gerçekleşmeden, üretimi artırmadan, havza bazlı planlı yönetime geçilmeden tarım ürünlerinde kalabalık kentlerin gerçek talebini sürekli karşılamak mümkün değildir.
1980 yılında yaklaşık 50 milyon hektar olan tarım arazi genişliği 2018 yılında 38 milyon hektara gerilemiş, nüfusumuz ise 1980’de 44 milyon iken, 2018 sonunda 82 milyona ulaşmıştır.
Son 38 yılda; nüfus yüzde 86 artmış, tarım arazileri ise yüzde 24 azalmıştır.
İşte esas derdimiz budur. Yani kaybedileni kazanmak bile yeterli olmayabilir.
Üretimin yetmediği yerde spekülatörlere bu ortam ilham verir. Bu bakımdan gerçek depocu ile karaborsacının ayrımı da zorlaşır.
Gıda ile ilgili devlet kurumlarının özelleştirilmesi yanlış olmuştur. Dolayısıyla etin, sütün, bakliyatın, şekerin piyasa regülatörü kalmamıştır.
Uygulanan bazı yanlış politikaları eleştirsekte, halkın temel ihtiyaçlara makul fiyatlarla ulaşmasını eleştirmenin karşılığı yoktur. Tanzim satışlarının genel piyasa içinde payı düşüktür ama düzenleyici etkisi fazladır.
Devlet fiyatlara karışmasa da eyleme karışmalıdır, en azından bu gün olduğu gibi gerektiğinde sahaya inmelidir.
Zira bizler güçlü hakem olmadan sporu da ticareti de beceremiyoruz.
Ercüment Tunçalp
Tağşiş yapan firmaların keyfi kaçtı!
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yıllardır açıkladığı taklit tağşiş listelerine 1 Mart 2022 tarihinden itibaren bilmediğimiz sebeplerle ara verilmişti. Hilekârlar tam 31 ay mutlu bir hayat sürdüler. Bu süre içinde defalarca bu uygulamaya neden ara verildiğini sordum durdum. Nihayet 2 Ekim 2024 tarihinde uygulama tekrar devreye girince gördük ki; bu hilekârların cesareti pik yapmış.
Sadece tağşişli ürünü üretenlerin mi?
Hayır, yine gördük ki; ucuz ürün satmak uğruna bazı sorumsuz perakendeciler de kendi kalite kontrol prosedürlerini çalıştırmadıkları gibi bir de bile bile (çünkü hileli ürün fiyattan da anlaşılır) raflarda bu ürünlere yer vermişler. Bu bakımdan uygulamanın yeniden devreye girme zamanlaması çok isabetlidir.
Elbette bu gelişmeyle birilerinin rahatı bozulacaktı. Dürüst firmaların er geç haksız rekabetten olumsuz etkilenmeleri de son bulacaktı. Bu yola girilmiştir. Tüketici sağlığı çok büyük risk altındaydı ve hâlâ da tehlike geçmiş değildir ama hiç olmazsa bilgilenme imkanı artanlar biraz daha rahat korunacaklardır.
Peki huylu huyundan vazgeçer mi?
Listelerde daha önce gördüğümüz birçok firmanın çarpık üretim anlayışı maalesef sürüyor ve hâlâ raflarda yer almayı da başarıyorlar.
Tağşişli bir baharat markası; yıllar önce “O ürünler sadece yurt dışına gönderilmişti” diye açıklama yaparken, bugün yine onlarca ürünüyle ve aynı kabahatlerle listelerde yer almıştır. Tağşişli ürünü rafında bulunduran bazı rahat perakendeciler ise “Tağşişli ürünlerin parti numarası şuydu, bizdeki ise bu” gibi anlamsız ve geçersiz savunmalarını sürdürmekteler.
Şimdi buradan soruyorum; hile yapmayı alışkanlık haline getiren bir girişimci zamana veya müşteriye göre değişik tavır sergiler mi?
Devlet kontrolündeki bir kooperatif marketin; hem de kendi markasını taşıyan sızma zeytinyağı içine düşük kalite yağlar karışabiliyor.
İstanbul’un meşhur bir börekçisinin birçok şubesinde (Kağıthane, Şişli, Beşiktaş, Beyoğlu, Sarıyer ve her yerde) ayrı ayrı yapılan denetimlerde dana kıyma içeriğinde sakatat ve kanatlı eti bulunabiliyor.
Büyük bir perakendecinin yüksek kâr marjına rağmen, dana kıyma içine deri dokusu karıştırmaya tenezzül edebilmesi de şaşırtıyor.
Ankara’da, önünde sıra beklenen meşhur köftecinin (adı açıklandı) pişmemiş köftesinden alınan numunede tek tırnaklı eti (at veya eşek eti) tespit ediliyor.
‘Gıda Dedektifi’ hesabının sahibi Musa Özsoy, yine Ankara’da bulunan bir başka tanınmış lokanta zincirinin iki ayrı şubesinden ve iki farklı zamanda alınan dana eti ürünleri numunelerinde domuz eti tespit edildiğini, elindeki devletin belgelerinden açıkladı. Şirketin, tağşiş listesinde yer almasına rağmen açıklamayı engellemek üzere mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı aldığını, bunun için de şimdilik marka adını açıklayamayacağını belirtti. Yakında bu markanın gecikmeli de olsa açıklanacağından herkes emin olabilir. Ege’de önemli kapasiteye sahip bir işletmeden çıkan zeytinyağında 44 farklı partide tağşiş tespit edilmiş bulunuyor. Buna rağmen ülkenin en büyük e ticaret siteleri bu tip ürünlerin satışına devam edebiliyorlar.
Bir başka tağşişli sözde sızma zeytinyağı markasına eklenen “organik” açıklaması var. Oysa ürün konvansiyonel bile değil. Organik üretim sağlıklı beslenmenin pahalı bir yoludur. Bu ürüne düşük kaliteli yağ karıştırmak ise iki defa aldatmaktır. Yine “organik” etiketi ile satılan bir dondurmada bitkisel yağ çıkmış bulunuyor. Girişimci normal dondurmayı bile üretmekten aciz olmasına rağmen, üstüne bir de organik sertifikası alabilmiş. Bir adım ötesi de sertifika kuruluşunun yetkisine son vermek ve cezalandırmak olmalıdır.
Dünyada güvenilir bir kulvar olan organik (ekolojik- biyolojik) üretimin ülkemizde henüz sağlam zemine oturmadığı da bu vesile ile anlaşılmaktadır.
Bir indirim marketinin birinci sorumluluğu sağlıklı ürün satmaktır, ucuz ürün satmak değil. Uyarılara rağmen aylarca tağşişli olduğu belli olan bir balın satışına devam etseler de sonunda hilenin belgesi ortaya çıkmıştır.
Başka bir indirim marketi de geçmişten ders almak yerine kendi özel markası olan sözde sızma zeytinyağına düşük kalitede yağ karıştırılmasını ısrarla hoş görmektedir. Bakanlık listesinde hileyi görmesine rağmen satışı sürdürmesi ise pişkinliğin derecesini gösteriyor. Oysa yapılacak olan hamle üretici ile olan ilişkiyi hemen sonlandırmak ve tazminat davası sürecini başlatmak olmalıydı.
Reklam kampanyaları ile tezgahlara girmeyi başarmış olan bir Kayseri markasının dana sucuk ürününde baş eti ve sakatat tespit edilmiştir. Dana sucukta bu karışımı yapanın, pastırmada ve diğer et ürünlerinde sağlam üretim yapması beklenemez. Artık bunun kurum kültürü haline geldiğini tüketici de perakendeci de anlamalı ve böyle markalardan uzak durmalıdırlar.
Sonuç olarak; bunu alışkanlık haline getirenlerin ticari ünvan ve marka değiştirerek üretimi sürdürebilmelerinin de önü mutlaka kesilmelidir. Tüketiciye düşen sorumluluk ise Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı guvenilirgida.tarimorman.gov.tr sitesinden güncel yayınlanacak olan hileli ürünleri öğrenerek bunları hayatlarından çıkartmak olmalıdır.
Marka yerine geçen birlik, vakıf ve kooperatif gibi kavramlar kalitenin kesin garantisi olamaz. Zira ancak bu işletmelerde, yönetici liyakati ve niyeti üretimin kalitesine yön verebilir. Listelerde oldukça fazla tanınmış marka da yer almaktadır. Ve yine görüleceği üzere tüketiciden özür dileyen tek firma yoktur. Güya kendilerine iftira atılmaktadır ve yasal haklarını kullanacaklardır. Yani çok sık duyduğumuz inkar söylemleri devrededir. Oysa teknolojinin bugün geldiği seviye ile hata payı neredeyse sıfıra yakındır. İnşallah bu güncel duyurular devam edebilir. Zira hilekârların yer aldığı grup o kadar kalabalık ki: bu uygulamayı sekteye uğratmak üzere her imkanı kullanacaklardır. Dolayısıyla aksama ihtimali olduğundan, bu konudaki endişemi buraya not etmeden geçemeyeceğim. Ancak buna rağmen tüketicinin yaşadığı ekonomik zorluklardan faydalanmak isteyen bu çürümüş zihniyet; eninde sonunda toplumun kararlı mücadelesine yenik düşecektir.
Ercüment Tunçalp
Rakamları farklı yorumlamak!
Fiyat kıyaslamalarına ağırlık verince sektörün içinden; tedarikçi, perakendeci veya çalışanlar arasından arayanım çok oluyor.
Geçenlerde önemli bir tedarikçi aradı, “süt ürünlerinde esas parayı perakendeci kazanıyor, yüzde 65 kâr koyuyorlar” dedi.
Ben de adı geçen perakendecinin süt ürünlerindeki brüt kâr marjının yüzde 39-40 civarında olduğunu öğrendim. Arada ne kadar fazla fark var değil mi?
Değil!
İki taraf da aynı kazançtan bahsederek doğruyu söylüyorlar ama farklı ifade ediyorlar…
Tedarikçi, fatura ettiği fiyatın üzerine yüzde 65 kâr ilave edildiğinden bahsediyor. Şöyle ki;
Kâr oranı, ürün veya hizmetlerin satış fiyatı ile alış fiyatı arasındaki farkın alış fiyatına oranıdır. Bahse konu olan budur. Yani perakendecinin 100 TL’ye aldığı bir ürünü tüketiciye 165 TL’ye satması durumunda formül;
Kâr oranı= [(Satış fiyatı-Alış fiyatı)/Alış fiyatı]x100 şeklindedir.
Örneğimizdeki hesapla kâr oranı= [(165-100)/100]x100= %65 çıkar.
Perakendeci ise bütün dünyada hesaplandığı şekilde; kârını alış fiyatına değil satış fiyatına endeksliyor. Bu durumda da brüt kâr marjı; ürünün satış fiyatı ile alış fiyatı arasındaki farkın satış fiyatına bölünüp, 100 ile çarpılması sonucunda bulunuyor.
Brüt kâr marjı= [(Satış fiyatı-Alış fiyatı)/Satış fiyatı]x100 formülü ile…
Örneğimizdeki hesapla brüt kâr marjı= [(165-100)/165]x100= %39,4 çıkar.
Rakamlar TL üzerinden ve KDV hariçtir.
Yani iki taraf da doğru söylüyor ama piyasada ikisinden birisi yalancı durumuna düşebiliyor. Kâr marjının insaf boyutunu ise takdirlerinize sunuyorum.
İş planları yapılırken ilk dikkate alınacak veriler aylık ve yıllık enflasyon oranlarıdır. Bu hesabı ülkemizde resmi olarak TÜİK yapmaktadır. Bunun dışında İstanbul Ticaret Odası’nın ve ekonomistler tarafından oluşturulan ENAG adlı grubun benzer hesapları yapıp aynı tarihlerde yayımladıkları da bilinen bir durumdur. Ancak bu üç kurum tarafından çıkartılan oranlar yan yana konduğunda arada çok büyük farklar oluştuğu görülmektedir. ENAG yıllık enflasyon oranları her zaman 1 kat daha fazla çıkmaktadır. Hadi onu kenara ayıralım, TÜİK’in Ağustos ayı TÜFE artış oranı yıllık bazda yüzde 51,97 iken, İTO Ağustos ayı ücretliler geçinme endeksi yüzde 61,57 çıkmıştır. Aradaki farkın yüzde 18,5 olması normal değildir. Zira enflasyon sepetlerinde hep birbirine benzer ürün ve hizmetlerin yer alması ve yine benzer ağırlıklara göre işlem görmesi istatistiki açıdan mecburiyettir. Dolayısıyla çıkacak sonuçlar farklı da olsa asla birbirinden bu kadar uzak düşen veriler olarak karşımıza çıkamaz. Burada aynı dilden konuşmamızı engelleyen sebepleri bilmiyor ve merakımızı gideremiyoruz. Çünkü TÜİK, 409 ürünün aylık fiyat değişimlerini gösteren ve enflasyon sepeti olarak bilinen “madde sepeti ve ortalama madde fiyatları” tablosunu Haziran 2022’den beri açıklamıyor.
Bu durumda gerek perakendecilerin gerekse tedarikçilerin kendi enflasyon oranlarını çıkartmaları ve iş planlarını da buna göre yapmaları kendi menfaatlerinedir. Yoksa yapılan hesapların şaşması söz konusudur.
Merkez Bankası Başkanı, yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 36’dan yüzde 38’e çıkartmıştı. Bu tahminin tutması hemen hemen imkansızdır. Böylece reel faiz her türlü hesapta eksidir. Evet reel faiz hesabı beklenen enflasyona göre yapılır ama hayali enflasyona göre yapılamaz…
Politika faizi yüzde 50, mevduat faizi yüzde 47 olursa, yıl sonunda da enflasyon yüzde 55 çıkarsa reel faiz yine eksidir. Buradan da faiz indirimi kararı çıkamaz.
Çıkarsa, kur ve enflasyon tekrar tırmanışa geçer ve başladığımız yere döneriz.
“Müjde enflasyon düşüyor.” Bu şablon haberle de isteniyor ki; vatandaş bunu “fiyatlar düşüyor” şeklinde okusun. Oysa düşen sadece fiyat artış hızıdır!
Örneğin; asgari ücretlinin 12 ay sabit kalan 17.002 TL’lik aylık geliri ile hayat kolaylaşıyor mu? Hayır.
Gelir sabit kalırken fiyatlar da sabit kalıyor mu? Hayır.
Peki ne oluyor? Gelir sabit kalırken 1 yıl içinde 1000 liralık mal ve hizmet 2000 liraya tırmanmıyor, 1500 liraya kadar çıkıyor. Yani vatandaşın çektiği sıkıntı artmaya devam ediyor.
Bu sebeple de “en kötüsü geride kaldı” sözü boşlukta kalıyor.
- Eğer hâlâ enflasyon oranımızla en yüksek birkaç ülke arasında yer alıyorsak,
- Aylık enflasyonunuz hâlâ onlarca ülkenin yıllık enflasyonu seviyesinde ise,
- Hâlâ gelir dağılımı bozulmaya devam ediyorsa,
- Hâlâ ekonomide fiyat istikrarı sağlanamıyorsa,
- Emanet sıcak paranın eninde sonunda evine dönecek olması hâlâ bizi tedirgin ediyorsa, en kötüsü geride kalmış sayılamaz.
- Kaldı ki, bahse konu olan sadece enflasyonun baz etkisi ile inişe geçmesi ise halkımız bunun da sürdürülebilir olduğuna inanmıyor ki…
Hane halkının yıllık tahminini son dört aydır yüzde 71-73 bandında tutması da (Kaynak TCMB) en kötünün geride bırakılmadığının en etkili ifadesidir.
“Tüketici güveni Eylül’de arttı” haberinin ifade tarzı da temelden yanlıştır. Zira olmayan güven artamaz. Tüketici Güven Endeksi’nde sınır değer 100’dür. Bu sınırın altındaki her değer güvensizliği ifade eder. Haberin doğru şekli, “Tüketici Güven Endeksi Ağustos’ta 76,4 iken, Eylül’de 78,2’ye yükselmiştir” olmalıdır. Zira artan endekstir, güven değildir. Büyük tirajlı gazetelerin bile çoğunda bu özensiz ifade yer almaktadır. Endeks 98 bile olsa tüketici güveni söz konusu olamaz. Olsa olsa güvensizlik azalmış sayılabilir.
Sonuç olarak; matematik ve istatistik gerçeklik, her türlü kişisel görüşün önünde geldiği gibi yanlış yorumlanmaya da açık değildir. Öyle yapılsa bile her seferinde “yanlış hesap Bağdat’tan döner.”
Ercüment Tunçalp
İki ülkede iki alışveriş (16)
Uzun zamandan beri onlarca ülke ile yaptığımız fiyat kıyaslamalarında öyle bir noktaya geldik ki; artık döviz bazında da bizden pahalı ülke bulmak hayli zorlaştı. Önceki yıllarda alışveriş için ülkemize gelen yakın komşularımız arasında da artık eski şöhretimiz kalmadı.
Romanya ve Macaristan’dan sonra bu yazımızda da Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da bulunan tarihi Central Hall ile ülkemizdeki Carrefour fiyatlarını karşılaştırdık. Listenin birinci sütununda Central Hall fiyatlarını leva olarak, ikinci sütunda bu fiyatları güncel kurdan (1 leva= 19,33 TL) TL olarak göreceğiz. Üçüncü sütunda ise Carrefour fiyatları yer alacaktır. Sofya fiyatlarını YouTube kanalından aktaran Enes Yankaya’ya da emekleri için teşekkürler…
Önce kıyaslamamızı zorlaştıran bazı hususları belirteyim.
- Listede görüleceği üzere arada bizim aleyhimize büyük fiyat farkı vardır. Kaldı ki kıyaslamaya dahil etmediğim pahalı alkollü içecek fiyatları (viski, rakı, votka) komşuda bizim fiyatların ortalama yarısı seviyesinde olmasına rağmen listede yer vermedim. Yoksa aradaki farkın daha da açılması kaçınılmaz olurdu. Ülkemizde üretilen Tekirdağ rakısı bile bizim raflarda yüzde 47 daha pahalıdır.
- Bulgaristan’da çarşı, pazar, market fiyatlarında istikrar vardır ve tezgahtan tezgaha fazla oynama yoktur. Bizde ise benzer satış noktaları arasında bire bir aynı markalı ürünlerde bile fiyat farkı yüzde 50-60 oranlarına ulaşabiliyor.
- Satın alma gücünü kıyaslamak üzere ele alınacak en sağlam veri asgari ücretli çalışan geliridir. Ancak bizim ülkemizde asgari ücretli çalışan oranı yüzde 57 olmasına karşılık Bulgaristan’da sadece yüzde 14’dür. Dolayısıyla bizim tarafta ortalama ücret haline gelen gelir ile diğer taraftaki küçük bir çalışan grubunun gelirini karşılaştırmış olacağız. Bunu da kenara not edelim.
Şimdi de ilişikteki liste üzerinden kıyaslamalara başlayalım…
- 33 kalemlik listemizde sanal alışverişin Bulgaristan tarafındaki tutarı 122,15 leva, karşılığı ise 2.360,95 TL iken; Türkiye tarafındaki tutarı 3.411,70 TL’dir.
- Alışverişin yapıldığı tarihte 1 Bulgar levası 19,33 TL karşılığıdır. 1 Euro1,95 Bulgar leva karşılığıdır. 1 Euro 37,98 TL karşılığıdır.
- Ülkemizde asgari ücret 17.002 TL iken Bulgaristan’da 933 Leva’dır ve bu ücret 18.035 TL karşılığıdır. Her iki ücretin güncel kurdan karşılığı ise Türkiye’de 448 Euro, Bulgaristan’da 475 Euro dur. Ancak küçük bir istisna dışında Bulgaristan’da aylık ortalama net ücret 1.662 Leva olup, karşılığı 843 Euro dur. Bunu kullanmayacağız ama yine de aklımızda tutmalıyız…
- Asgari ücretli bir Bulgar vatandaşı aylık geliri ile bu alışverişi 1 ay içinde 8 defa tekrarlayabilirken, aynı alışverişi Türk vatandaşı 5 defa yapabilmektedir. Başka bir ifade ile Bulgar tüketici bu alışverişi gelirinin yüzde 13’ü ile yapabilirken, aynı alışverişi bizim tüketicimiz gelirinin yüzde 20’si ile yapabilmektedir.
- Listede görüleceği üzere döviz bazında bizde daha pahalı olan ürün sayısı hayli fazladır (22 adet). En ilginç tarafı; komşudaki ithal muz fiyatının yüzde 158 fazlası bizim yerli muza aittir. Dana eti fiyatı da bizde yüzde 180 daha yüksektir. Ancak hâlâ bazı spekülatörler fiyat artışı çığırtkanlığı yapmaktalar.
- Su yüzde 100, yerli ürünümüz bira yüzde 60, ayçiçeği yağı yüzde 49 döviz bazında bizde daha pahalıdır.
- Eğer her iki tarafın gelir ve fiyat düzeyleri benzerlik gösterseydi bizdeki alışverişin toplamı 3.411,70 TL yerine 2.237 TL olmalıydı. Veya 3.411,70 TL’lik alışverişi yapan vatandaşımızın asgari ücreti 25.929 TL’yi bulmalıydı.
Sonuç olarak; bu olumsuz tablo son yıllarda oluşmuştur. Kişi başına milli gelir 2002 yılında Türkiye’de 3.688 dolar iken Bulgaristan’da 2.093 dolar idi. 2023 yılına geldiğimizde ise kişi başı milli gelir Türkiye’de 13.109 dolara, Bulgaristan’da 16.087 dolara ulaşmıştır. (Kaynak: Euronews- Ekonomim)
Böylece son 21 yılda Türkiye’de gelir 3,5 kat artarken, Bulgaristan’da 7,6 kat artmıştır.
Hep büyüme ile övünürüz ya; işte her iki ülke vatandaşına da yansıyan büyüme rakamları yukardadır. Komşunun 2023 yılı işsizlik oranı yüzde 4,3 ile enflasyonu da yüzde 4,7 seviyesiyle fark yaratmaktadır. Yirmi yıl öncesine kadar hiçbir şekilde kıyaslanmayı kabul etmediğimiz Bulgaristan ile aramızdaki son durum budur. AB’ye katıldıkları 2007 tarihinden itibaren (Romanya ile birlikte) kaderleri değişmiştir. Bizde ise refah seviyesi tartışmalı konudur.
En yüksek gelire sahip ilk yüzde 20’lik dilimin (17-18 milyon) yaşantısına bakarak; “işte pahalı telefon kuyrukları, dolu olan lokantalar, kafeler; demek ki durum anlatıldığı gibi değil” sonucu çıkaranlar esas tabloyu gözden kaçırıyorlar. Zira bizim nüfusumuz 85 milyon ile sınırlı olmadığından kişi başı milli gelir hesabında ince ayar gerekiyor. Sığınmacıların ürettikleri mal ve hizmetleri toplam milli gelire dahil edeceksiniz ama kendilerini nüfusa dahil etmeyeceksiniz. Bu hesap gerçeği yansıtır mı?
“Efendim uluslararası hesaplar da böyle yapılıyor.” Olabilir, yüzde yarım sığınmacı barındıran bir ülkede hesaplar fazla etkilenmez. Oysa bizim gibi nüfusunun en az yüzde 10’u oranında geçici sığınmacıya sahip bir ülkede kişi başı milli gelir rakamı çok değişebilir. Örneğin asgari 8,5 milyon geçici sığınmacıyı da ilave edersek ülkemizde yaklaşık 94 milyon insan yaşadığını varsayabiliriz. Bu durumda da kişi başı milli gelirimiz 11.904 dolara iner.
Kaldı ki Almanya “240 bin göçmenin ekonomiyi olumsuz etkilediğinden” bahsederken, bizim misafirperverliğimizin maliyetini ölçmek zor olmasa gerek…
Kaynak:
- 2023 yıl sonu nüfusumuz 85.372.377 kişidir (TÜİK).
- 2023 yılı GSYH 1 trilyon 119 milyar dolardır (AA).
- 2023 yılı kişi başı GSYH 13.109 dolardır (TÜİK).
- Göç İdaresi Başkanlığı’na göre ülkemizde 4.449.333 yasal kalış hakkı olan yabancı bulunmaktadır. En az 4 milyon da her gün kaçak yollardan ülkeye girmeye devam eden veya yasal kalış hakkı bulunmayan Suriyeli, Afgan, Afrikalı ve diğer Asyalı düzensiz göçmenlerin varlığı için asgari ölçüdür.