Ercüment Tunçalp
Buğday ithalatçısı olmamız normal mi?

Önce bazı gazetelerde ve sosyal medya hesaplarında yer alan, “Dünyanın en çok buğday ithal eden ülkesiyiz” açıklamalarının doğru olmadığını söyleyerek başlayalım. Küçük bir araştırma ile gerçeği aşağıdaki tabloda görmek mümkündür.
Uluslararası Ticaret Merkezi (International Trade Center) kaynaklı, 2019 yılının buğday ithalatçısı ülkelerini gösteren listede, Mısır ve Endonezya’nın arkasından dünyanın 3. büyük buğday ithalatçısı olduğumuz görülüyor.
Elbette bu durum da şaşırtıcıdır!
Çünkü en büyük ithalatçı durumundaki Mısır’ın, topraklarının ancak yüzde 4’ü tarım için kullanılabiliyor. Yani mazereti var…
İkinci sıradaki Endonezya topraklarının da yüzde 7.5’i ekilebilir durumdadır. En fazla pirinç yetiştirilmesine rağmen, halkın temel beslenme maddesi olması sebebiyle yine de ihtiyaçlarını karşılayamamaktadırlar. Ekilebilir alanların; çay, kahve, şeker kamışı, soya fasulyesi, hindistan cevizi ve tütün gibi diğer ürünlere de ayrılmasıyla, buğdayı ithal etmekten başka çareleri kalmıyor.
Peki bizde öyle mi?
Yüzölçümümüzün (780 bin km2) yüzde 30’unu (24 milyon hektar) tarım alanları oluşturuyor. Buğdayın, ülkemizde Karadeniz Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin yüksek kısımları hariç, her yerde tarımı yapılabiliyor. Üretimin en fazla olduğu yer İç Anadolu bölgemizdir. Boş olan tarım arazilerimiz de düşünüldüğünde ithalata hiç ihtiyaç duymamamız gerektiği ortadadır.
Ancak başka şaşırtıcı bir durum daha vardır. Toplam tarım arazisi 2,3 milyon hektar olan Yunanistan’dan (Türkiye’nin yüzde 10’u) buğday ithal etmekteyiz. Yüzölçümümüz Yunanistan’ın 6 katıdır ama tarım arazimiz tam 10 katıdır. Üstelik en az 4,5 milyon hektar da ekilmeyen tarım arazimiz bulunmaktadır.
Dolayısıyla “Makarna ve un üretip ihraç etmek üzere ithalat yapıyoruz” açıklamaları anlamlı değildir. Üretimi buna göre planlayabilmek ve ithalata ihtiyaç duymamak pekâlâ mümkündür.
2019 yılı buğday ekilişi 68,5 milyon dekar, toplam üretim 19 milyon tondur. (Kaynak: TÜİK)
2019 yılında 9 milyon 854 bin ton buğday ithalatı yapılmıştı. 2020 yılında da yaklaşık miktarda, 9 milyon 791 bin ton buğday ithal edilmiştir.
2019 yılında mamul madde ihracatının (un, makarna, bulgur, irmik, bisküvi) buğday karşılığı 7,5 milyon ton olup, 2,9 milyar dolarlık bir değere sahiptir.
“İthalatımız ürün yetersizliğinden kaynaklı olmayıp, kaliteli buğday ihtiyacının karşılanamamasından kaynaklanmaktadır” sözünün sahipleri aşağıdaki görüşleriyle de çelişmekteler.
“Buğdayın gen merkezi olan ülkemiz, farklı kullanım amaçlarına uygun çeşit geliştirebilecek bilgi birikimi ve insan kaynağına sahiptir.”
Yukardaki iki beyan da Tarsus Ticaret Borsası’na aittir.
Bu kadar da değil!
TÜİK verilerine göre, 2019 yılında yapılan 9,8 milyon tonluk ithalatın sadece 1,4 milyon tonu makarnalık buğdaydır. Yani sadece yüzde 14,3’ü…
8,4 milyon tonu ise, yani yüzde 85,7’si ekmeklik buğdaydır. Ancak her söylenene bir cevabı olanlar, “ekmeklik buğday da un yapılıp ihraç ediliyor” sözünü ileri sürüyorlar. Yukarda rakamlarla anlattığım gibi buğday ekimine elverişli ve yeterli büyüklükte kullanılmayan tarım arazilerimiz mevcuttur.
Bu durumda, hiç olmazsa ilk aşamada hem iç tüketime hem de un ihracatına yetecek kadar (makarna hariç) ekmeklik buğday üretimi mümkündür.
Ayrıca un ve makarna ihracatıyla övünürken, diğer taraftan ithal buğday ile bu üretimi gerçekleştirdiğimize üzülmüyor olmak çelişki değil mi?
Hedef, kendi ürettiğimiz buğdayın katma değerli hale getirilmesi olmalıdır ve ancak bunun övgüye değer olabileceği de genel kabul görmelidir.
Oysa buğday ithalatında yüzde 45 olan ve 21 Ekim 2020’de sıfırlanan gümrük vergisi kararındaki süre yıl sonunda bitecekken, 30 Nisan 2021’e kadar ötelenmiştir. Böylece kendi çiftçimizi üretime kanalize edecek teşvikler yerine, yabancı çiftçilere destek sayılacak bu gibi uygulamalar bizim ithalatçı sıfatımıza süreklilik kazandıracaktır.
Peki pamukta durum farklı mı?
Hayır, onu da Yunanistan’dan ithal ediyoruz. Bu ülke üretici olmadığı halde AB’den aldığı talimatla bize tedarikçi oluyor. İthalatımızda yüzde 17.25 pay ve 158 bin 441 ton ile 3. sırada yer alıyor.
Ne amaçla olursa olsun; tarımsal ürünlerde yapılan ithalat, hiçbir sorunu çözemediği gibi sadece iç üretimi baltalıyor.
Hollanda’nın zorlu tabiat şartlarında denizden kazandığı topraklarla nasıl dünyanın en büyük 2. tarım ürünleri ihracatçısı olabildiğini, “Hollanda nasıl başardı?” başlıklı yazımda anlatmıştım.
Bizde öyle mi?
Toprak orada bekliyor, tohumumuz var; sadece köylüyü tarlada, bahçede tutacak politikalara ihtiyacımız var. Elbette önceliği de halkımızın 1 numaralı ihtiyacı olan ekmeğe vermek gerekiyor.
Ercüment Tunçalp
Enflasyon muhasebesine ihtiyaç var
Son bir senede bu konuya ikinci defa değiniyorum. Zira çok hassas bir konu olmasının yanında, geçtiğimiz hafta Ankara Ticaret Odası Başkanı Gürsel Baran’ın, enflasyon nedeniyle işletmelerin çeşitli yükümlülüklerle karşı karşıya kaldığını belirtmesi, “Gelir ve Kurumlar Vergisi matrahlarının tespitinde enflasyon muhasebesi uygulamasına geçilmeli” görüşünü paylaşması dikkat çekiciydi. Bu söz sohbet içinde kullanılmış sıradan bir ifade olmayıp, artan sıkıntının dışa vurulması olarak özetlenebilir.
Yüksek enflasyon yaşanan bir ekonomide, faaliyetlerin ve finansal durumun herhangi bir düzeltme yapılmaksızın yerel para biriminden raporlanması anlamlı sonuçlar ortaya koyamaz.
Paranın satın alma gücü o kadar hızlı ve büyük oranda değer kaybediyor ki, farklı zamanlarda meydana gelen işlemlerin rakamsal kıyaslamasından oldukça fazla yanıltıcı bilgi ortaya çıkıyor. Nitekim bazı şirket yöneticilerinin dönemsel raporlar hakkında yaptıkları sunumları süzgeçten geçirmeden doğru yorumlamak kolay olmuyor. Üstelik finansal tablolarını görebildiğimiz bu tarz şirketlerdeki net olmayan manzara; fiktif kârların rehavete sokabildiği yöneticiler oluyor. Bu da şirket geleceği için risk oluşturuyor.
Dolayısıyla böyle dönemlerde, enflasyonun mali tablolar üzerindeki etkilerinin giderilmesine yönelik düzeltici işlem yapılması ihtiyacı doğuyor ve gerçekleşen bu teknik düzeltmeler ‘Enflasyon Muhasebesi’ başlığı altında toplanıyor.
Yıllardır perakende şirketlere ait dönemsel finansal tabloları meslektaşlar arasında yorumluyoruz. Ülkemizde bu uygulama olmadığı için parasal olmayan değerlerin (stoklar, maddi ve maddi olmayan duran varlıklar vb.) enflasyon oranı ve ÜFE ile çarpılmasıyla performansa dair kabaca bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz. Sadece merak gideren bu bilgilerin, şirketler açısından da fayda üretebilmesi için resmi şekilde ortaya konması daha iyi olmaz mı?
Reel anlamda hakikati yansıtmayan kâr marjları gerçek şirket performansını ölçmeyi engelliyor. Yabancı yatırımcılar da enflasyon muhasebesi uygulanmayan ülkelerde gerçek durumu yorumlamakta zorlanıyorlar.
Bizler bile yıllardır içinde yaşadığımız yüksek enflasyon şartlarına alışkın olmamıza rağmen stok devir hızı düşük olan bir şirketi ilk bakışta daha kârlı ve avantajlı görme yanlışına düşebiliyoruz. Daha kötüsü; yukarda da belirttiğim gibi bu tarz şirketlerin yüksek fiktif kârlılık elde etmesi, yüksek vergi giderlerinin oluşmasına sebep oluyor. Dolayısıyla bunu düzeltecek enflasyon muhasebesi uygulamasında geç bile kalındığını söyleyebiliriz…
Türkiye’de Uluslararası Muhasebe Standardı (UMS) 29 esas alınarak 1990’lar boyunca yurt dışı ortaklığı veya ilişkileri olan veya gerçek durumlarını görmek isteyen büyük şirketler tarafından normal muhasebe sistemine ek olarak kullanılmıştır.
Enflasyon Muhasebesinin resmi uygulaması, finansal kuruluşlar için BDDK kapsamında 2001-2004, SPK mevzuatına tabi şirketlerde 2003 ve 2004 yıllarında uygulama imkanı buldu. Vergi Usul Kanunu kapsamında ise yalnızca 2004 yılında uygulandı. Ardından nispeten düşük enflasyon oranları nedeniyle enflasyon muhasebesi terkedildi. (Kaynak: Dr Ozan Bingöl)
Vergi kanunlarına göre sadece bilançolar enflasyon düzeltmesine tabi tutulur, gelir tablosu hesaplarında herhangi bir düzeltme yapılmaz. Kayıtlarını TL cinsinden tutmayanlar enflasyon düzeltmesi yapamazlar.
Enflasyon muhasebesinin işletmeler tarafından isteğe bağlı olarak; vergi ve diğer mevzuata göre uygulanan muhasebeye paralel şekilde uygulanmasında bir engel bulunmamaktadır. Ancak bu şekilde elde edilen finansal tablolardan vergi yükümlülüğü açısından faydalanılamaz. Bankalardaki kredi işlemlerinde kabul görmez. Sadece işletmeyi yönetenlerin gerçek durumu görmelerini sağlar.
Sonuç olarak; paranın satın alma gücündeki değişmeleri dikkate alan bir enflasyon düzeltmesi önemli ihtiyaçtır. Zira yüksek enflasyon mali tabloların önemini ve geçerliliğini azaltmaktadır.
Üstelik şirket yöneticilerine karar alma aşamasında; anlamlı ve kolay kıyaslanabilir bilgiler üreterek enflasyonun olumsuz etkilerinden arındıracak bir yöntem gerekmektedir. Bu da ancak enflasyon muhasebesi yardımıyla olur.
Devletin uygulamaya geçme konusundaki tereddütleri anlaşılabilir. Zira ‘vergi kaybına uğrama’ ihtimali yüksektir. Kayıt dışı ekonominin yüksek payı da bunu tamamlayan başka bir nedendir. Ama ortada bir de haksız rekabet ve adil olmadığı tartışılan bir vergi düzeni mevcuttur.
Milton Friedman’ın, “Enflasyon yasal olmayan vergilendirmedir” sözü durumu özetlemektedir. Böyle bakınca, vergilendirmeyi haklı ve adil hale yaklaştıracak olan araç da enflasyon muhasebesidir.
Yüksek enflasyon her şirketi aynı derecede etkilemez. Örneğin ihracat yapan ya da satışlarını yabancı para ile gerçekleştiren şirketler enflasyondan farklı etkilenirler. O zaman TL kullanan yüzde yüz yerli sermayenin korunması gerekmez mi? Elbette gelir dağılımında adaleti sağlamak adına da sabit gelirli kesimin haklarını öncelemeyi ihmal etmeden…
Ercüment Tunçalp
Sahte bal cenneti olmayalım!
Önümüzde bir Çin örneği var. Dünyanın en büyük bal üreticisi olmasına rağmen kaliteli balı yurt dışında arıyor. Aynı duruma düşmemek için buradan gerekli dersleri çıkartmamız lazım. Zira en kaliteli balı biz üretiyoruz ama sahtesinin tek türüne bile engel olamıyoruz. Dolayısıyla üretimde dünya birincisi olmamız belki mümkün olmayabilir ama kalitemizi yükselterek ‘en iyi balın üretildiği ülke’ haline gelmemiz pekala makul bir hedef olabilir. Ancak bu günkü rahatlıkla ve umursamazlıkla olmaz!
Önce güncel ve gerçek resme bakmamızda fayda var…
Artık yazmaktan yoruldum; ülkemizde gerçek balın çok sınırlı sayıda markanın elinde kaldığını anlatmaktan…
Nihayetinde ben de bir tüketiciyim ve iki tanınmış markanın dışında bal tüketemiyorum. Haliyle beni seçeneksiz bırakanlara da çok kızıyorum…
Arıyla hiç karşılaşmamış yapay balları üretenleri, arıyı şurupla besleyerek onu da sahtekarlığa ortak edenleri, çam balı bulamayınca içine çiçek balı karıştıranları ve bu sahtekarlarla mücadeleyi bırakanları çok fazla anlattım.
Buna rağmen zaman zaman benim de payıma hileli ürün isabet edebiliyor. Geçenlerde aile fertlerimizden birinin yanılgısıyla evimize giren bir markanın (çam balı) kapağını açtığım an hileli olduğunu fark ettim. Oysa bir balın sahte olduğu bakarak, tadarak ve koklayarak kolay kolay anlaşılamaz.
Peki nasıl oldu da bu çam balı kendisini bu kadar kolay deşifre etti?
Kavanozdan tabağa boşaltırken su gibi akışkan olduğunu gördüm. Oysa çam balının kıvamı çiçek balından bile daha yoğundur. Elbette hemen, kalite kontrol birimiyle övünen büyük perakendecimizin mağazasında iade işlemini gerçekleştirip bildiğim markayla (aradaki farkı ödeyerek) değişimi sağladım. Bununla yetinmedim; hem perakendecinin en yetkili yöneticisine hem de sorunlu markanın patronuna durumu direkt olarak aktardım.
Aradan geçen süre içinde bu ürünün raftaki konumu değişmedi. Buradan da anlıyoruz ki; hileli ürünler bizler gibi çok küçük bir azınlığı ilgilendiriyor!
Ülkemize ait şu gerçeğin altını çizmeliyim; satın alma gücü düşük kesimlerin artık hilesiz ürüne ulaşmaları giderek zorlaşmaktadır. Bu durumda da gıda güvenliği önceliğini kaybetmeye, her ne şekilde olursa olsun yeterli gıdaya erişim ilk sırayı almaya başlamıştır. Bu çok tehlikeli bir gelişmedir.
Otuz sene önce gerçek balın benmari işlemi esnasında; uygulanan ısı derecesindeki hata, en küçük bir enzim kaybına sebep olduğunda dahi paketlemeyi yapan firma yetkilisi hakim karşısına çıkardı. Ben de benzer durumla 4-5 defa muhatap olmuştum. Oysa yukarda saydıklarımın yanında çok masum kalan bu kadar kusurun sözü bile edilemez…
Şimdi buna da çare bulmuşlar. Gerçek bala değil, sahte bala enzim ilave ederek analizlerden geçer hale getirmişler. İşin en acı tarafı; sektörün içindeki herkes, yani satan, alan, denetleyen bütün taraflar durumun farkında olmasına rağmen herhangi bir iyileşmenin görülmüyor olmasıdır.
Buradan sesleniyorum; taklit ve tağşişli ürünlerin halka açıklanması en son 1 Mart 2022 tarihinde gerçekleşti. Yani üzerinden geçen süre tam 15 aydır…
Oysa geçmiş senelerde en az 6 ayda bir listeler açıklanırdı. Devamını diliyorum.
Son 10 yılda 20 bin üreticinin arıcılığı bıraktığını duyuyoruz. Herhalde arının devreden çıkarıldığı bir ortamda bu eksiği tamamlayan unsurların araştırılması gerekir!
Dünya’dan Emel Yiğit’in haberine göre; Balparmak Yönetim Kurulu Başkanı Özen Altıparmak, “Türkiye bir bal ülkesi deniyor ama öyle değil. Türkiye sahte bal cenneti. Bunun önlemini almazsak, bu yıl sonuna kadar Türkiye balının Avrupa’ya ihracatı engellenebilir” diyor.
Yukarda hilelerden birinin şurupla yapıldığını belirtmiştim. Aynı haberde Altıparmak da, “esmer pirinç şurubundan çok fazla tağşiş yapıldığını” söylüyor. Altıparmak devam ediyor; “Firmanın adı da belli, herkes de bunu biliyor ama önlem alınmıyor. Bunlar bir de ihracat yapıyor. İhracat yapılan ülkeler de tağşişi bulamıyor. Bizim bulduğumuz metot sayesinde esmer pirinç şurubundan tağşişi yapan 15 firmanın 14’ü yakalandı. Şimdi ben bir metot buldum. Bizim ülkemizdeki biri sahte balı Avrupa’ya ihraç ediyor, alan firma laboratuvarda anlayamadığı için kabul ediyor ama analiz metotlarını bizden öğrendikten sonra yine Türkiye’den giden sahte ürünler engelleniyor. Bunu biz sağladık” ifadelerini kullanıyor. Sahtecilikte gelinen son noktayı da, “300 kilo Anzer balı çıkıyor, 30 ton satılıyor” diye özetliyor Altıparmak…
Sonuç olarak; yapılan hileler o kadar açık ki, bunu rekolte ile satış miktarı arasındaki farktan bile anlamak mümkündür. Açıklamaya çalıştığım üzere laboratuvara girmeden bile bazı ürünler “ben sahteyim” diye bağırıyor zaten…
Bazı perakendecilerin kalite kontrol işlemine neden boş verdikleri ise en fazla şaşırdığım tarafıdır. Çam balı kolay kolay kristalleşmez. Oysa raflar bu tarz çam ballarıyla doludur. Çiçek balında çok normal olan bu durumun, bütün ballar için geçerli olduğunu zanneden meslektaşlarımızda bilgi eksiği vardır. Oysa güvenilir tedarikçilerden doğru bilginin edinilmesi çok kolaydır.
Ucuz satmak önemlidir ama “ne pahasına olursa olsun” denemez…
Gıda güvenliği olmadan ‘yeterli gıdaya erişim hakkı’nın kabul görmesi anlamsızdır. Tüketicinin görece ucuz olduğu için büyük oranda taklit ve hatta sağlık riski taşıyan ürünlere yönelmesi, fiziksel ve mental olarak geri kalmış bir neslin oluşumuna neden olacaktır. Bilhassa çocuklarımızın yeterli gıdaya erişim hakkı, ancak güvenli ve kaliteli gıda tüketmeleri halinde amacına ulaşır.
Elbette bu da devletin sorumluluğundadır…
Ercüment Tunçalp
İki ülkede iki alışveriş (13)
Küresel arenada fiyat düzeylerini ve gelir seviyelerini kıyasladığımız ülkeleri konu alan yazı dizimizde bu günkü misafirimiz ABD…
Bir Türk genci, ABD’nin en büyük perakende zinciri olan (aynı zamanda dünyanın da en büyüğü) Walmart’a giderek 5 dolara neler alınabileceğini, raflardan yaptığı çekimle sosyal medya hesabından yayınladı.
Aynen aktarıyorum:
- Libresi (1 libre = 453 gram) 72 cent olan 5 kg muz,
- 5 kilogramlık ambalajda 4 dolara patates,
- Libresi 88 cent olan 2.8 kg kurusoğan,
- Adedi 1,47 dolar olan 3 tane ekmek,
- Paketi (200 gr) 5 dolar olan jumbo karides,
- Kilosu 10 dolar olan yarım kg dana kıyma,
- Kilosu 10 dolar olan yarım kg tavuk göğsü,
- Kilosu 10 dolar olan yarım kg cheddar peynir,
- Pepsi Cola 50 cc 6’lı paket,
- Süt 4 litre alınabiliyor.
Bu tür kıyaslamalarda 5 dolar ile 5 liranın alım gücü karşılaştırılır. Zira gelir seviyesindeki uçurum sebebiyle her ülkenin yerel parası 1 birim olarak dikkate alınır. Üzülerek söylüyorum ki; ekmek hariç 5 TL’ye alınabilecek bir ürün kalmadığı için böyle bir kıyaslama imkanımız olamadı.
Bu bakımdan şimdi de aynı ürünleri birim fiyatları ve Türkiye fiyatları ile birlikte görelim:
WALMART ($) CARREFOUR (TL)
Muz kg | 1,59 $ | 29,90 TL | (Yerli) | |
Patates kg | 1,60 $ | 14,90 TL | ||
Kuru soğan kg | 1,94 $ | 21,90 TL | ||
Ekmek adet | 1,47 $ | 4,90 TL | ||
Jumbo karides (200 gr) | 5,00 $ | 199,90 TL | (Dardanel) | |
Dana kıyma kg | 10,00 $ | 299,90 TL | (%14-20 yağ) | |
Tavuk göğsü kg | 10,00 $ | 110,00 TL | (Banvit) | |
Cheddar peynir kg | 9,76 $ | 345,00 TL | (President yerli üretim) | |
Pepsi Cola 6’lı (500 ml) | 4,78 $ | 87,00 TL | (Coca Cola 450 ml x 6) | |
Süt litre | 1,12 $ | 39,95 TL | (SEK pastörize) | |
Toplam tutar | 47,26 $ | 1.153,35 TL |
Görüleceği üzere dolar bazında bile pahalı olan 6 adet ürünümüz vardır. Bunlar, muz 1,53 dolar (hem de yerlisi), jumbo karides 10,24 dolar, dana kıyma 15,36 dolar, cheddar peynir 17.67 dolar, Pepsi Cola 6’lı 4.45 dolar (Aynısı bulunamadığı için 300 ml daha eksik olan Coca Cola fiyatı dikkate alınmıştır), süt 2,04 dolardır. Dolar kuru olarak fiyatların alındığı 9 Mayıs 2023 tarihine ait 19,52 TL dikkate alınmıştır.
- Daha da ilginci, yukardaki listenin kasadan geçirilerek alışverişe dönüştüğünü varsaymamız durumunda; ABD’de 47,26 dolar tutacak alışverişin Türkiye’deki karşılığı 59,08 dolar olacaktı. Yani dolar ödemeye kalksak, yine de yüzde 25 fazlasını gözden çıkartmak zorundayız.
- Eğer buna şaşıranlar varsa, gelir hesabını da yapalım ki; gelirin dolar karşılığı da çıksın ve sürekli değer kaybeden paramızın ve de yüksek enflasyonun bizleri hangi noktaya taşıdığı daha iyi anlaşılabilsin…
- ABD’de saatlik asgari ücret 7,25 dolar ile 15,50 dolar arasında eyaletten eyalete değiştiğinden, 2023 yılı aylık asgari ücret 40 çalışma saati üzerinden 1.160 dolar ile 2.480 dolar arasında farklılık göstermektedir. Eyaletlerin ortalamasını aldığımızda 1.800 dolar asgari gelire ulaştıklarını varsayabiliriz. 1.800 doların 35.136 TL’ye karşılık geldiğini de bir kenara not edelim.
- Bizim 8.506 TL’lik asgari ücretin karşılığı sadece 436 dolardır. Elbette böyle bir kıyaslama çok doğru değildir ama bir tüketicinin harcaması dolar bazında yüzde 25 fazla çıkıyorsa, gelirine de dolar bazında bakmak normal oluyor. Ve de görülüyor ki; 1.800 $ – 436 $ = 1.364 $ / 1.800 $ = %76 gelir eksiğimiz bulunuyor. Veya başka bir ifade ile Türk tüketicisinin dolar bazında geliri ABD’li tüketicinin yüzde 24’ü seviyesinde kalıyor.
- Şimdi de her iki ülke tüketicisinin kendi paraları cinsinden gelirleri ile yine kendi paraları cinsinden fiyatlarla kaç defa bu alışverişi yapabileceklerine bakalım. ABD tüketicisi 1 ayda bu alışverişi 38 defa yapabilirken, Türkiye’deki tüketici 7 defa yapabiliyor. Veya ABD’li tüketici gelirinin yüzde 2.6’sı ile bu alışverişi yaparken, Türkiye’deki tüketici gelirinin yüzde 13.5’ini aynı alışverişe ayırmak zorunda kalıyor.
- Yine yukarda yaptığımız gibi her iki ülke vatandaşının gelirini de harcamasını da 1 birim üzerinden kıyasladığımızda; geliri 4,7 kat fazla çıkan ülkemiz vatandaşının harcaması 24,4 kat fazla çıkıyor.
- Eğer aynı şekilde her iki tarafın gelir ve fiyat düzeyleri benzerlik gösterseydi bizdeki alışverişin tutarı 1.153,35 TL yerine 221,15 TL çıkmalıydı. Veya 1.153,35 TL’lik alışverişi yapan vatandaşımızın asgari ücreti 48.827 TL olmalıydı.
Sonuç olarak; kişi başı milli gelirde oluşan 7 kata yakın büyük fark, satın alma gücünün hangi tarafta açık ara önde olduğunu çok net ortaya koyuyor zaten. Ancak buradaki yeni durum, dolara endeksli fiyatlarımızın da daha yüksek hale gelmiş olmasıdır. Hele döviz bazında yüzde 50 pahalı olan et fiyatımızın, yüzde 82 pahalı olan süt fiyatımızın; mantıkla, matematikle ve de istatistikle izah edilebilmesi mümkün değildir.
Bütün bunlara rağmen küresel bazı kurumların (Dünya Bankası, IMF gibi) icadı olan ve yapay olarak yaratılan “Satın alma gücü paritesine göre gelir”, hâlâ küresel ortamda en fazla tartışılan konu olmaya devam ediyor…
Ve de sürekli gerileyen bu alım gücümüz dolarizasyonun ana sebebi olmayı sürdürüyor.