Ercüment Tunçalp
Harap-tar market!
Usta sanatçı Şener Şen’in Züğürt Ağa filminde yer alan Haraptar Market birdenbire neden aklıma düştü?
Bir kişinin bütün iyi niyetine ve gayretine rağmen, iş bilmezliğin bir aile marketini nasıl batırdığına en iyi örnektir de onun için…
Evet ülkede bir tane daha Haraptar Market yok ama Harap Marketler’e ait şubelerden bolca var. Kelime anlamı, “bakımsız kalmış, bakımsızlıktan yıkılacak duruma gelmiş” olduğu için aşağıda belirteceğim mevcut durumu daha iyi yansıtacağını düşünmekteyim. Peki bunların sonu neden filmdeki örnekte olduğu gibi acıklı bitmez?
Çünkü verimsiz şubeleri bir müddet diğer şubeler taşır. Taşınamayacak hale gelince de o verimsiz şubeler kapatılır. Zira bizim ülkemizde “lokasyon analizi” diye bir çalışmaya fazla ihtiyaç duyulmaz. Aynen filmde olduğu gibi bir kişi kararını verir, çalışanlar da satış yerini açılışa hazırlar. Oysa batıda ‘yanlış mağaza yeri seçimi’ne karar veren sorumlular belli bir hata payını aştıklarında, bunun bedelini işlerini kaybederek öderler. Zira bir şubeyi kapatmanın maliyeti çok yüksektir. Bu topraklarda 500 şube kapatan perakendeci vardır, 50-60 şube kapatmak ise sıradan uygulama sayılır. Dolayısıyla bizim patronlar kapatılan şubelerin sayısına bakarak, “bu şubelerin açılmasına karar verenler bir adım öne çıksın” demezler.
Bazı marketlerin kontrolden çıkması; raflara, soğuk dolaplara kirden el değilememesi de sıradanlaşmıştır. Müşteri olarak iştahınız kaçtığı için alışveriş yapmak istemezsiniz. Belli ki herhangi bir denetim yoktur, markete bir Bölge Satış Müdürü gelse bile heyecan yaratamamaktadır. En iyi görüntü veren marketlerde bile temizlik daha çok zemin ile sınırlıdır. Raf temizliğine son yıllarda ben hiç şahit olmadım. Bir büyük zincirde rafa yapışık bal kavanozunu işaretledim, bir hafta sonra aynı şekilde buldum. Bir markette soğuk dolaptan 15 gün boyunca zemine su kaçağının sürdüğünü izledim.
Kontrolsüzlük, normal insanı bile yoldan çıkartacak güvenlik sorunu yaratır. Küçük mağazalarda, kasadaki 1 kişi dışında satış alanı tamamen terkedilmiş örneklerle doludur. Hırsızlık için bundan daha uygun bir ortam bulunamaz.
Kontrolsüz kalan personel yazın mağaza çevresinde, kışın depoda sosyalleşme faaliyetindedirler. Yalnız kalınan zamanlarda da en iyi arkadaş cep telefonudur.
İnsan kaynakları departmanları çalışan sayısına bakarak norm kadroları oluştururlar ama çalışan başına verimlilik ölçülmediği ve denetlenmediği için her şey kağıt üzerinde kalmaktadır. Bir şubede 3 kişinin işini 1 kişi layıkıyla yaparken, başka bir şubede 1 kişilik işi 3 kişi becerememektedir.
Haraptar Market satın alma departmanı olmadığı için istediği ürünü rafa koyabilir ve bu da hoş görülebilir. Ancak kategori yönetimi ve kalite kontrol departmanı bulunan zincirlerin hiç değilse fiyatından bile gerçek olmayan balı anlamaları beklenir. Raflarda 460 gramı 80-85 lira ve altında satılan bal gerçek olamaz. Çünkü ülkemizde çiçek balının üreticide kilogram fiyatı 115 TL’den (en düşük fiyat) başlar. Az bulunan çam balının üretici kilogram fiyatı da 135 TL’den başlar. Bu fiyatlar 26 kilogramlık teneke ambalaj içindeki balların toptan kg fiyatıdır. Market rafına gelene kadar bu fiyatlara paketleme giderleri (benmari işlemi, kavanoz, kapak, koli, işçilik, nakliye), marka sahibinin ve perakendecinin kârları eklenir. Dolayısıyla markette satılan bir balın kilogram fiyatı 200 TL’nin altında olamaz. Olursa da gerçek bal sayılamaz. Peki bu fiyatları aşan balların kalite garantisi var mıdır?
Yoktur. Bunları öğrenmek için de daha önce belirttiğimiz üzere Tarım ve Orman Bakanlığı’nın tağşiş listelerini takip etmek gerekir.
Son günlerde aniden bollaşan ve fiyatı düşen Antep fıstığının kaynağı yoğun olarak ihracattan dönen ürünler olamaz mı? Mağaza içinde sadece bu tek çeşit için orta teşhiri yapanın öncelikle bunu sorgulaması gerekmez mi?
Sebze meyve tezgahı sabah saatlerinde hazırlandıktan sonra asla kendi kaderine terkedilemez. Ancak yaygın uygulama gün boyu boş bırakılan ve akşam saatlerinde de bozulan ürünlerin çöp konteynerlerine doldurulması ile sonuçlanır. Bu büyük firelerin, maliyetleri ve perakende fiyatları yükselttiği de bir başka gerçektir. Fireyi azaltmanın yolu ise çöp haline gelen sebzeyi indirimli satmak değil, çöp haline gelmesini engellemektir…
Bağdat Caddesi üzerinde yer alan bir gurme marketin soğuk dolabında sık sık son kullanım tarihi geçen onlarca günlük süte (1-2 tane değil) rastlıyorum.
Bizde sıradan hale gelen bu ihmalin cezası İngiltere’de 7,5 milyon sterlindir. Ülkemizde ise yetersiz para cezalarının caydırıcı olamadığı çok açıktır. O kadar ki aynı market tağşişli baharatı müşteri şikayetine rağmen rafta tutabilmektedir.
Binlerce şube açmak iyidir de o şubelere et ve süt ürünlerini soğuk zincir dışında normal araçla taşımak da kendi kalenize gol atmak gibidir.
Mağazalarda bazı koridorlar depo olarak kullanılıyor. Depo dediysem düzenli olduğu anlaşılmasın, sanki bilhassa müşteri geçişini engellemek üzere gelişi güzel etrafa saçılmış, palet üzerinde olmayan yığınları kastediyorum.
Sonuç olarak; mesleki bilgi ve beceriye henüz sıra gelmeden kişisel hijyen, sağlıklı beslenme ve işi sahiplenme alışkanlıklarına akıllı tüccar özelliğinin ilavesi yeterlidir. Bu konularda işletme büyüklüğünün hiç önemi yoktur. Zira yukarda saydığım ihmallerin bir tanesine bile rastlanmayan esnaf örnekleri çoktur. Sorumlu olduğu şubeler ‘harap’ durumda olan satış yöneticisinin başka bir kilit performans göstergesini incelemeye ihtiyaç yoktur. Bakmakla görmek arasındaki fark açıldıkça değil yeni bir sistem kurmak, mevcut sisteme de uyum sağlamak mümkün değildir. Avrupa ile anlayış farkımıza örnek olarak Budapeşte Aldi şubesinden aşağıda bir fotoğraf sunuyorum. Üretici ambalajı küçültüyor, perakendeci ise tüketiciyi uyarıyor; “Dikkatli olun, ürün küçülmüştür” diye. Bunu bizim ülkemizde görmek mümkün müdür? Tağşişli ürünü bile raftan kaldırmayan perakendeci, küçülen ambalajı mı duyuracak? ABD’den ithal edilen kabuklu cevizi (2023 mahsulü) etiketinde “Menşei Türkiye” olarak, Çin’den ithal edilen sarımsağı etiketinde yerli malı olarak gösteren bir anlayıştan daha fazlasını mı bekleyeceğiz?
Ercüment Tunçalp
Asansör fiyatlandırma ile kampanya!
‘Asansör fiyatlandırma’ adını uygun gören bir kişi olarak, müşterinin fiyat yönünden aldatılmasında uç nokta olan bu konuyu iyice anlaşılır kılmak üzere sorumluluk hissettim. Özellikle her yılın Kasım ayında; fiyatların önce yukarı yönlü, sonra da orada hiç bekletilmeden aşağı yönlü indirimlere konu edilmesini böyle tanımlıyorum. Elbette yaygın uygulamadan bahsediyorum, istisnaları olduğunu da kabul ediyorum.
Peki bu iniş çıkışlar sadece yılın bu son bölümünü mü kapsıyor?
Elbette hayır, görüleceği üzere bütün yıla yayılıyor ama gürültüsü en çok son iki ayda daha fazla çıkıyor.
Ticaret Bakanlığı, ‘Fiyat Etiketi Yönetmeliği’nde 1 Mart 2022 tarihinden geçerli olmak üzere değişikliğe giderek; “İndirim oranında, son 30 gün içindeki en düşük fiyat baz alınacak. Meyve sebze etiketlerinde ise indirim miktarı ve oranı hesaplanırken indirimli fiyattan bir önceki fiyat esas alınacak” kuralını getirmişti. Aşağıda bu kurala uymayan bolca örnekten bir kısmını göreceksiniz. Yani kural kenarda duruyor, herkes bildiğini okuyor. Aynen taklit tağşiş olaylarındaki büyük sapma gibi…
Tezgahtara soruyorum; “2.000 liradan yüzde 50 indirim yaptığınızı söylüyorsunuz, bu üründen 2.000 liraya sattığınız tek adet var mı?” diye. Aldığım cevap, “Hayır biz sürekli yüzde 50 indirimli olarak 1.000 liraya satıyoruz” oluyor. Yani kasada hiç işlem görmeyen bir fiyat, esas fiyat olarak takdim edilebiliyor. Bu çalışan ya papağan gibi patronun ezberlettiği klişeyi bize tekrarlıyor ya da algı sorunu yaşadığı çok açıktır. Bir üründe esas fiyat ancak önemli miktarda satış şartı ile bu tanımı hak edebilir. Yoksa böyle bir uydurma fiyat yok hükmündedir.
Peki bu durumu fiyatlandırmayı yapan ekip bilmez mi?
Elbette bilirler, ancak tüketicinin fazla takipçi ve araştırmacı olmadığına inanmışlar bir kere…
Asansör fiyatlandırma sadece belli kategorilere özgü olarak mı gelişiyor?
Hayır, perakendenin her kategorisinde sık sık rastladığımız bir durumdur. Tüketici çoğunluğu atlasa veya umursamasa da asla gizli kalması söz konusu değildir. Nitekim özellikle gıda kategorisinde, sosyal medya hesapları üzerinden ve perakendeci nezdinde birçok örnek teşhir edilmektedir.
Bazı örnekler:
Büyük bir süpermarket zinciri; insert döneminde Milka beyaz çikolatada yüzde 30 indirim yapıyor. 80 gr fiyatı 56,00 TL’den, 39,20 TL’ye inmiş gösteriyor. Ancak 1 hafta önce 39,90 TL’ye yeni artış yapıldığı anlaşılıyor. Raftaki sarı indirim etiketinin altında unutulmuş olan beyaz etikette bu çok açık görülüyor. Yani fiyat bir hafta gibi kısa süre içinde (muhtemelen 3’er gün ara ile) bir kere daha 56,00 TL’ye çıkıp geri geliyor. Ve buna da indirim deniyor.
Ürün Nesquik kare çikolata 70 gr, fiyat 34,50 TL’den 42,50 TL’ye yükseltiliyor. Sonra 37,90 TL’ye indiriliyor. Yani gerçekte fiyat artışı olan üründe sahte indirim gösterilmiş oluyor.
Sivri biberin bir gün önce 49,99 TL olan fiyatı halk gününe özel 54,99 TL yapılıyor ve halkın 24 saatte unuttuğuna güvenilerek indirim diye sunuluyor. Allahtan dalgın çalışanlar sayesinde bir altta unutulan etiketten her şey açığa çıkıyor. Bu zincirler eski senelerde asla böyle şeylere tenezzül etmezlerdi.
Ancak daha da fenası var…
Aynı gün içinde bir yerel markette 325 TL’ye satılan deterjan, ulusal markette 813 TL’ye alıcıya sunulabiliyor. Şimdi bu fahiş fiyat üzerinden yüzde 50 indirim yapılsa ve fiyat 406,5 liraya düşse dalgın müşteri kaç kere aldatılmış olacak? Öyle ya indirimli fiyat bile yüzde 25 pahalı kaldıktan sonra…
Bu örneklerden o kadar çok var ki, biraz zaman harcayarak haftalık liste yapmak çok kolaydır…
“Yüzde 70’e varan indirimler” senaryosu da asansör fiyatlandırma esaslıdır. Yalnız bu asansör 7. kata hiç çıkmaz, hep üçüncü katta kalır. Bir kere vitrindeki mesaj sizi içeri çektiyse; sorarsınız, “yüzde 70 indirimli ürün nerede?” diye. Size alay eder gibi bir atkı veya fular gösterirler. Başka? Başka yok, diğerlerinin yüzde 25-30 bandında olduğunu görürsünüz. “Ayıp değil mi?” deseniz, cevap hazırdır, “okuma yazmanız yok mu ? ‘…varan’ diye belirttik” olur.
Bu bakımdan tüketici olarak sadece dipteki son fiyata odaklanmak ve piyasa alt sınırında olduğuna inanmak zorundasınız. Sizi hangi fiyattan indiği veya indirim oranının ne olduğu ilgilendirmemelidir. Aksi halde avcıya koz vermiş olursunuz.
Uzun zamandır son kullanım tarihi üzerinden aylar geçen ürünlerin yüzde 50 indirim uygulanarak satılması alışkanlık haline gelmiştir. Bu o kadar yaygınlaşmıştır ki, dolandırıcılık tarafını geçtim, bu cinayete teşebbüs fiilini nasıl göze alabildikleri de hayli merak uyandırmaktadır.
Sonuç olarak; yüksek enflasyon iş ahlakını çürütmüştür. Fırsatçı enflasyonu da bu şekilde gelişmiştir. Kalite standartlarının esnetilmesi, hilede iş ortaklığı ve dayanışma cesaretinin artışı da aynı şekilde vücut bulmuştur. Ve utanma duygusu da böylece kaybolmuştur.
Elbette Kasım ayı kampanyalarını destekliyorum. Ancak güvenilen markaların ve satış noktalarının doğru seçilmesi şartıyla…
Bugün artık dijital ortamda sık kullandığımız ürünlerin piyasa fiyatlarını takip etmek çok kolaylaşmıştır. Perakendecinin astığı kampanya afişine boş verip (dikkati dağıtmamak için), fiyat kıyaslamalarına odaklanmak parayı sokağa atmayı önler. Bazı uyanıkların satış yapamamalarını sağlamak, yetkili mercilere şikayet etmek veya sosyal medya hesaplarından teşhir etmek yeterli cezadır.
Asıl olan herkesin kendi bütçesini ve sağlığını koruma altına alabilmesidir. Zira görüldüğü gibi kontrol yetkisi olan merciler her yere yetişememekte ve bu yüzsüzler de bundan yararlanmaktadırlar. O zaman gemisini kurtaran kaptan sayısının artmasına ihtiyaç vardır.
Ercüment Tunçalp
Gıda terörünün görünmeyen yüzü!
Para cezalarının gıda terörünü önlemede yetersiz kalacağını çok fazla seslendirdik. İfşa mekanizması tam 31 ay çalıştırılmayınca, bütün sahtekarlara bir rahatlama geldi. Sosyal medyada “Bir insan markasını hiç tehlikeye atar mı?” şeklinde makul görülebilen bir soru var. Oysa bizim ülkemizde bu kişiler markayı riske ettiklerini hiç düşünmediler ki…
Markalarının tehlikede olduğunu 2 Ekim’de ani ifşa kararı ile anladılar!
Bugün için gıda teröründen korunabilmek, sokaktaki terörden kaçabilmekten daha zordur. Sokak mafyaları, yabancı çeteler, uyuşturucu ayakçıları, kadınların muhatap olduğu riskler gözümüzün önünde gerçekleştiği için en korkutucu sorun zannediliyor. Oysa yavaş yavaş ve gizli gizli zarar veren sorunlu gıdalar en büyük tehdittir. O zaman görünmez olan tarafından; yani gıda teröründen gelecek riskleri tek tek sayarak başlayalım. Yüksek pestisit, sülfür dioksit, salmonella, aflatoksin, sildenafil, tadalafil, ağır metal, ölçüsüz natamisin kullanımı, gıdada kullanılmasına izin verilmeyen boya tehditleri ile hijyen eksikliğinin bize yükleyeceği riskleri aktarmaya öncelik vereceğim.
Başlıyoruz;
- En büyük risk yaş sebze meyvede bilinçsiz kullanılan tarım ilaçlarından oluşan tehlikedir. Şimdiye kadar ben yurt içinde bu kusurundan dolayı sahadan toplatılan ürün pek duymadım. Ancak her gün ihracata giden ürünlerden bir iki partinin, gittiği ülkenin sınırından standart dışı kalite sebebiyle geri döndüğünü yabancı kurumlar sayesinde öğrenebiliyoruz. Burada hem ilaç uygulama miktarı ve zamanlama yanlışları hem de Irak ve Suriye’den kaçak yollardan gelen ucuz tarım ilaçlarının kullanılması en büyük riski yaratıyor. Facianın boyutunu öğrenmek isteyenler, yazının sonundaki ‘notlar’ bölümünde en fazla kalite sorunu yaşanan ürünleri ve iade edildikleri ülkeleri mutlaka görmeliler. Eğer neler yediğimizin bir kısmını merak edenler veya ülkemizdeki kanser vakalarının neden patladığı hakkında fikri olmayanlar varsa şöyle bir göz atmaları yeterlidir. Güncel olarak takip etmek isteyenler ise; Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Kurumu RASFF, inside eat ve gıda dedektifi hesaplarından izleyebilirler.
- Şimdiye kadar ihracattan dönen bu binlerce ton ürünün yurt içinde tüketilmediğini garanti eden bir söz duymadım. Afiyetle yediğimiz en güçlü ihtimaldir. Bunun için öncelikle bu vatan millet düşmanlarının ifşa edilmesi gerekir.
- Birinci tehlike, yukardaki duyuruların bütün dünya ülkeleri tarafından takip edilmesi sonucunda, yakında bizim zehire batırılmış meyve sebzemizi kabul edecek ülke bulunamayacak olmasıdır. İkinci tehlike ise bilgilenme imkanını kaybedecek olmamızdır.
- Yukardaki durum; kuru meyvelerde, kuru yemişte, baharatta ve bakliyatta da benzer sonuçlar ortaya çıkartmaktadır. Üzücü olan ise; sınırlarımızdan çıkmadan önce bu kalite sorunlarının tespit edilemiyor olmasıdır.
- Ülkemizde sahte zeytinyağı ve sahte baldan daha bol bir şey yoktur. Şu anda hileli ürün olarak ilan edildiği halde bazı ulusal zincirlerin raflarında satışı devam eden birçok ürün bulunmaktadır. Sorumsuz e ticaret siteleri de bu tip ürünleri hiç araştırma gereği duymadan tüketicinin önüne koyabiliyorlar. Çin’den bol miktarda zeytinyağı aroması geliyor. Bunları kimlerin kullandığına gelince; bu sahtekarların hiç birisi ambalaj üzerindeki adreste bulunamıyor. Yani cesaretin pik yapması sayesinde sadece ürün değil, adreste sahte olabiliyor.
- Ülkemizde etiketsiz et ve süt ürünlerini rahatça satma imkanı vardır. Bazı pazarlarda ve “yöresel lezzetler” adı altındaki organizasyonlarda bu ürünler soğuk muhafaza olmadan, toz içinde ve sinek eşliğinde açıkta satılabilmektedir.
- Hangi lokantada yemek yenilebileceğinin, hangisinde yenemeyeceğinin anlaşılması hayli zorlaşmıştır. Zira at ve eşek eti kullanımı sıradanlaşmıştır.
Sonuç olarak; sahte ürünü ifşa etmek yetmez, e ticaret başta olmak üzere bütün perakende satış noktalarından toplatılması gerekir. Zira listelerde yer alan birçok tağşişli ürün raflarda yer almayı sürdürmektedir. Zira ilgili Bakanlık denetimlerinden çekinmedikleri gibi tüketici sağlığını düşünenler de azalmıştır.
Gerek bu tarz perakende noktaları, gerekse yeme içme mekanları arasında kapatma kararı yaygınlaştırılmalıdır. Eğer amaç caydırmak ise…
Tağşişi defalarca tekrarlayan hilekarlar meslekten men edilmelidirler.
Son kullanım tarihi geçmiş ürünü satanın, indirim uygulayarak satanın veya ambalajdaki tarihi tahrif ederek satanın cezası katlamalı olmalıdır.
Pahalı satılan organik üründe bile hileye tenezzül eden sahtekarlar vardır. Bu tarz üreticiler ile birlikte mutlaka sertifika kuruluşları da cezalandırılmalıdır.
Sadece ilgili Bakanlığı hedef alan ve sahtekarları koruyan, dezenformasyon yaratan fırsatçılar türemiştir. Bunu da gözden kaçırmamak gerekir.
Sektör içinde, fiyatları tırmandırma görevi yanında, domuz eti sahtekarlığının ticari olmadığını da savunabilen çevreler vardır. Bu kişilerin bizim bildiğimiz sıfır maliyetli ‘yaban domuzu’ gerçeğini bilmemeleri mümkün değildir. Bu şekilde zaten yetersiz olan mücadeleyi sulandırmak da gıda terörüne hizmettir.
Gıda Katkı Maddeleri Yönetmeliği’ne uygun kabul edilen ürünler içinde bile korunmamız gereken maddeler vardır. Tüketici olarak sağlıklı kalmak için çok dikkatli olmak zorundayız. Ambalaj üzerindeki içerikler ne kadar küçülse de, büyüteç yardımı ile de olsa aydınlanma ihtiyacı hayati derecede önemlidir.
Ülkemizde paketli gıdalarda kullanımı yaygın olan palm yağı konusunda; Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA), kanserojen etkisini ortaya koyarak, bu yağı içeren ürünlerden kaçınılması gerektiğini bildirmektedir.
Yine paketli gıdalarda bulunabilen glikoz şurubu gıda sektöründe şeker yerine kullanılmaktadır. Mısır, patates veya buğday nişastasından elde edilir. Yaygın kullanımın amacı, düşük maliyet- yüksek kâr sağlamasındandır. Tüketiciye sağladığı da; organizma üzerindeki olumsuz etkisidir ve bu da bir bilimsel gerçekliktir (Los Angeles Üniversitesi). Bunu anlatmamın sebebi, gıda terörü dışında da sağlık riskini sıfırlayamadığımızı göstermek içindir. O zaman da bu tarz ürünlarin sınırlı tüketimi belki de bir tedbir sayılabilir.
NOTLAR:
Son altı ayda not ettiğim; sağlık riski yarattığı için gönderildiği ülkelerden iade edilen, üreticisini bilmediğimiz gıda çeşitlerini aşağıda sunuyorum. Her ürün çeşidinin yanında ve parantez içinde ihraç ve iade edildiği ülke adı yer almaktadır. Sakın yanlış anlaşılmasın; bu kalabalık liste sadece örnektir. Her yapılan ticaretin dörtle beşle çarpılması gerçeğe yaklaştırır.
Eğer sağlığını düşündüğü için fiyat farkı da ödeyerek organik beslenenler varsa sertifikalı organik ürünler içinden bile problem yaratan örnekleri de görme imkanları olacaktır. Aşağıda görüleceği üzere ülkemizden giden sorunlu ürünleri geri göndermek zorunda kalan sadece AB ülkesi sayısı 18’dir. Diğer kıta ülkeleri ile birlikte sayının 30’u geçmesi muhtemeldir. Eminim bu ülkeler bu kadar fazla ürünün, bizim sınırlardan hiçbir denetime takılmadan çıkabilmesine çok şaşırıyorlardır. Bize göre ihracata gidenlerin daha titiz seçilmiş ürünler olduğunu düşünürsek, yurt içinde bizim payımıza düşenlerin sağlığımızı hangi ölçüde tehdit ettiğini tahmin etmek zor olmasa gerektir…
Bazı ürünler ve iade edildiği ülkeler:
Nar (Letonya), leblebi (İtalya), kuru kayısı (Yunanistan), çeri domates (Romanya), Antep fıstığı (İtalya), domates (Hırvatistan), organik taze incir (Fransa), salatalık (Avusturya), nar (Bulgaristan), çörek otu (Almanya), çiğ fındık (Hollanda), taze biberler (Bulgaristan), kuru kekik (Almanya), yeşil mercimek (Slovenya), kuru incir (Hollanda), bitkisel yağ (Almanya), kuru kayısı (Almanya), armut (Hırvatistan), helva (Almanya), asma yaprağı (Almanya), dolmalık biber (Bulgaristan), Antep fıstığı (İsviçre), köy leblebisi (İsveç), köri tozu (Almanya), kuru incir (Fransa), sivri biber (Bulgaristan), kuru dut (İtalya), Antep fıstığı (Almanya), kuru kayısı (Hollanda), limon (Bulgaristan), kabuklu susam (Yunanistan), taze kayısı (Hırvatistan), köpek maması (Finlandiya), kuru incir (Fransa), kuru incir (Bulgaristan), domates (Avusturya), çarliston biber (Belçika), armut (Danimarka), yeşil erik (Almanya), susam (Yunanistan), kuru üzüm (Hollanda), kuru incir (Fransa), greyfurt (Bulgaristan), poşet çay (İtalya), tahin (Almanya), susam (İspanya), nar (Almanya), defne yaprağı (Letonya), kaynak suyu (Avusturya), fındık kreması (Belçika), asma yaprağı (Bulgaristan), kapari turşusu (İtalya), organik kuru üzüm (Almanya), portakal (Bulgaristan), mandalina (Bulgaristan), ayçiçek yağı (Danimarka), pizza kutuları (Fransa), kırmızı biber (Hollanda)…
Ercüment Tunçalp
Nobel getiren özverili çalışma
Bir Türk vatandaşının Nobel Ödülü almasını milletçe kutluyoruz ama bunu bir seri sportif başarının sonucu gibi algılamazsak iyi olur. Ekonomisi sorunlu bir ülkenin iktisatçısı bu ödülü almışsa; hangi çalışmalarla hedefe ulaştığına iyi bakmak gerekir. Öyle ya eğer Acemoğlu bu günkü ekonomi yönetimi ile aynı fikirleri paylaşsaydı, uygulamada başarısız olmuş bir sisteme ait önerilere bu ödül verilebilir miydi?
Elbette hayır…
Peki Daron Acemoğlu hangi çalışması ile bu ödülü kazanmış oldu?
Her ne kadar Nobel getiren çalışmanın etiketi, “Kurumların nasıl oluştuğu ve refah üzerindeki etkileri” olsa da aynı ekibin (bir kişi eksiği ile) 11 yıl önce kaleme aldığı “Ulusların Düşüşü” isimli kitapta da bu konu işlenmişti.
Dolayısıyla daha öncesi de olduğundan, uzun bir maratonun sonunda gelen bu ödülün, emek ve özveri dolu bir çalışma süreci geçirdiğini söyleyebiliriz.
İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, 2024 Nobel Ekonomi Ödülü açıklamasında; “Ödül sahipleri bir ülkenin refahı için toplumsal kurumların önemini ortaya koydular. Hukukun üstünlüğünün zayıf olduğu ve halkı sömüren kurumların bulunduğu toplumlarda büyüme ya da daha iyiye doğru değişim gerçekleşemez. Ödül sahiplerinin araştırmaları bunun nedenini anlamamıza yardımcı oluyor” deniyor.
Daron Acemoğlu’nun bu ödülü eninde sonunda alacağını biliyorduk. “Ulusların Düşüşü” kitabını yıllar önce (Türkçe ilk baskı 2017) satır satır okumuş, notlar almıştık. Zira ülkemiz adına ders çıkartılacak birçok küresel örnek vardı kitapta. Peki esas okuması gerekenler (direksiyonda olanlar) buradan dersler çıkartmış veya az da olsa iyileşme sağlamışlar mıdır?
Hayır!
İşte bunun için bizler Daron Acemoğlu’nu alkışlarken, dışardan ülkemize bakanlar da bizi alkışlıyor (!) olabilirler. Bu bakımdan neyi alkışladığımızı iyi bilelim. Kitapta ülkeler gruplara ayrılarak hangilerinin neden fakir kaldıkları, hangilerinin de neden zenginleştikleri anlatılıyor. Bizim hangi tarafta yer aldığımızı anlamak da okuyucuya kalıyor.
Kitaptan kısa bir alıntı (s. 357) ile devam ediyoruz…
“Bugün uluslar neden başarısız oluyorlar?” sorusunun cevabı; “Çünkü böyle ulusların sömürücü kurumları insanların tasarruf, yatırım ve yenilik için ihtiyaç duydukları teşvikleri sağlamıyorlar. Sömürücü siyasal kurumlar sömürüden çıkar sağlayanların gücünü pekiştirerek bu ekonomik kurumlara destek sağlıyorlar.” Bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
Şimdi de Acemoğlu’nun kendi ülkesine dair düşüncelerine bakalım:
- “Türkiye ekonomisinin şu anki durumuyla sonuç getiren politikalar geliştirmek için kadroya gerek var. Bu kadro şu anda yok.”
- “Türkiye’nin problemleri çok daha yapısal, bir tek enflasyonu azaltarak çözülecek şeyler değil. Bu yapısal problemlere (yolsuzluk, verimsizlik, teknolojiye yeterince yatırım yapılamaması, eğitim durumu, kurumların kötüleşmesi) çözüm getirmediğimiz sürece aslında ekonominin potansiyelinin çok altında kalacağız.”
- “Türk demokrasisi de şu anda iyi bir durumda değil. Eğer uluslararası araştırma gruplarının sheet score’larına bakarsanız hepsi Türkiye’deki demokrasinin özellikle son on sene içinde geriye gittiğini, zayıfladığını gösteriyorlar.”
- “Yargı kurumlarında bağımsızlık yok, parlamento çok zayıfladı, Cumhurbaşkanlığı sistemi merkezileşme getirdi.” (Kaynak; euronews)
- “Bu kadar insanın göçü çöküşe yol açar. Türkiye bunun eşiğinde.”
- “Önemli olan reel faiz. Eksi reel faiz hangi yatırımcıya güven versin?” (Kaynak: T24)
Farklı zaman ve mekanda söyledikleriyle de devam edelim;
“Medyayı ele geçirip, yanlış bilgilerle demokrasiye karşı cephe açan yönetim tarzı devre dışı kalmalıdır. Büyüme olsa bile halka refah getiremiyorsa kıymeti yoktur. Üretkenlik sorunu (elindeki kaynakları üretken kullanamamak) halledilmelidir. Geleceği doğru düşünüp, hazırlıklar buna göre planlanmalıdır. Çalışanın yanında durmayan demokrasi ölür. Okullarda evrensel değişimi yakalayan eğitim verilmelidir.”
Bu topraklarda doğmuş olan Daron Acemoğlu, ülkesini seven ve o ülkenin her zaman gelişmesi önündeki engelleri bıkmadan usanmadan söyleyen başarılı bir iktisatçımızdır. Dünyanın yararlandığı bu kişiden, kendi ülkesine olan ilgisini mesleki görüşü dışında siyasi açıdan değerlendirmek zorlama olur. Bir an önce faydalanmak ve hangi görüşleriyle ödüle layık bulunduğunu bilmek yönetim kademelerinde bulunanlar için hayati öneme sahiptir.
Yapılan çalışmalar, her topluma göre eksikliği duyulan yapısal reformların önceliğine işaret etmektedir. Buna bir türlü yanaşmayan yönetimlerin diğer icraatlarına sıra gelmeyeceği de çıkarılması gereken en önemli sonuçtur. Ve de en kısa özet; ‘sağlam kurumlar inşa edemeyen ülkelerde refah artmaz’ veya ‘pasta büyürken iyi paylaşılamıyorsa kalkınma da olmaz, refah da gelmez’ şeklinde okunmalıdır.
Sonuç olarak; Nobel’i paylaştığı Simon Johnson ve James A. Robinson beraberliği de gösteriyor ki, çalışmalar küresel genişliktedir. Yani uzun araştırmalar sonunda gelen ödülün hangi önerilere verildiği gelişmekte olan bütün ülkeleri ilgilendiriyor. Bizim için hedef ise şimdilik tren kaçtığına göre bunu okuyup sindirecek seviyede öğrenciler yetiştirmek olmalıdır.
Kadın öğretmenin giyim kuşamını eğitim programına almak yerine, çağdaş ve kaliteli eğitim planlayarak ilk aşamada beyin göçüne engel olmak gerekir.
Yoksa o göç daha çok batı ülkelerine yönelir, kişisel gelişim orada sağlanır, meyvesini başkaları yer; kazanılan ödüllere sevinmek de bize düşer…
Alim Kucukpehlivan
5 Kasım 2024 at 15:29
Ercüment Bey bu yazınızı büyüme moduna giren her perakendeciye zorla okutmak lazım!
Milli servet israfı da büyük bir boyutu işin.
“Site Selection” Yer Seçimi konusunda hizmet veriyoruz, yüzlerce şubesi olup, yer seçimi konseptinden haberdar olmayan perakendeciler var gerçekten. Yabancı bir fast food zincirinin 25 yıl önce bizden aldığı hizmetin ne olduğunu bilmeyen “sözde” rakipleri var.